GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: CEZA MUHAKEMESİ KANUNU İLE CEZA VE GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA KANUNDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ
Yasama Yılı:3
Birleşim:56
Tarih:23.01.2013

BDP GRUBU ADINA MURAT BOZLAK (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı'nın geneli üzerinde konuşmak üzere Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Bu vesileyle Sayın Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, tasarı, Ceza Usul Yasası ile Ceza İnfaz Yasası'nda değişiklik öngörmektedir. 15 maddeden ibaret olan tasarının sadece 1'inci maddesi ile geçici 2'nci maddesi Ceza Usul Yasası'yla ilgili olup diğer maddelerin tamamı İnfaz Yasası'yla ilgilidir. İnfaz Yasası'yla ilgili maddeler konusunda ana muhalefet partisiyle iktidar partisi arasında önemli sayılacak bir ihtilaf yoktur.

Üzerinde kıyamet kopartılan madde, Ceza Usul Yasası'nın 202'nci maddesinde kısmi bir değişiklik öngören, tasarının 1'inci maddesidir. Diğer bir deyimle, kısıtlı da olsa ana dilde savunmayı gündeme getiren maddeye ilişkindir.

Değerli milletvekilleri, kişinin yaşamın her alanında ana dilini kullanması insan olmaktan kaynaklı en doğal hakkıdır. Ana dil hakkı, temel, evrensel bir haktır. Ana dil hakkı, yaşam hakkı yaşam hakkı kadar kutsal bir haktır. Bu hakkın kullanımı hiçbir kişi ya da makamın onayına, iznine, icazetine tabi tutulamaz.

Türkiye'nin çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı yapısı ülkemizin zenginliğiyken 1924 Anayasa'sıyla birlikte ne yazık ki ülkenin bu zenginliğine, çoğulcu yapısına son verilmiş, Türk-Sünni kimliğine dayalı tek tip bir ulus yaratma çabasına girişilmiştir. 1924 Anayasası ve ondan sonraki anayasalara hakim olan tekçi anlayış sonucu yürürlüğe konulan yasalarla Türkçe dışındaki ana diller yok sayılmış, baskı altına alınmış, asimile edilmeye çalışılmış ve kamusal alanın dışına itilmiştir.

Devletin özellikle de Kürt dili konusunda hassasiyeti çok daha üst düzeyde seyretmiş, bir dönem Anayasa'nın getirdiği tek tip belirlemesiyle yetinilmeyip 20 milyon Kürt'ün yaşadığı Türkiye'de 2932 sayılı Yasa'yla Kürt dili açık bir biçimde yasaklanmıştır. Milyonlarca yurttaşın ana dilinin yasaklanması ne büyük bir utançtır. Ne yazık ki bu ülkenin insanları bunu yaşamıştır. Daha da ötesi, tam demokratik bir düzende komik sayılacak gülünç uygulamalarla karşı karşıya kalınmıştır. Türkçe bilmeyen yurttaşa Türkçe öğreteceğiz diye özel kampanyalar hazırlanıp uygulamaya konulmuştur. İlkokul öğrencilerinin öğretmenleri tarafından sınıfta, okulda, sokakta, hatta evde ana babasıyla Kürtçe konuşmasına yasak konulmuştur. Küçücük çocukların muhbir olarak kullanılmalarından dolayı ileride uğrayacakları travmalar düşünülmeden hocaların görevlendirdiği muhbir öğrencilere, ilkokula giden öğrencilerin evlerinde anneleriyle, babalarıyla, kardeşleriyle Kürtçe konuşup konuşmadığının tespiti için pencere diplerinde kulak misafirliği yaptırılmıştır. Bu yolla, evlerinde dahi Kürtçe konuştukları için küçücük çocuklar öğretmenleri tarafından kendilerine şiddet uygulanarak cezalandırılmışlardır. Bu küçücük muhbirlerin mağdurlarından biri de benim. Evde Kürtçe konuştum diye öğretmenim bana dayak atmıştır.

Değerli arkadaşlar, bu ülkede "Vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları özel olarak yürütülmüştür. "Türkçe konuş çok konuş" sloganlarıyla bu ülkede ırkçı kampanyalar düzenlenmiştir. Kürtçe şarkı dinlemek bölücülük propagandası olarak yargılama konusu yapılmıştır. Daha düne kadar Kürtler ana dillerinde şarkıyı, türküyü gizli gizli dinliyorlardı. Aramalarda ele geçirilen aşk türküleri suç delili sayılıyordu. Türkçe bilmeyen Kürt annesi güç bela gittiği ceza evinde ziyaret ettiği çocuğuyla bir kelime dahi konuşmadan geri gönderiliyordu. HADEP Genel Başkanıyken Mardin ili Derik ilçesinde halka hitaben "?"(X) Derikliler dediğim için yargılandım. Bir tek kelime Kürtçe kullanmanın suç sayıldığı dönemlerden geçtik. Kürt dili üzerindeki devletin yasaklayıcı tutumu hâlâ ne yazık ki devam etmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Kürt halkı, dili ve kültürü üzerindeki bütün yasaklara, baskılara, asimilasyon politikalarına şiddetle karşı çıkmış, hiçbir zaman da kabullenmemiştir. Bu baskıcı ve yasaklayıcı zihniyete karşı Kürt halkı dün de, bugün de yaşamın her alanında ana dilini ve kültürünü savunmuş, bu konuda yapılan haksızlıklara karşı sokakta da, cezaevinde de, mahkemelerde de direnmiştir. Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakların kısmen kaldırılması, inkârdan kısmen vazgeçilmesi, devletin Kürt dili ve kültürüne ilişkin zihniyet değişikliğinden kaynaklanmayıp tamamen Kürt halkının ağır bedeller ödeyerek bu konuda yürüttüğü demokratik mücadelesinin bir sonucudur, gelip geçen hükûmetlerin bir lütfu asla değildir. Devletin bu konudaki zihniyetinde köklü bir değişim olmamıştır. Özü itibarıyla devlette bu zihniyet hâlâ  devam etmektedir. Ne yazık ki BDP dışındaki muhalefet partileriyle iktidar partisi katı bir şekilde bu zihniyetin temsilini yapmaya devam etmektedirler. Tasarının Parlamento gündemine geldiği andan itibaren tasarının görüşüldüğü İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Adalet Alt Komisyonu ve Adalet Komisyonunda kıyametleri kopartan ana muhalefet partisi, tasarının yargılama dilini değiştirmediğini, çift dilliliği getirmediğini, Anayasa'ya aykırı olmadığını, üniter devlet yapısını bozucu bir düzenleme olmadığını bildiği hâlde Kürt diline karşı olan tutucu ve ona ana dil hakkını yok sayan yaklaşım ile gerçekleri çarpıtarak kamuoyunu yanıltmaktadır.

Değerli milletvekilleri, Kürt sorunu Türkiye'nin en temel ve acil çözüm bekleyen başat sorunudur. Rahmetli Özal aynen şunu söylüyor: "Kürt meselesi çözülmeden büyük devlet olamayız. Daima ayağınızın altında bir taş, sizi götürmez bir tarafa. Birçok taraftan şu veya bu şekilde gagalanırsınız. Türkiye'nin büyümesini, gelişmesini düşünen herkes bunun çözülmesi için yardımcı olmalıdır. Bu iş artık `vatan, millet, Sakarya' söylemleriyle çözülmez. Mantıklı, geçerli, değişen dünya şartları içerisinde çözümümüzü oturtmamız lazım."

Rahmetli Özal'ın dediği gibi Kürt sorunu Türkiye'nin en temel ve acil çözüm bekleyen başat sorunudur. Bu sorun siyasi, hukuki ve insani boyutları olan devasa bir sorundur. Elbette ki çözümü de siyasi olacaktır, politik olacaktır. Çözümü anayasal ve yasal bazda ciddi değişiklikler getirecektir. Sıradan, Ceza Usul Yasası'nın bir tek maddesinde yapılacak bir değişiklikle çözülecek bir sorun değildir. Kürtlerin ana dillerinde savunma hakkından bahsettiği için bu madde değişikliği ile kıyameti koparanlar, Kürt meselesinin çözümü masaya yatırıldığında acaba ne yapacaklar, işin doğrusu merak ediyorum.

Değerli milletvekilleri, tasarı Kürt sorununu çözmeye yönelik bir tasarı değildir, tasarıyı getiren Hükûmetin de böyle bir iddiası yok.

KCK davalarında yargılanan sanıklar ana dillerinde savunma talebinde bulunmuş, mahkemeler de bu talebi kabul etmemiş, sanıklar ana dilde savunma yapma noktasında direnince birçok mahkemede yargılamalar tıkanmış durumdadır. Keza, kısa bir müddet önce cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerinde dile getirilen taleplerden biri de ana dilde savunma idi. Hükûmet tasarı ile yaşanan tıkanıklığı gidermek istiyor, somut bir olayı kendisince aşmaya çalışıyor. Tasarı, bize göre, son derece kifayetsiz, yetersiz, eksik; ana dilde savunmaya ilişkin kalıcı, köklü, dört başı mamur bir çözüm getirmeyen, sadece karşı karşıya kalınan somut bir durumu aşmaya yöneliktir. Bu anlamda da canıgönülden desteklediğimiz bir tasarı asla değildir. Küçük, somut bir duruma çözüm getireceği ve açlık grevlerinin riskli bir noktaya geldiği bir dönemde gündeme getirilen bu küçücük adımı da önemsedik.

Değerli milletvekilleri, tasarının uluslararası boyutu ile iç hukuktaki boyutuna kısaca değinmek istiyorum: 24 Temmuz 1923 yılında imzalanıp Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen Lozan Anlaşması'nın 39'uncu maddesi aynen şöyledir: "Madde 39 - Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık hakları ile siyasal haklardan yararlanacaklardır.

Türkiye'de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacaktır.

Din, inanç ya da mezhep ayrılığı hiçbir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından bir engel sayılmayacaktır.

Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde; din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama olmayacaktır.

Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır." Lozan Antlaşması'nın 39'uncu maddesinin ilk üç fıkrası, görüldüğü gibi, Müslüman olmayan Türk yurttaşlarına hak tanımaktadır. Bu üç fıkrada özellikle, "Müslüman olmayan yurttaş" belirlemesi yapılmaktadır. Bunun nedeni de daha sonra gelen iki fıkrayı bu üç fıkradan ayırmaktır.

39'uncu maddenin dördüncü ve beşinci fıkralarında belirtilen haklar tüm yurttaşlar içindir. "Müslüman-gayrimüslüman ayrımı bu iki fıkrada yapılmamıştır. Lozan Anlaşması'nın 39'uncu maddesinin beşinci fıkrasında yer alan "Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır." hükmü tam tamına doksan yıldır bu ülkede ihlal edilmektedir.

Kürtlere ana dillerinde savunma yapma hakkı tanımamak için bu madde hükümleri bilinerek ve istenerek uygulanmamıştır. Lozan Antlaşması'ndan bugüne değin gelip geçen bütün hükûmetler antlaşma hükümlerini ihlal etmişlerdir. Ana dilinde savunma yapmak isteyen sanıklara bu hakkı tanımayan hâkimler, savcılar, yargı mensupları suç işlemişlerdir. Ana dilde savunma için başka bir uluslararası belge aramaya gerek yok, işte size Lozan Antlaşması. Lozan Antlaşması hükümlerine uyulmuş olsaydı bu tasarıya gerek kalmayacaktı.

Değerli milletvekilleri, demokratik bir adım atmak için muhakkak uluslararası sözleşme ve anlaşmalarla bir yükümlülük altına girmiş olmamız gerekmediği gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye aleyhine verdiği bir ihlal kararının olmasını aramak da doğru değildir. Bu yaklaşım, bu anlayış son derece tutucu ve statükocu bir anlayıştır. Bu yaklaşımla, bu anlayışla Türkiye'yi demokratikleştirmek mümkün değildir. "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bize böyle bir yükümlülük getirmemiş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu konuda aleyhimize verdiği bir ihlal kararı ortada yok iken bu düzenlemeye ne gerek var?" diyen yaklaşım esasen Türkiye'yi küçümseyen bir yaklaşımdır, "Biz Avrupa'dan daha mı demokratız?" diyen yaklaşımdır.

Değerli arkadaşlar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi asgari hakları içermektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde belirtilen standartların üstüne çıkmak her zaman için mümkündür, ileri demokrasi de bu standartların üstüne çıkmakla olur. Diğer taraftan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi meseleye dil hakları bakımından değil, sadece adil yargılama açısından bakan bir sözleşmedir. Bu nedenle Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi 1201 sayılı Karar'la Bakanlar Komitesine dil ve kültürel haklarla ilgili ek bir protokol düzenlenmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine hazırlanıp 1992 yılında imzaya açılan Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı 1998'de yürürlüğe girmiş, bugüne değin Avrupa Konseyi üyesi 24 ülke tarafından imzalanmış olup imzalayıcı 11 ülke de bu anlaşmayı kendi ülkelerinde uygulamaktadır. Uluslararası dayanak arayan arkadaşlar bu anlaşmaya da bakabilirler.

Değerli arkadaşlar, tasarı mevcut hâliyle büyük eksiklikler barındırmaktadır. Tasarının 1'inci maddesinde ana dilde savunma imkânı yargılama boyunca sadece iki noktada, iddianamenin okunmasından sonra sanığın yapacağı savunma ve savcının esas hakkındaki mütalaası üzerine yine sanığın yapacağı savunma için öngörülmüştür. Bu iki hâl dışında yargılamanın diğer süreçlerinde bu hak sanıklara tanınmamaktadır. Bilindiği gibi Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası'na göre, yargılama, soruşturma ve kovuşturma olmak üzere iki temel evreden oluşmaktadır. Davanın açılıp açılmayacağının kararlaştırıldığı savcılık ve emniyet safhasını kapsayan soruşturma aşamasında sanığa en iyi bildiği dilde kendisini savunma imkânı verilmemektedir. Bu evrede tanınmayan bir hakkın bundan sonraki aşamada tanınması yargılama bütünlüğü açısından ve adil yargılanma ilkesi açısından sakıncalıdır. Bu hakkın yargılamanın tüm aşamalarında tanınması gerekir. Yargılamanın kovuşturma evresinde de bu hakkın kovuşturmaya ilişkin tüm işlemlerde tanınmaması önemli bir eksikliktir.

Ceza muhakemesi esas itibarıyla sözlü usule tabi olmakla birlikte yazılı savunma pratikte en çok başvurulan, özellikle de yargılama sırasında bilirkişi raporları ve tanık beyanlarına karşı kullanılan bir yöntemdir. Bu bakımdan sözlü savunmada tanınan bu hakkın yazılı savunmada tanınmaması ayrı bir eksikliktir. Tercüman ücretinin devlet tarafından karşılanmaması, bu imkândan parası olanların istifade etmesi, parası olmayanların mağdur olmasına yol açacağı gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne de aykırıdır. Keza bu hakkın yargılama sürecini uzatmaya matuf olarak kullanılamayacağı gerekçesiyle hâkime takdir yetkisi tanınması bu yetkinin keyfî olarak kullanılması ihtimaline de açıktır. Bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağı tamamen sanığın iradesine bırakılmalıdır.

Hapis cezasının infazının ertelenmesine ilişkin değişiklik içeren tasarının 3'üncü maddesiyle infaz sisteminde iyileştirme değil, suç tipi ayrımı yapılarak 3713 sayılı Kanun kapsamında yer alan suçlardan hükümlü olanlar aleyhine özel bir düzenleme öngörülmektedir. Tasarıyla, 3713 sayılı Kanun kapsamında yer alan suçlardan hükümlü olan gebe kalanlara negatif ayrımcılık yapılmış ve bu kişilerin ceza infaz kurumunda kalarak geçici de olsa infazlarının ertelenmesi engellenmiştir. Bu durum analık haklarıyla çocuk hakları bakımından yeni bir ihlal yarattığı gibi açık bir ayrımcı muameleye de yol açıcı niteliktedir.

Tasarı metninde, maruz kaldığı ağır bir hastalık veya sakatlık nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen mahkûmların -toplum güvenliği bakımından- cezasının infazının iyileşinceye kadar geri bırakılması, cezaevi yöneticilerinin, sanığın toplum güvenliği bakımından tehlike teşkil edip etmeyeceği kanaat ve kararına bağlanmış olması da bu hakkın kullanılmasını ciddi anlamda engelleyici, hatta ortadan kaldırıcı niteliktedir. Bu hakkın kullanımı cezaevi idaresinin takdirine bırakılmayıp rapor tek başına yeterli sayılmalıdır.

Tasarının 4'üncü maddesinde yapılan değişiklik infazda iyileştirme değil, mevcut maddeden geriye gidilerek infaz rejimini daha da ağırlaştırmaktadır. Erteleme talebinin kimi suçlar için, özellikle de 3713 sayılı Kanun kapsamına giren suçlar için kabul edilmeyeceğinin öngörülmüş olması eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, mahpusların işledikleri suçlar bakımından farklı infaz rejimlerine tabi tutulmayacağına ilişkin Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun kararlarına da aykırıdır.

          Tasarı ile 5275 sayılı Kanun'un 51'inci maddesinde yapılan değişikliklerin ödüllendirme olarak kabul edilmesi pratikte olumsuz sonuçlar yaratacak niteliktedir. Ödüllendirme yolu, ödülü verecek olan kurum mensuplarının hükümlüler üzerinde tahakküm oluşturmasına, başka bir deyimiyle pratikte çokça başvurulan itirafçılığın yaygınlaştırılmasına yol açacak niteliktedir.

          Belirttiğimiz eksiklerin sayın Genel Kurulca giderilmesini diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.

(X) Bu bölümde Hatip tarafından Türkçe olmayan bir  kelime ifade edildi.