GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:3
Tarih:06.10.2021

HDP GRUBU ADINA OYA ERSOY (İstanbul) - Sayın Başkan, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, evet, Paris İklim Anlaşması'nı konuşacağız ama sadece bir anlaşma üzerinden değil, aynı zamanda bu iklim krizinin sebepleri ve Türkiye olarak durumumuza dair konuşup sadece "Bir anlaşmayı onayladık ve geçti." demeyeceğimiz bir krizin çözümü üzerine odaklanan tartışma yürütmek ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ve Meclisi de Genel Kurulumuzu da buna davet ediyorum.

Türkiye iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden birinde yer alıyor ve tahminler Türkiye'de ortalama sıcaklığın 2100 yılına kadar 5 dereceye kadar yükseleceği yönünde. Dünyada Paris İklim Anlaşması'nı onaylamayan, biliyorsunuz, şu ana kadar onaylamayan 6 ülkeden biriyiz. Kim bu diğer ülkeler? İran, Irak, Libya, Yemen ve Eritre. Ama Türkiye'nin özellikle Akdeniz kuşağında olması sebebiyle yaşadığı iklim krizinin sonuçlarını özellikle bu yaz hepimiz ciddi bir şekilde fark ettik. Türkiye'de sera gazı emisyonları on sekiz yılda yüzde 138 arttı. Hani, diyoruz ya, sera gazı salınımlarında en az etkili olan ülke biziz, o yüzden sorumlu değiliz. Tam tersi, etkisi on sekiz yılda yüzde 138 arttı ve karbondioksit eş değeri olarak 2018 yılı toplam sera gazı emisyonu 1990 yılına göre yüzde 138 artış gösterdi. Yine bir veri: 2019 Küresel İklim Riski Endeksi Türkiye'de iklimin değiştirilmesinden kaynaklanan felaketlerin 1997-2017 yılları arasında yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir ekonomik kaybın oluşmasına neden olduğunu söylüyor.

Peki, baktığımızda, tüm bu olan bitene rağmen iktidar ne yaptı bugüne kadar? Nasıl bir çevre politikasına sahibiz? Hukuksuz orman kesimlerinden tarihî, doğal alanlara uzanan talana; kanalizasyonu denize boşaltmaktan zehrini doğaya salan santral ve fabrikalara, kentteki son yeşil alanların betonlaştırılmasından çarpık yapılaşmaya yani Kuzey Ormanları'ndan Munzur'a, Kaz Dağları'ndan Hasankeyf'e, Marmara Denizi'nden Validebağ'a kadar; bir iklim krizine karşı yapılmaması gereken ne varsa yapan, hepsini yapan bir iktidarla karşı karşıyayız. Yaptı ve yapmaya devam ediyor.

Isıtılan dünyamızda ucundan gördüğümüz, ancak ucundan gördüğümüz iklim felaketlerinin çok daha fazlasını görmemek için tüm fosil yakıt kullanımlarının sona ermesi şart.

83 milyonluk nüfusa sahip bir ülkede yaşıyoruz. Son on beş yılda en yüksek enerji talebi artışını yaşayan OECD ülkesi olarak tarihe geçtik. Türkiye'de elektriğin yüzde 56'sı fosil yakıttan, yüzde 37'si ise kömürden üretiliyor. Olmayan enerji ihtiyaçları için ve istihdam yalanlarıyla başta zaten madencilik ve enerji projelerine teslim edilmiş; Trakya'dan İstanbul'a, Bursa'dan Eskişehir'e kadar birçok yerde kömür yakan termik santraller dayatılan bir ülkeyiz. Yani yakın gelecekte hem milyonlarca insan hava kirliliğinden kaynaklanan ölümcül hastalıklara hem de dünyamız geri dönüşü olmayan bir cehenneme mahkûm ediliyor.

İklim krizinin en görünür biçimiyse hava kirliliği. Türkiye'deki karbon yakıtlarının ağırlığı nedeniyle büyük kentleri ve o çevredeki tüm canlıları hava kirliliği zehirlemektedir. Temiz Hava Hakkı Platformunun bir verisi var, hazırladığı bir rapor var, eylül ayında yayımladı. Bu rapora göre 81 ilimizin 79'unda oksijen yerine zehir solunmakta. Yıllardır doğayı yok sayan ve tepeden inmeci sermayenin kârından başka hiçbir şey düşünmeyen yağma ve talan politikalarıyla tarım arazilerinin yüzde 25'inden fazlasını kaybettik, meralarımızı kaybettik, ormanlık alanlar rant amaçlı mega projelerle ve kömür yakarak iklim felaketini derinleştiren enerji projeleri için talan edildi, dereler kurutuldu. Orman, mera, tarım alanı ne varsa bu Meclisten bir torba yasa çıktı, çıkardınız ve orman alanlarını, mera alanlarını, tarım alanlarını bu vasıflarının dışına çıkardınız. Gerekçe neydi? Gerekçe enerji ihtiyacı. Her yer hidroelektrik santral, nükleer santral, rüzgâr enerjisi santrali hâline geldi. TEMA Vakfının hazırladığı bir rapor var. Temmuz 2019'dan bu yana 2.685 noktada maden ruhsatı ihalesine çıkıldı. Daha yeni, daha bu yıl, 18 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazete'de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce 651 maden sahasının ihale edilerek aramalara açılacağı duyuruldu. Kaz Dağları, Alaplı, Murat Dağı doğayı tehdit eden maden projelerinden sadece birkaçı.

AKP'nin son on üç yılında 99 bin hektar orman madenlere açıldı. Ormanlardaki maden alanı önceki döneme göre tam 3'e katlandı ama siz orman alanlarının rehabilitasyonundan bahsediyorsunuz, bütün komisyonlarda ve her fırsat bulduğunuzda 11.186 hektar alanın rehabilite edildiğini iddia ediyorsunuz. Şimdi ben soruyorum: Ordu'da 58 bin dönümlük alanda siyanürlü maden işletmeciliği yapılıyor. Dünyada üretilen 1 milyon ton fındığın 700 bin tonu Türkiye'de üretiliyor, bunun yüzde 30'u yani 214 bin tonu Ordu çıkışlı. Fındığın ihracat getirisi ne kadar, biliyor musunuz? 2 milyar dolar. Bu kadar da değil. Ordu aynı zamanda bal üretiminde Türkiye'de 2'nci sırada. Balın sağladığı katma değer 510 milyon lira. Peki, soruyorum: Bunların rehabilitasyonu mümkün müdür? Ya Ege zeytinlikleri? Zeytin ağaçlarının, o katledilen zeytin ağaçlarının rehabilitasyonu mümkün müdür? Havzaların, mera alanlarının kurtarılması için bir planınız var mı? Yangınlar, betonlaşma nedeniyle bu halka yaşatılan sel ve taşkınlar; afet, kıtlık, kuraklık da geliyor. Tarım alanları, ormanlar, su kaynaklarının korunması için bir planınız var mı? 2001-2020 yılları arasında toplam 46.727 orman yangını yaşandı bu ülkede, bu yangınlardan 178.374 hektarlık alan zarar gördü. 2020 yılında çıkan 3.399 yangında 20.971 hektarlık alan zarar gördü. Geçtiğimiz temmuz-ağustos aylarını hep birlikte yaşadık, 49 ilde çıkan 299 orman yangınında yurttaşlarımız hayatını kaybetti, yüzlerce hektar orman ve yerleşim yeri küle döndü ve binlerce hayvan zarar gördü. 11 Ağustos 2021'de Batı Karadeniz'de aşırı yağış sonrası Kastamonu, Sinop ve Bartın illerini etkileyen sel felaketlerinde -son verilerle- toplam 82 kişi hayatını kaybetti, kayıp yurttaşlarımız oldu ve yaralananlar oldu. Küresel çapta hissedilen iklim krizi dünyanın farklı bölgelerinde, evet, aşırı hava olaylarına neden olsa da en büyük etkisini de tatlı su kaynaklarını kirleterek ve su kıtlığını tetikleyerek gösteriyor. Sıcaklık arttıkça suda oksijen oranı azalıyor, su kalitesinin bozulması ve canlı yaşamının etkilenmesi demek bu. Toprağın organik maddelerden azalıp suya geçmesi ve akarsular, göller, yer altı sularının bozulması demek. Sadece kuraklık yani su azalması değil, aynı zamanda suyun kalitesinin bozulması demek. Zaten şu içtiğimiz pet şişe sular var ya, onlardan nasıl bir su içtiğimizi hiçbirimiz bilmiyoruz, suyun ticarileştirilmesinin sonucu. Evet, sıcaklık artması sulardaki ölümcül patojenlerin oranını artırarak içme sularını insanlar için tehlikeli hâle getirmekte.

Yapılan tahminlere göre Türkiye nüfusu 2040'ta 100 milyonu aşacak. Kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının bin metreküpün altına düşmesiyle Türkiye su fakiri bir ülke konumuna gelecek. Türkiye iklim değişikliğine bağlı riskler konusunda hassas ve kırılgan bir coğrafyada yer aldığı için bu etkiler özellikle su varlıkları üzerinde kendini daha fazla gösterecek. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Bir Kanal İstanbul su projesi değil mi? Kanal İstanbul Projesi, rant projesi, su kaynaklarını gasp projesi. Ve Paris İklim Anlaşması'nı bugün onaylayacağız, öyle söylendi. Bu onaylandıktan sonra ne olacak biliyor musunuz? Siz bu izlediğiniz madencilik politikalarına da "Aynı şekilde devam ederiz." diyemeyeceksiniz. Ormanların talanını sürdüremezsiniz artık ve kültürel miras, arkeolojik sit alanlarını artık talan edemezsiniz. Sulak alanların korunması için politikalarınızı değiştirmek zorundasınız. Bütün bunların yanında o Kanal İstanbul Projesi'nden vazgeçtiğinizi açıklamak zorundasınız.

Evet, iklim krizi tüm dünyayı, içinde bulunduğumuz coğrafyayı sosyal, politik ve ekonomik olarak etkilemeyi sürdürecek, bunu artık herkes biliyor. Mevsimler kaydı, kuraklık başladı, göller kuruyor çünkü doğa sermayenin birikim hızına yetişemiyor ve kendini iyileştiremiyor, yenileyemiyor ve ölüyor. İklim krizinin gerçek nedeni budur. İklim krizi bir sonuçtur. Nedenini, sorumlusunu göz ardı edip sonucun etkilerini azaltmaya dönük çabalar krizi yönetme politikasından başka bir şey değildir. Neoliberal politikaların yani doğanın yağması, kentlerin talanı ve sömürü politikalarının yaratığı ekolojik kriz, bizim şu an içinde bulunduğumuz kriz. Paris Anlaşması bu nedenle sadece tek başına kurtarıcı bir anlaşma değildir.

İklim Sözleşmesi'nin imzalandığı 1992 yılından bu yana duruma bir bakalım; bir sürü vaat vardı, emisyonlar azaltılacaktı ama ne oldu? Ülkelerin emisyonları arttı. 1990-2015 yılları arasını kapsayan dönemde emisyonlar yüzde 60 arttı, birikimli toplam emisyonlar 2 katına çıktı. Yani emisyonların azaltılması bir yana 2 katına çıkması uluslararası iklim rejiminin başarısızlığının açık bir göstergesidir. Ve Paris İklim Anlaşması, küresel karbon emisyonunun azaltılmasını kurallarla sınırlayan bir anlaşma da değil; 1,5'a kadar azaltılmasından bahsediliyor ama hâlihazırda 1,8'i zaten geçmiş durumda. Ülkelerin emisyonları, 2015 tarihli Paris Anlaşması'ndan bu yana azaltma taahhütlerine rağmen artmaya devam etti. Üstelik, pek çok ülke vaatlerine rağmen fosil yakıtları sübvanse etmeye devam ediyor. Bakın, Çin, her hafta bu ülkede, büyük bir kömür yakıtlı elektrik santrali inşa ediliyor. Japonya, denizaşırı kömür santrallerinin en büyük finansörlerinden biri ve Norveç, devasa boyutlarla yeni petrol ve gaz sahaları açıyor.

Dünyadaki ormanlar talan ediliyor. 2014 yılında, ormansızlaştırmayı 2030 yılına kadar sona erdirme sözü verdiler, talana devam ediyorlar. Bu vaatlerin hiçbirini yerine getirmedi hiç kimse.

Evet, Paris İklim Anlaşması aslında bir finans anlaşmasıdır ve sermayeyi bağlayan bir anlaşma. Bunun devletler üzerinde sözde bir yaptırımı yok, cezai yaptırımı yok. Gerçi, Türkiye'nin, şu anki rejim açısından, iktidar açısından bağlayıcı cezai yaptırımları olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi karşısındaki tavrını bile bugün burada biz bizzat yaşıyoruz. Sözleşmeyi ve mahkeme kararlarını tanımayan, hukuksuzlukları devam eden bir iktidarla karşı karşıyayız. Başta Sayın Selahattin Demirtaş davası olmak üzere, Osman Kavala davası olmak üzere bizzat yargı kararlarına aykırı davranan, bir gecede Cumhurbaşkanı kararnamesiyle beğenmediği "İstanbul Sözleşmesi'nden çıktım." diyen bir iktidarla karşı karşıyayız. O yüzden, bunların bütün sonuçlarını ve bu sözleşmeyi uygulatmayı da biz bizzat bu ülkede yaşayan halklarla beraber vereceğimiz mücadeleyle garanti altına alacağımıza inanıyoruz.

Evet, "Paris" adlı iklim anlaşması finansal bir anlaşma dedim. Bu yeni bir ekonomik düzen öngörmekte; ekolojik varlıklar kaybolduğu için ve eski kaynaklar çok pahalı olduğu için küresel sermaye kendisi için bir geçiş öngörüyor. Yani, daha az maliyetli ve daha kârlı bir geçiş. Bunu nasıl yapacak? Halklardan toplanılan vergilerle yapacak. Bunlardan oluşan kamu bütçelerini sermaye için enerjide dönüşümü sağlayacak altyapı yatırımlarının yapılması ve fosil şirketler yerine bu kez yenilenebilir enerji şirketlerinin, elektrikli otomobil şirketlerinin, düşük karbonlu bina yapan inşaat şirketlerinin, jeomühendislik şirketlerinin desteklenmesi öngörülüyor. Şimdi, doğanın kapitalist yağması ortam değiştirerek sürüyor. Bu çözüm mü? Doğanın talanı devam ediyor. Rüzgâr ve güneş enerji santralleri, güneş pilleri, elektrikli otomobiller için madencilik, alan değiştiriyor.

Şimdi, burada özellikle kısaca özetlemeye çalıştığım şey: Yeni sermaye planları, projeleri, kapitalizmin sürdürülebilir hâle gelmesini sağlama çabasının bir parçası olarak sermaye tarafından ve sermaye devletleri tarafından getiriliyor. Ama tabii ki yaşamın karşısında masa üstündeki bu plan sadece sermayenin ihtiyacı doğrultusunda değil aynı zamanda halkların direnişi doğrultusunda yapılan bir plan hâlindedir ve bunu gerçekten doğa yararına uygulatacak tek güç de bizim. Amazonlardan Kaz Dağları'na, Munzur'a, Validebağ'a kadar halkların ortak direnişiyle mümkündür, biz buna inanıyoruz.

Şimdi, "yeşil mutabakat" deniyor bu sözleşmeye göre "yeşil düzen", "yeşil dönüşüm" hatta ve hatta AKP Genel Başkanının eklediği "yeşil kalkınma devrimi"; bu lafların tek amacı sermayenin kâr oranlarını artırmak. Bakan Kurum açıklama yaptı yine bu Paris Anlaşması üzerine ve dedi ki: "Yeni bir kalkınma süreci tüm dünyada başlayacaktır; 'yeşil kalkınma' bunun adı." Şimdi biz nerede bir kalkınma varsa şunu gördük; o sizin şirketlerinizin kalkınması, halkların yoksullaşması, emeğin sömürüsü ve doğanın talanı demek. Kalkınma adı altında getirilen bütün yasalarla biz burada, bu Meclis çatısı altında, bu yasaların hepsinin sonucu olarak bunların yapıldığını gördük. Şimdiden hatta, Paris Anlaşması bu Meclis Genel Kurulunda onaylanmadan bile mevcut iktidar etrafında kümeleşen o şirketler var ya, fosil yakıtlara dayalı büyüyen Cengiz, Limak gibi termik santraller, nükleer, madencilik sektörünün tekelleri; küresel sistemde kredi bulabilmek için madencilik sektörünün tekelleri yenilenebilir enerji sektörüne bir anda hızla adım atmaya başladılar çünkü Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası tarafından Türkiye'ye, yenilenebilir enerji sektörüne 500 milyon dolar kredi verileceği haberleriyle bunların CEO'ları harekete geçti.

Özetle, sermayeyle hesaplaşmadan, sermayenin iktisadi ve siyasi gücü kırılmadan, sermayenin ve destekçisi devletlerin sorumlu olduğu iklim krizi çözülemez. Benzer bir biçimde işsizlik, yoksulluk, ayrımcılık gibi toplumsal eşitsizlikler ve uluslararası iklim adaletsizlikleri de çözülemez; biz bunu biliyoruz. O nedenle, burada, tabii ki bu anlaşma halkların direnişinin, tekrar ediyorum, bir kazanımıdır aynı zamanda ama sadece bu anlaşma bu krizleri çözmeye yetmeyecek ve burada eğer bir krizden bahsediliyorsa, bir kriz varsa anında müdahale gerekir. On yıl, yirmi yıl, 2030'lara kadar sürecek bir müdahale sürecinden bahsedilemez; aynı, bir kalp krizi geçiren kişiye "Sen otuz yıl bekle." denilemeyeceği gibi. Evet, sermayenin birikim hızına karşı doğa kendini yenileyemiyor ve ölüyor; yenileyemiyor, bu hıza karşı kendini yenileyemiyor. O nedenle, burada yapılacak başlıca iş, iklim acil durumu ilan edilmek zorunda ve doğanın kapitalist yağmasına acilen son verilmeli. Emisyon artışları, ekolojik yağma, iklim krizi, toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler, bunların hepsi birer sonuçtur. Emisyonları azaltmaya çalışmak gerekir ama arkasındaki nedenleri ortadan kaldırmadan sonuç olan emisyonlar azaltılamaz. Sermayenin yararına değil, doğanın ve halkın yararına demokratik bir dönüşüm esas alınmak zorundadır. Bütün emisyonlardan sorumlu 86 şirket var ya, işte emisyon sağlayamaz hâle getirilmeli ve iklim krizinin mali yükü de dünyadaki halklara değil, bizzat bu şirketlere yüklenmek zorundadır. Bu şirketlerden alınıp hak sahiplerine, halklara verilmek zorundadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sözlerinizi tamamlayın lütfen.

OYA ERSOY (Devamla) - Bizler, hem bu ülkenin dört bir yanında hem de dünyanın dört bir yanında doğasına, suyuna, toprağına sahip çıkan tüm halklarımızla beraber doğanın, insanın, kurdun, kuşun hakkı için mücadeleye devam edeceğiz diyorum.

Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)