| Konu: | Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 42 |
| Tarih: | 27.01.2021 |
HDP GRUBU ADINA FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Covid-19 için aşıları nereden alıyoruz? Çin'den alıyoruz. Bize maddi yükü ne kadar? Belli değil çünkü Hükûmet açıklama gereği duymadı. Yeterli aşı var mı? Yok. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin çoğu toplumun büyük bir kısmını aşılamışken bizde toplumun yüzde 2'si bile aşılanmadı.
Peki, Türkiye'nin aşı konusunda köklü bir geçmişi ve bilgi birikimi var mıydı? Vardı tabii. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü Aşı Serum Üretimi Merkezi bu konuda başarılarını kanıtlamıştı. 1920-1921'de Fransa, İngiltere ve ABD'ye çiçek; 1940'ta Çin'e kolera; İkinci Dünya Savaşı sırasında çok sayıda ülkeye tifüs aşısı ihraç eden Türkiye değil miydi? Evet.
Bu topraklardaki ilk aşı üretimi Osmanlı İmparatorluğu dönemine uzanıyor. Öyleyse geçmişte kuduz, çiçek, tifüs, verem, tetanos, kolera ve grip gibi pek çok hastalığın aşısını ve antiserumunu gerçekleştiren ülkemiz, bugün neden aşı ithalatçısı konumunda? 1990'lardan itibaren bu kurumun aşı üretme kapasitesi neden bitirildi? Çünkü 1928'de kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsüne önce yatırımlar kesildi, sonra da 2011'de Enstitü tamamen kapatıldı.
Hıfzıssıhha Enstitüsü bir otorite ve referans merkeziydi. Dünyada kabul gören, raporlarına, sonuçlarına güvenilen bir merkezdi. Sadece üretim değil, denetleme ve akreditasyon merkeziydi aynı zamanda. Şimdi, her konuda her kafadan bir ses çıkıyor, birbirinden bağımsız birçok çalışmadan söz ediliyor. Türkiye'deki 16 farklı aşı çalışmasından sadece 1'ine izin verildi. Neden? Çünkü klinik çalışmalarda kullanılabilecek aşıyı üretebilecek standartta tesis yok da ondan. Oysa Enstitü tek elden süreci yönetiyordu. Eğer Hıfzıssıhha olsaydı bugün yaşadığımız karmaşayı yaşamazdık. Bu köklü kurum neden kapatıldı öyleyse? Çünkü Türkiye'de yeni teknolojiye uygun bir aşı ve serum üretim tesisi kurmak yerine aşı ithalatı daha az maliyetli görüldü tıpkı her şey de olduğu gibi. Çok şey üreten bu ülke hiçbir şey üretmez hâle geldi sayenizde çünkü hazırı alıp tüketen, sürekli heybeden yiyen bir düzeni benimsedik.
Sayın milletvekilleri, bana dışa bağımlı olmadığımız tek bir alan söyleyebilir misiniz? Söyleyemezsiniz çünkü yok. Dışa bağımlı olmadığımız tek bir alan yok ama hepimiz vatanseveriz öyle mi? Bu nedenle bırakın dünyayı etkileyen pandemilerde yurttaşlarını ilk aşılayan ülkeler arasına girmeyi grip ve zatürre aşısını bile zamanında getirip uygulayamıyoruz. Bakın, eğer bu pandemi de en azından sağlık ve gıda gibi en temel alanlarda kendimize yeten, bilim üreten bir ülke olmamız gerçeğini bize öğretemediyse hiçbir şey öğretemez.
İktidarınıza göre toplum yararına gelecek perspektifi olan bilim üretmek pahalı ve gereksiz. Bunun yerine derhâl kâr getiren teknolojilere -o da topluma sunmak için değil ha- sanayi yararına yatırım yapılmalı, ülke şirket gibi yönetilmeli. Bu yüzden üniversite-sanayi iş birliği kanun teklifleri hazırlanıyor. Desteklemeyi öngördüğünüz teknokentlerin asıl amacı nedir? Çok açık olarak söylüyorum: Büyük sermaye çevrelerinin yapacağı bilimsel çalışmaları üniversite laboratuvarlarında, onun teknik araçlarını kullanarak ucuza mal etmek. Madem teknokentler ileri teknoloji üretme kapasitesine sahip, tüm dünyada Covid-19 pandemisine karşı teknolojik buluşlar yapılırken ülkemizde neden tek bir buluş yapılmış değil? İşçilerin, emekçilerin vergileriyle oluşturulan ve tüm toplumun yaşamına katkı sunmak için bilim üretmesi gereken üniversitelerle ortak çalışan teknokentlerde en çok silah ve savaş sanayisi alanında araştırma yapılıyor da ondan. Örneğin, sadece ODTÜ Teknokent'te 35 tane silah teknolojisi üreten firma var ve 6 kişiden oluşan Teknokent Yönetim Kurulunun bir üyesi de yüksek rütbeli bir asker.
En iyi üniversitelerimiz savaş sermayesinin ucuz laboratuvarları olma yolunda ilerliyor. "Üniversite-sanayi iş birliği" diye anılan bu modelde asıl amaç, özel sermayenin omuzlarından külfetli AR-GE yatırımlarının maliyetini almak, bu maliyeti vergi veren herkese ödetmek; öğrenciler ve akademisyenler dâhil, üniversite kaynaklarını sermayenin sınırsız kullanımına açmak.
Bunun endişe verici bir diğer sonucu da gerçekleştirilen projelerin üniversiteye gelir getirdiği oranda değerli sayılması; eğer gelir getirmiyorsa değerli sayılmıyor. Akademisyenlerin bilimsel yaratıcılıktan ve düşünce ufkunun sınırlarını toplum yararına genişletmekten uzaklaşarak sermayenin ilgi gösterdiği kısa sürede patent alabilecekleri alanlara yönelmeye başlaması, birer girişimciye dönüşmeleri çok ciddi bir tehlike. Oysa önce bilgi ve sonrasında da katma değeri yüksek ürünler üretmenin tek yolu temel bilimlere önem vermek, üniversitelerin giderlerini kamu bütçesinden sağlayarak özerk yapılarını sağlamak ve üniversite içi demokratik bir yapının oluşmasını sağlamak. Fakat Hükûmetin üniversite perspektifi Boğaziçi Üniversitesindeki gibi Melih Bulu'dan ibaret olursa liyakatsizlikle, intihalle, sırf AKP'li olduğu için hak etmediği mevkileri işgalle özdeş üniversitelerden bilim üretmesini bekleyemezsiniz. Öyle Metallica dinleyip kırmızı çanta taşıyarak da üretmeden sevilmiyor insanlar, bunu da bilmek lazım. Bu vesileyle, üniversitelerin gerçek sahiplerine, Boğaziçi Üniversitesinde direnen öğrencilere ve akademisyenlere bir kez daha selamlarımızı göndermek istiyorum.
Değerli arkadaşlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi bir ay önce tüm yurttaşlarımız için son derece önemli bir karar verdi. Selahattin Demirtaş'ın tutukluluğunun ciddi hak ihlallerine neden olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyarken bir yandan da Türkiye'de iktidar emrindeki yargı sisteminin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. Tam otuz altı gün oldu, tam otuz altı gün; karara göre derhâl serbest bırakılması gereken Selahattin Demirtaş hâlâ tutuklu. Öncelikle bilmelisiniz ki bu kararı uygulamadığınız her gün aslında kararın ne kadar haklı ve doğru bir karar olduğunu da teyit ediyorsunuz. Çünkü AİHM bu kararda diyor ki: "Demirtaş sadece ve sadece milletvekili olarak yaptığı, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken siyasi beyanlarından dolayı tutuklu ve serbest bırakılmadığı her yeni gün yeni bir ihlal demektir." Karar ne diyor? "Türkiye'de yargı, terör kavramını eğip bükerek, Ceza Kanunu'nu keyfî şekilde kullanarak muhalif siyasetçilere açıkça kumpas kurmanın bir aracı hâline geldi." diyor. "İktidar partisi, muhalefeti siyaset yapamaz hâle getirmek için dokunulmazlıkları kaldırdı, dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde Cumhurbaşkanı defalarca emir verdi. Çözüm sürecinin sona ermesinin ve örneğin, 28 Temmuz 2015'te 'HDP liderleri bedelini ödeyecek.' diyen Cumhurbaşkanının açıklamalarının ardından Demirtaş hakkında hazırlanan ceza soruşturmalarının sayısı ve hazırlanma hızı birdenbire arttı." diyor. "Yeterli gerekçe olmadan, suçlamaların siyasi olup olmadığına bakmadan uzun süre hapiste tutarak Demirtaş'ın bir parlamenter, bir siyasetçi olarak görevini yapması engellendi." diyor. "İkinci büyük muhalefet partisi başkanı olarak yaptığı konuşmalar, tutukluluğun gerekçesi olarak kabul edilen şüphenin makullüğü için yeterli değil." diyor. "Demirtaş'ın eylemleri ve suçlamalar arasında ilişki olduğunu gösteren delil yok." diyor. "Demirtaş'ın kaçma, delil karartma şüphesi yok." diyor. Ve gelelim esas meseleye: Mahkeme nihai olarak "Demirtaş'ın tutukluluğu ve yargılanması, çoğulculuğu bastırma ve siyasi tartışma özgürlüğünü kısıtlama amacı taşıyan bir siyasi stratejidir." diyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Devamla) - Yani stratejiniz buymuş ve bunu açıkça, aslında bizim yıllardır söylediğimiz şeyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tescil ediyor. Şimdi, bakın, Cumhurbaşkanının o sayıları sürekli değişen danışmanlarından, başdanışmanlarından birisi kararı alıyor, oradan oraya çeviriyor, buradan buraya çeviriyor ve "AİHM bizi bağlamaz." demeye getiriyor. AİHM kararı bizi bağlar arkadaşlar. Sizler de başvurdunuz, bizler de başvurduk, bütün yurttaşlar başvurdular. "AİHM kararı bizi bağlamaz." demek bu ülkede Anayasa yok demektir çünkü Anayasa 90'ıncı maddeyi de 2014'te sizler getirdiniz. Bir sözleşme imzalanırsa ne olur? O sözleşmeye uyulur, "ahde vefa" denir buna. Demirtaş'ı serbest bırakın, Gültan Kışanak'ı serbest bırakın, İdris Baluken'i serbest bırakın, tüm arkadaşlarımızı serbest bırakın. Son cümlemi söyleyebilir miyim?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Selamlayalım lütfen.
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (Devamla) - Selamlıyorum.
AİHM diyor ki: "Ey Türkiye Cumhuriyeti, 46'ncı maddedeki hakları ihlal ettiniz." Burası Türkiye Cumhuriyeti arkadaşlar, burası bizim yurdumuz, hepimizin yurdu ve bu yurtta hep birlikte yaşıyorsak o kimseye karşı keyfî uygulama hakkınız yoktur. Bunu da böyle bilin.
Saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)