| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1319) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 1 |
| Tarih | : | 15 .08.2016 |
MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, Komisyonumuzun değerli üyeleri, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, değerli basın emekçileri; saygıyla selamlıyorum, iyi akşamlar.
Teklifle bütçe dışında yeni ve büyük bir fon oluşturuluyor. Bu fon, kamu kaynakları aktarılarak kuruluyor. Bu yolla bu kaynakların kullanımı ve harcaması bütçenin Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetiminin dışına çıktığı aşikâr. Bu fona hangi kamu kaynaklarının ne koşullarda aktarıldığına ilişkin hiçbir açıklık bulunmuyor. Özelleştirme kapsamındakiler de dâhil devlete dair gelir getiren her şey bu fonun içerisine konuluyor. Gerekçeden anladığımız kadarıyla bu fonun borçlanma ve diğer yollarla elde edeceği kaynaklar, otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük kamu yatırımlarının finansmanının sağlanması amaçlanmaktadır. Ayrıca, yurt dışındaki petrol ve doğal gaz yatırımlarına yasal ve bürokratik kısıtlamalar olmadan yatırım yapma olanağı verileceğini söylüyor. İlk bakışta çok cin fikir gibi duran bu bütçe dışı fon oluşturup kamu kaynaklarını bu fona aktararak yatırımını finanse etme fikri Türkiye'yi geçmişte hayata geçirmek için çok çalıştı ama büyük bir hüsranla sonuçlandı.
İktidarlarımızın fon iştahı ne yazık ki bitmemektedir. Mali disiplini ve her türlü denetim düzeneğini ayak bağı olarak gören az gelişmiş bir zihniyetin ürünü gibi durmaktadır ortada. IMF zoruyla 2000 programı sonrasında zar zor tasfiye edilen fon sistemine henüz bellekler çok tazeyken çarçabuk geri dönülmesini anlaşılmakta oldukça zorlanıyoruz. "Fon" adı altında bütçe dışı devasa harcama birimleri oluşturmaya niyetlenilmezdi aslında.
Kamu maliyesi yönetiminde borç ve fon tuzaklarına düşme alışkanlığımız cumhuriyet ötesi bir tarihsellik taşıyor, anımsayalım: Osmanlı'nın ilk dış borçlanmasından borçlarını ödeyemez duruma düşüp mali iflasın moratoryum istemesine kadar sadece yirmi yıl yeterli olmuştu. Bu borçlar, cumhuriyet hükûmetlerini ve nesillerini 1950'ye kadar etkilemeye devam edecekti. Çok partili dönemde, Demokrat Partinin 1958'de mali iflas bayrağını çekmesi yani moratoryum ilan etmesi için sekiz yıllık bir iktidar süresi yeterli olacaktı. Döviz ve altın stoklarını erittikten sonra bir de ödenemez büyüklükte dış borç biriktirmeyi bu kadar kısa sürede başarabilmek, ancak kendi tarihinden ders almasını bilmez ve sadece günü kurtarmaya dönük bir az gelişmiş siyaset türünün ürünü olabilirdi. Çok geçmeden 1983 sonrasında borç ekonomisine koşar adım gidildi. Bu anlayışın yeniliği, yerli mali piyasalardan iç borçlanma serüvenine de girişmesiydi. On sekiz yıl sonra, 2001 Şubat krizi aynı zamanda bu sorumsuz maliye politikalarının çöküşüydü. Ama bu defa, ciddi olarak tekrar gündeme gelen moratoryuma gidilmedi. "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" kötü borçlanma alışkanlığını tasfiye etmeyi değil, sadece sürdürülebilir sınırlar içinde tutmayı hedefliyordu. Ancak kamu iç ve dış borcunun göreli yükünün azaltılması için kamu varlıklarının satışı fiilen yürürlüğe sokuldu.
Özal ekonomisinin kötü bir mirası da fon sistemiydi. Fon sisteminin hâkim özelliği fon kesintileriyle yeni kamu kaynakları yaratmak yerine, mevcut vergi gelirlerini bütçe dışı fonlara aktarmaktı. Keyfî bir yönetim anlayışıyla çakışan bu gelişme 1984-1987 döneminde her beş haftada bir yeni bir fon kurulması ve her iki günde bir sıklığında fon mevzuatıyla oynanması aşırılığına kadar vardı. Üniversitelerde ayrı ayrı kurulan fonlar tek tek sayılırsa, 1991'de fon sayısı 107'ye ulaşmıştı ve bunların tümünün hesabı Maliye Bakanlığında bulunmuyordu. Öyle ki fon mevzuatına hâkim bürokrat dahi bulunamıyordu. 1991 yılına gelindiğinde toplam fon gelirlerinin konsolide bütçe gelirlerine oranı yüzde 57,3 düzeyine varmıştı. 1992 Nisanından itibaren oluşturulan müşterek fon hesabıyla sistem kontrol altına alınmaya çalışıldı ancak kesin çözüm 9 Aralık 1999 tarihinde IMF'ye verilen ilk niyet mektubundaki taahhütler çerçevesinde kapsamlı bir tasfiye sağlandı. Özal döneminde alabildiğine değiştirilen kamu özel fonları sistemi çığırından çıkarıldıktan sonra 1991 yılına gelindiğinde bütçe dışı fon gelirlerinin bütçe gelirine oranı yüzde 53 gibi devasa bir düzeye ulaşmıştı. Bunlardan çalışanların tasarruflarını teşvik hesabı 1986 ve konut edindirme yardımı (KEY) 1987 gibi, istihdam fonları büyük aldatmacalarla tezgâhlanmıştı.
Çalışanların tasarruflarını teşvik harcamaları 2000 yılında aynı oranda prim tahsil yetkisi yeni kurulan İşsizlik Sigortası Fonu'na böylece dönüştürüldü. Bu iki fonun bakiye varlıklarının nihai tasfiyesi ise AKP döneminde gerçekleştirildi ama yine de hak sahipleri aleyhine alınan önlem ve formüllerle.
Haziran 2000'den itibaren işçi-işveren, devletin ödediği primlerle İşsizlik Sigortası Fonu birikim yapmaya başladı. İşsizlik ödenekleri ise Mart 2002'den itibaren devreye sokuldu. Zaman içinde sermaye çevrelerinin baskısıyla kesinti oranlarında indirimler yapıldı ama değişmeyen tek bir şey vardı: Fonda biriken nema gelirinde büyüyen kaynakların işsiz ordusuna aktarılmamasının başarılması. Nasıl? Birbirini tamamlayan 3 yoldan işçiler bu fonlardan faydalanamadı. Birincisi, fona girişlerin fevkalade güçleştirilmesiydi arkadaşlar. İşsizlik ödeneğine hak kazanabilmek için 4 koşulun yerine getirilmesi şarttı. 1) Kendi istek ve kusuru dışında işini kaybetmek. 2) Hizmet akdinin sona erdiği tarihten itibaren otuz gün içinde başvurmak. 3) İşten ayrılmadan önceki son yüz yirmi gün sürekli çalışıp prim ödemiş olmak. 4) Son üç yılda en az altı yüz gün işsizlik sigortası primi ödemiş olmak arkadaşlar.
İkincisi, fonda kalışların çok kısa tutulmasıyla yukarıdaki giriş koşullarını sağlayanların son üç yılda işsizlik sigortası prim ödemelerine göre altı yüz, dokuz yüz ve bin seksen gün sırasıyla yüz seksen, iki yüz kırk veya üç yüz gün işsizlik ödeneğine hak kazanmaktır arkadaşlar.
Üçüncüsü, hak kazananlara ödenen işsizlik ödeneğinin çok düşük tutulmasıyla bu ödeneğin aylık asgari ücretin netinin yarısıyla tamamı arasında kalması öngörülmüştü. Oysa prim toplarken prime esas aylık brüt kazançlar 4447/49 dikkate alınıyordu. Prim tavanıyla ödenek tavanı arasındaki oransızlık göze batacak kadar yüksekti.
Peki, işçilerden işsizlik hâlinin güvencesi olarak toplanan kaynaklara işsizlerin ulaşmasının bu kadar zor olması işçi sendikalarının sorunu olmadı mı? Tabii ki oldu. Nitekim çalışanların tasarrufu teşvik hesabı çalışanlar lehine bir çözüme kavuşturarak tasfiye edeceğini programına alan Refah Partisinin 1996'da iktidar olması ve Çalışma Bakanlığına HAK-İŞ Konfederasyonu Başkanlığından gelen Necati Çelik'i getirmesi çalışanlar aleyhine bir tasfiye projesine angaje olmasını engellememişti. Tıpkı AKP'nin 2007-2011 döneminin 60'ıncı Hükûmet Eylem Programı'ndaki işsizlik ödeneğinden yararlanmak için gerekli olan şartlar esnetilecek, ayrıca işsizlik ödeneğinin miktarı artırılacaktı. Vaadini izleyen yıllarda hiç anımsamadığı, hatta bizim bu yönde verdiğimiz kanun tekliflerini her yasama döneminde kendi milletvekillerinin oylarıyla reddettiği gibi...
Peki, o zaman İşsizlik Sigortası Fonu ne işe yaradı arkadaşlar? Avrupa Birliği başta olmak üzere dış dünyaya Türkiye'nin taahhüde girdiği sosyal sigortacılığın yeni bir aşamasını daha yerine getirdiğini göstermek işin bir yanıydı. Daha belirleyici olanı ise İşsizlik Sigortası Fonu getirilirken tıpkı önceki istihdam fonları gibi sosyal işlev yerine mali işlevin öncelikli görülmesiydi. Bu mali işlev başlangıçta iki düzeyde tasarlanmıştı: Biri, İşsizlik Sigortası Fonu'nda biriken fonların kamu borçlanması için önemli bir kaynak oluşturması, bu arada kamu iç borçlanma vadelerini uzatırken faiz maliyetlerini düşürmesi. İkincisi de, IMF'ye verilen taahhütler doğrultusunda kamu kesiminin birincil fazda iyileştirme ve millî gelire oranla yılda yüzde yarım dolayında gerçekleşmesidir arkadaşlar. Dolayısıyla, İşsizlik Fonu'nun asıl işlevinin başlangıçtan itibaren işsizliğin sigortasını oluşturmaktan ziyade kamu finansman gereksinmelerini karşılamak olduğu açıktı.
Bunu sayıların diliyle de gösterebiliriz. 2015 sonu itibarıyla 93 milyar TL olan toplam fon varlığının yüzde 91,4'ünü uzun vadeli kuponlu devlet tahvillerinde, yüzde 1,1'i kuponsuz tahvillerde, yüzde 7,6'sını da mevduat hesaplarında tutulduğu aşikârdır. 2000-2015 arasındaki birikimli fon gelirleri 128,7 milyar TL'yi buluyordu ancak bunun sadece 10,6 milyar TL'si işsizlik ödeneği olarak ödenmişti. İşsize ayrılan bunun 10,6 milyar dolarıdır. Aradaki fark nereye gitmiştir? İlkönce AKP hükûmetleri döneminde fona mali amaçla el koymanın yeni bir yöntemi daha yürürlüğe konulmuştur. 2008'den itibaren GAP gerekçe gösterilerek İşsizlik Sigortası Fonundan bütçeye ekonomik kalkınma ve sosyal gelişme gideri payları aktarılmaya başlanmıştır. 2003'te son bulana kadar bu paylar toplam 13 milyar TL'yi bulmuştur. Yani fon işsizlik ödenekleri toplamını aşmıştır.
Ayrıca İşsizlik Sigortası Fonu işveren payı muafiyetleri üzerinden sermayeye bol kepçe teşvik yağdırılmaktadır. Bu arada "aktif iş gücü programları" altında gösterilen harcama kalemi de giderek kabarmaktadır. Bu kaleme sadece 2015 yılı için ayrılan kaynak 3.026 milyon TL olurken, işsizlik ödeneği kalemi 2.199 milyon TL'de kalmaktadır.
Resmî işsiz sayısının 3 milyonun üzerinde, gayriresmî 5 milyonun üzerinde olduğu bir ülkede on dört yılda sadece 4,3 milyon işsizin fondan yararlanabilmiş olmasının da gösterdiği gibi işçiler için biriken parada herkesin gözü vardır. Bu "herkes", sermaye ve maliyeden ibarettir. Bu nedenle, İşsizlik Fonu kaynaklarına hâkim olma mücadelesi işçi sınıfının gündeminin birinci sırasında her zaman yer almaktadır.
Şimdi, İşsizlik Sigortası Fonu'ndan sonra geçtiğimiz hafta yine BES 45 yaşın altında çalışanların tamamına mecburi kılındı. 2000 yılında yürürlüğe giren ama geçtiğimiz günlerde Parlamentoda 45 yaşın altında olanlarda mecburi kılındı ve BES'e üye oldular. Şimdi yeni bir fon tehlikesiyle karşı karşıya Türkiye işçiler açısından, emekçiler açısından. Ulusal İstihdam Projesi'nin yürürlüğe girmesi, esnek çalışma biçiminin yürürlüğe girmesi, istihdam bürolarının yürürlüğe girmesiyle birlikte şimdi en büyük tehlikelerden bir tanesi bu fonlardan sonra kıdem tazminatının kaldırılması, Kıdem Tazminatı Fonu'nun kurulmasıdır arkadaşlar. Böyle bir tehlikeyle karşı karşıya işçiler.
Başlangıç sorusu şudur: Kıdem Tazminatı Fonu'nu iktidar ve sermaye neden bu kadar büyük bir arzuyla istemektedirler arkadaşlar? Bunu görmemiz lazım. İçinizde birçok milletvekili olup da iş adamı olanlar var, Sayın Bakan da var, Denizli'de önemli sanayici, iş adamlarımızdan biri.
Şimdi, bu fonun da kurulması ve kıdem tazminatının yıllardır işçinin, emekçinin kazanmış oldukları bu kıdem tazminatının tasfiye edilmesi, buna gerekçe de, ya bu kadar insan çalışıyor ama kıdem tazminatını kazanan işçi sayısı çok az, dolayısıyla herkesin bundan faydalanması gerekiyor, bu nedenle fonun kurulması gerekiyor. Bu fon bu kadar masum mu, bu kadar temiz mi? Bana göre, bunu bir incelemek lazım.
Sermaye açısından bu sorunun yanıtı çok basittir. Kıdem tazminatı yükünü azaltmak ve zamana dengeli yaymak ve iktidar açısından da basit gibidir. Sermayeyle iktidar olduğuna göre bu yıllanmış talebi yerine getirmekten daha doğal ne olabilir ki? Ama mesele bu kadar basit değildir. Daha büyük hesaplar vardır. Bu hesabın özeti bir koyundan kaç post çıkarılabileceği üzerinden düğümlenmektedir. İktidar ve sermayenin büyük bölümüyle birbiri içine geçmiş çıkarlarının düğümünü çözmeye buradan başlayabiliriz.
İktidar açısından: Bir, bu tür cesametli fonlar oluşturma girişimleri, her zaman ilk bakılacak yerin kamu kesimi iç finansman dengeleri olduğunu fısıldar. Bu her zaman böyle olmuştur. Çalışanların Tasarrufları Teşvik Fonu 1986 ve
Konut Edindirme Yardımı (KEY) 1987 gibi, istihdam fonlarının hangi büyük aldatmacalarla tezgâhlandığını ama esas olarak kamu finansmanına uzun yıllar kaynak oluşturduğunu hatırlayabiliriz.
Çalışanların tasarrufları teşvik harcamaları primleri 2000 yılından aynı oranlarda yeni kurulan İşsizlik Sigortası Fonu'na devredildiğinde bu bir "kamuyu fonlama projesi" denildi arkadaşlar. Sonuç ortada değil mi? 2000-2015 arasındaki birikimli İşsizlik Sigortası Fonu gelirleri 98,7 milyar TL idi. Bunun sadece 10,6 milyar TL'si işsizlik ödeneğine ayrılmıştı. Ayrıca, sermayeye yönelik teşviklerin -bölgesel istihdam teşvikleri- önemli bir bölümü de buradan karşılanmıştı. Bitmedi: 2015 sonundaki 93 milyar TL'lik fon bakiyesinin yüzde 92'si uzun vadeli devlet tahvillerinde yatıyordu. Yani, kamu kesimi piyasadan bulamadığı uzun vadeli tahvil alıcısını emrindeki fonda buluyordu. Böylece, hem kamu iç borçlanma vadeleri uzatılmış oluyor hem de bunun için ilave faiz maliyetleri yükü taşınmamış oluyordu. Ama, hâlâ bitmedi: Kamu kesimi, IMF'ye verilen taahhütler doğrultusunda kendi faiz dışı fazla hesabını millî gelire oranla yarım puan iyileştiriyordu. Ortalama tasarruf oranını yukarı çekmesi de cabası.
Daha ne olsun? Daha fazlası, bir rezerv fon yerine iki rezerv fonla sağlanabilir. Kıdem Tazminatı Fonu da bunun için biçilmiş kaftandır. Eğer gerçekleşirse 3 etkinin ortaya çıkması garantidir: FDF ve tasarruf oranı yükselecektir, kamu borçlanması için yeni bir rezerv fon oluşacaktır. Diğer etkiler olursa cabası olur. Ama, durun, 3 fon 2 fondan daha iyidir:
Otomatik BES (bireysel emeklilik sigortası) kanunlaştı ve Kıdem Tazminatı Fonu için geçerli olan bütün finansal etkiler burada geçerli olacak. Hatta, dikkat edelim, BES'in güçlenmesiyle uzun vadede Sosyal Güvenlik Kurumunca ödenen emekli maaşlarını kısmak dahi gündeme gelebilir. Sosyal Güvenlik Kurumunun merkezî bütçeden yapılan transferlerle dengeye gelebildiğini düşünürsek bu işlem merkezî bütçe açıklarını da azaltır. Şimdiden kaç post etti, bunu da size bırakıyorum.
AKP iktidarı, şimdiye kadar kamunun iç açıklarını makul düzeyde tutarak ikiz açıklar vermekten kurtuldu. Kredi notunun idare eder noktalarda tutulmasının en önemli nedeni buydu. İç açıkları sınıflaması, hem sıkı maliye politikalarına başvurması hem de sürekli olarak bütçeye yamayacak bir defalık gelir kaynakları bulmasıyla ilintiliydi. Özelleştirmeler, vergi afları, 2B uygulaması, yabancılara toprak satışı, döviz satışından elde edilen Merkez Bankası kârları vesaire gibi olağanüstü transferler bütçe açıklarını uzun yıllar dizginledi. Öte yandan, kamu-özel ortaklığı uygulamaları, dev yatırımlarında örtülü hazine kefaletleri gibi yollarla da bütçe harcamalarını kısa vadede perdelemeyi başardı. Ama, bunlar görünmez kamu açıklarını sürekli şişirmektedir yani sıkışıklık büyümektedir. İç açıkları dizginleyen olağanüstü gelir kaynakları ise büyük ölçüde tüketilmiş veya aşındırılmıştır. Dış borçların gerileyen millî gelire oranı büyürken dış açıklar da önemini korumaktadır. Demek ki iç açıkların mutlaka tutulması gerekir. Bunun için olağanüstü kaynaklara ihtiyaç vardır ve Kıdem Tazminatı Fonu tam da bu işe yarayabilir.
İki: İktidarın şu an için bir alternatifi olmasa da sermayenin asıl iktidarının kendisi olduğunu ara sıra sermaye kesimine hatırlatması ve kendisine mecbur olduklarını hissettirmesi gereklidir. Özellikle de akıl dışı dış politikasının birçok sektörü içine soktuğu kriz nedeniyle sermayenin belirli kesimlerine taşıttığı ilave yüklerin sorumluluğu üzerindeyken. Bu, sermayeye dönük olağan taahhütlerini aşan olağandışı bir sorumluluk hâlidir.
Üç: Kıdem tazminatı konusu yabancı sermayenin de talepleri arasında olduğundan iktidara, vazgeçilmezliğini bu çevrelere tekrar kanıtlama ve birkaç yıldır sarsılan itibarını da onarma fırsatı sunabilecektir. Buna, şu an her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Kaldı ki yeni fon rezervleri demek, sermayeye yeni teşvik mekanizmalarının tasarlanabilmesi demektir.
Dört: Devletin kendisi de bir işveren olduğundan kıdem tazminatı yükü kendisi için de azalabilecektir.
Sermaye açısından baktığımızda da Kıdem Tazminatı Fonu'na:
Kayıtlı istihdam yapan ve kıdem tazminatı yükünü taşeronluk uygulamalarıyla üzerinden tam atamayan sermaye kesimleri açısından kıdem tazminatı yükünden kurtulmak on yılların talebidir. Kıdem tazminatı yükünü fonsuz aşağıya çekme yöntemleri -çalışılan her 12 ay için 30 gün tazminat hesaplanmasını 15 güne düşürmek gibi bir formül de önerilmişti işveren kesimince- fon sisteminde elde edilebilecek avantajlara kıyasla daha az cazip görünmektedir. Özellikle bugünlerde yeniden tartışılan Avusturya tipi fon modelinde 12 ay çalışma karşılığında hak edilen tazminat 1 haftaya kadar düşebilecektir.
Sermayenin tazminat ödemeyen ya da kayıt dışı çalıştıran kesimlerine de yük aktarılmış olacağı için büyük/orta boy sermaye, böylece rekabet avantajı elde edebileceğinin hesabını yapacaktır.
Toplu ödemeler yerine fona aylık düzenli küçük ödemeler yapılacağından sermayenin kendi fon yönetimi bundan olumlu etkilenecek, ayrıca belirsizlikler ortadan kaldıracaktır.
İktidara yeni bir borçlanma kaynağı sunulmuş olacağından devletin sermayenin üzerine yeni dolaysız vergi yükleriyle gelmesi frenlenebilecektir.
İşsizlik Sigortası Fonu'nda olduğu gibi, sermayeye yönelik teşviklerde yeni bir fon kaynağı oluşmuş olacaktır. Bir de şu sıralarda sermaye çevrelerin talep ettiği gibi İşsizlik Sigortası Fonu işveren payı yüzde 2'den yüzde 1'e düşürülüp bunun Kıdem Tazminatı Fonu primine sayılması iktidara kabul ettirilebilirse sermaye açısından ballı börek bir durum oluşur. Prim yükü aynı kalırken kıdem tazminatı yükü sıfırlanmış olur.
Varsa sendikalarla toplu olarak, yoksa da çalışanlarla bireysel olarak kurulan ilişkiler orta-uzun vadede kıdem tazminatı gerilimlerinden, kaygılarından, tepkilerinden kurtulacağı için özellikle işveren açısından çalışma yaşamının denetlenmesini kolaylaştıracaktır.
IMF'nin tutumu aslında ikiyüzlüydü. 1980'lerde bir fon ekonomisi oluşturulurken dönemin her hamlesini alkışlayan IMF suskundu. Ancak, 1991'den itibaren ekonominin saydamlığını kaybeden IMF'den ve onun arkasına gizlenen iç bürokrasiden itirazlar yükselmeye başladı. Ama, siyasetteki hızlı değişim yüzünden köklü dayatmalar yapamadı. 2000 yılından itibaren bu fırsat ele geçirildi. 2001 Şubat krizi, iş başındaki Hükûmeti öylesine ürküttü ki ekonomi yönetiminde tüm dış telkinler kabul edildi.
Kısacası, Türkiye bütçe dışı fonları 1980'1i yıllarda denedi ve ağır bir faturayla karşı karşıya kaldı. Bugün kurulmak istenen bu fon bir zamanların Kamu Ortaklığı Fonu'nun aynısı. O fona da özelleştirme gelirleri aktarıldı, devletin otoyol, köprü ve benzeri gelirleri karşılık gösterilerek fon borçlandırıldı. Bu fonun köprü, otoyol gibi yatırımları finanse etmesi hedeflendi ama fon, altyapı yatırımlarını finanse etmek bir yana, giderek büyük borçlar üretmeye başladı. Devletin kontrolsüz bir şekilde borçlanmasına yol açtı. Hem Kamu Ortaklığı Fonu hem de diğer bütçe dışı fonlar yüzünden kamuda mali disiplin kalmadı. En sonunda, bu fonlar 1990'lı yıllarda tasfiye edilerek bütçe içerisine alındı, borçları da hazineye kaldı.
Hem Kamu Ortaklığı Fonu hem de diğer bütçe dışı fon deneyimi Türkiye'ye çok pahalıya patladı. 1990'lı yıllardaki kamu borcu kaynaklı ekonomik krizlerin en önemli nedeni kamu kaynaklarını denetimsiz, kontrolsüz kullanan fonların geride bıraktığı borç tortusundan kaynaklandı.
Bugün gelinen noktada, ülkede 15 Temmuz sonrası OHAL devam ederken eş zamanlı olarak ekonomide ortaya çıkan çöküntülere yama yapma çabasını izlemekteyiz.
Uzun bir süredir veriler oldukça olumsuz bir tabloyu sergiliyordu. Enflasyonda nisan sonrası yeniden yukarı yönlü oluşmaya başlayan eğilim istihdam, sanayi üretimi, yeni siparişler, ihracat siparişlerinde daralma ve benzeri işaretler, bir yandan dünya ekonomisindeki iklimin bir yandan da ülke içindeki yönetimin ekonomiye pek de iyi gelmediğini ortaya koyuyor.
Nitekim, 15 Temmuz sonrası başta yabancı sermaye örgütleri ve uluslararası kurumlardan sert tepki oluşmasıyla birlikte, dış borç dengesi, cari denge gibi gayet kırılgan hâle getirilmiş dinamikler üzerinde de riskler belirgin bir artış göstermiştir.
Bugüne dek emekçilere daha az ve daha niteliksiz iş ve daha güvencesiz ve kuralsız çalışma yaşamı; bunun yanında, hayat pahalılığı, yaşam alanlarının tahribatı ve benzeri etkilerle daha niteliksiz bir yaşam sonucunu yaratan ekonomideki bu gidişatın artık tıkandığı ortada. Aynı anda AKP'nin, bu tıkanıklığı daha büyük tahribatları göze alarak açma çabası da ortada.
Bu kapsamda, öncelikle Varlık Yönetim Fonu tasarımının ekonomide 15 Temmuz sonrası giderek tehlike hâline gelen döviz ihtiyacı ve kaynak sıkıntısını aşmaya dönük ortaya çıktığı söylenebilir.
Ulusal Varlık Fonu genellikle cari fazla üreten veya emtia geliri olan ülkelerin (petrol, doğal gaz ihracatçıları) bu kalemlerden sağladıkları döviz rezervlerindeki artışı değerlendirmek adına işletilen bir fondur ve kontrolü tamamıyla devlete aittir. Ulusal Varlık Fonu'nun geçmişi 1950'li yıllara kadar gitse de özellikle 2008 krizi sonrası popüler olmuştur. Başlangıçta kamu kaynaklarıyla finanse edilen bu fonun görevi, uzun vadede spekülatif dalgalara karşı daha korunaklı olmasının da vermiş olduğu etkenle toplumsal refahın korunması olarak belirlenmiştir. Devlet, birikimlerini daha korunaklı limanlarda değerlendirerek eğitim, sağlık, altyapı gibi yatırımlarını bir nevi güvenceye alacaktı. Fakat ne var ki fonu bugün bu kadar popülerleştiren etmen 2008 krizi sonrası bu fondan onlarca finansal şirketin kurtarılması oldu. 1998'de dünya genelinde toplam büyüklüğü 2 trilyon doların altında olan bu fonun 2015 itibarıyla 12 trilyon dolara çıkmasının özü de budur.
Fonun savunucularına göre emperyalist devletler kendi ülkelerinde varlık -refah da diyebiliriz buna- fonu kuruyorlar. Ancak gelişmekte olan ülkeler kurmaya kalktıklarında şartlar öne sürüyorlar: Dış fazla vermek gerekiyor bunun için. Yatırım tasarruf açığı sorununun olmaması gerekiyor, petrol, doğal gaz gibi sürekli döviz getirecek bir doğal kaynak ihracatçısı olmanız gerekiyor. Bu yaklaşımı mandacılık olarak mahkûm eden fon savunucularına göre:
Fon, Türkiye'nin tasarruflarına katkı yapacak, millî kaynakların daha etkin değerlendirilmesini sağlayacak, kamusal altyapı yatırımları için bütçe dışında kaynak oluşturarak bütçeye katkıda bulanacak, ekonomik dışsallık oluşturacağı için ihracatı yukarı çekerek dış açığı iyileştirecek, Türkiye büyük altyapı yatırımları için yap-işlet-devret modeli dışında da çok güçlü bir finansman modeli bulacak. Bu model menkul kıymetleştirilerek, fon hisseleri satılarak sürekli gelir getirecek. Bu iddialara bakılınca savunmamak çok mümkün değil.
Şimdi gelelim yüksek cari açığıyla ün yapmış, cari döviz ihtiyacıyla, Merkez Bankasının eriyen döviz
rezervleriyle dikkatleri üzerine çeken Türkiye'de bu fonun ne aradığına? Muhtemel "Çin'in ihracattan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'ın petrolden gelirlerini aktararak oluşturduğu bu fon niye Türkiye'de bulunmasın?" sorusundan yola çıkmış olacak ki AKP'nin yatırım ortamını iyileştirme stratejisinin vitrinini neredeyse bu fon oluşturuyor.
Tanımı gereği Ulusal Varlık Fonu'nun Türkiye'de işlemeyeceği çok açık. Fakat AKP, tanımını, içeriğini değiştirirse işte o zaman bir şeyler olur. Türkiye'nin bugün rezerv fazlası yok dolayısıyla buradan bu fona kaynak aktaramayacak, aktarması da mümkün gözükmüyor; bütçe fazlası da buna bugünkü koşullarda imkân vermemektedir.
Teklifte belirtildiği gibi Ulusal Varlık Fonu'nun kaynaklarını, özelleştirme gelirleri, kamu varlıklarının menkul kıymetleştirilerek transferi, TMSF, DASK, vakıflar gelirleri, emeklilik ve işsizlik fonlarının oluşturacağı biliniyor. Norveç, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Singapur gibi kimi ülkelerin ülke yatırım fonlarının değeri bugün -yaklaşık olarak 7,2 trilyon- 8 trilyon dolar civarında. Özellikle doğal kaynaklara dayalı yüksek döviz geliri olan, bu sayede yüksek cari fazla veren ülkeler bu fonları kurmaktadır. Bu fonların gelirlerinin yaklaşık yüzde 60'ı başta doğal gaz ve petrol enerji kaynaklarıdır. Böylelikle hem altyapı yatırımlarını bu kaynaktan finanse etmek olanağı bulmakta hem de fon fazlalarını başka ülkelerin borsalarında finansal piyasalarında değerlendirmek, bu sayede döviz kaynağı emtia, enerji fiyatlarının düşük seyrettiği zamanlarda da risklerini azaltmak, getirilerini artırmak şansı yakalamaktadırlar. Pratikte ise Norveç dışında yüksek değerli fonlara sahip olan ülkelerin, genellikle otoriter anti demokratik rejimlere sahip olduğu, çoğunlukla bütçe denetiminden ve vergi kanunlarından muaf, ayrıcalıklı bu fonları politik güçlerini artırmak için kullandıkları gözlenmektedir. Rusya, Kuveyt, Suudi Arabistan, Kazakistan gibi bu tip ülkeler zaman zaman ülke yatırım fonlarının geleceğini ve sorunlarını konuşmak üzere devlet başkanı düzeyinde bir araya geliyorlar. Son dönemlerde enerji ve hammadde fiyatlarının düşük seyretmesi nedeniyle döviz, dolayısıyla bütçe gelirleri azalan bu ülkelerin nakde dönmek üzere satışa geçmeleri küresel piyasalarda tedirginliğe neden oluyor. Bu fonların çok büyük miktarda paraları yönetmeleri, hisse senedi, tahvil gibi tercihlerinin büyük kazanç, komisyon kapısı olması nedeniyle ülke yatırım fonları sürekli rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük tartışmalarına konu olmaktadır. Türkiye'nin ne ciddi petrol ve emtia gelirleri vardır ne de Merkez Bankasında yeterli rezerv bulunmaktadır. Tam aksine cari açığını finanse etmek için sürekli borçlanması, sıcak parayı çekebilmesi gerekmekte, son dönemlerde 30-40 milyar dolar arasında seyreden net döviz rezervleri -ki biraz önce, Merkez Bankası temsilci 35 milyar dolar olduğunu söyledi- sinyal vermektedir. Tüm bu nedenlerde Türkiye'nin ülke yatırım fonu kurmasının objektif koşulları bugün için maalesef bulunmamaktadır.
Korkarım ki bu hevesin arkasında işsizlik fonunda biriken emekçi paralarına göz dikmek, altyapı yatırımlarını ve ihaleleri hiç bir denetime takılmadan keyfî bir biçimde yönlendirmek, Türkiye Büyük Millet Meclisini devre dışı bırakarak tüm stratejik kararları hesap vermeksizin fon yönetimince almak, uluslararası mali kuruluşlar nezdinde bütçe açıklarını ve kamu borçlarını düşük göstermek hevesi yatmaktadır.
Kulaklara küpe olması için size Malezya örneğini, Başbakan Necip Rezak vakasını hatırlatmak isterim. Malezya'nın ülke yatırım fonu 2009'da "stratejik kalkınma şirketi" adıyla kuruldu. Zaman içerisinde fonun yolsuzlukları ayyuka çıktı. En son, Amerika Birleşik Devletleri, fondan çalınan paralarla ülkesinde 1 milyar dolardan fazla varlık alındığını açıkladı. Bunlar arasında 30 milyon dolara Manhattan'da lüks bir daire, Los Angeles'ta 39 milyon dolara bir malikane de var. Paravan şirketler aracılığıyla aktarılan çalıntı paralarla bazı Hollywood filmlerinin finanse edildiği, Picasso ve Monet tabloları alındığı, kumarhanelerde paraların çarçur edildiği ortaya çıktı. Başbakan Necip'in 1 milyar dolardan fazla parayı kendi kişisel hesabına aktardığı anlaşıldı. Toplamda yolsuzluk miktarı 11 milyar dolar tahmin edilmektedir arkadaşlar.
Fonun yönetim kurulu başkanı, tahmin edildiği gibi Necip'in ta kendisi. Suudi Arabistan'dan hesabına gönderilen 670 milyon doların yanlışlıkla hesabına geçtiğini, zaten paranın büyük kısmını geri iade ettiğini söylüyor. Kendisinin ve karısının milyon dolarlık yüz gerdirme operasyonlarını -Bihlun Hanım, gülmeyin lütfen- bile fon paralarından ödendiği anlaşıldı.
EKONOMİ BAKANI NİHAT ZEYBEKCİ (Denizli) - Türkiye'ye gelse daha ucuz olurdu.
MUSA ÇAM (İzmir) - Necip Rezak diyor ki...
(Oturum Başkanlığına Başkan Vekili Mehmet Şükrü Erdinç geçti)
BAŞKAN - Toparlıyorsunuz değil mi Sayın Çam?
MUSA ÇAM (İzmir) - Evet toparlıyorum.
...Tüm iddiaların yalan olduğunu, ülkenin kalkınmasını hazmedemeyen -buraya özellikle dikkatinizi çekmek isterim- dış güçlerin komplolarından ibaret olduğunu iddia ediyor. Bir nevi olağanüstü hâl ilan ederek muhalefeti sindirme yoluna giderek ülkesini daha da karanlık bir rotaya soktu. Ben buradan sizleri yol yakınken bu sevdadan vazgeçmeye yeni yolsuzlukların, yeni rüşvetlerin, yeni hırsızlıkların önünü açmamaya davet ediyorum. Ülkemizi onlarla aynı kategoriye sokmama yönünde yol gösteriyoruz.
Geçtiğimiz günlerde buna benzer bir olay Yunanistan'da yaşandı. Bütçe en önemli konudur arkadaşlar. Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetiminde olması gereken konu, onun dışında paralel bir yapı oluşturuyor. Yıllarca Yunanistan sahte bilançolarla, hesap vermemesinden kaynaklanarak Avrupa Birliği'ne göndermiş olduğu yalan bilançolarla Yunanistan iflas etti arkadaşlar ve içine düştüğü durumu hep birlikte görüyoruz -bu da bizim elimizde- hemen karşı komşumuz.
"Tüm bunlar ne demek?" derseniz şunu söylemek isterim ve sözlerimi de toparlamak isterim. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, AKP'nin kaynaklara bu kadar saldırgan davranmasının nedenini iktisadi anlamda yaşanan sıkışma olarak açıklamak mümkündür. Gerçi, Sayın Bakanın cumartesi günü Kopenhag'ta Hürriyet gazetesi yazarı Sayın Selvi'ye söylemiş olduğu "200 milyar doları toplayacağız..." Keşke olsa Sayın Bakan, keşke olsa da, Türkiye 200 milyar dolarlık böyle bir fona kavuşsa da, gerçekten bizden sonraki nesillerin büyük bir varlık, büyük bir refah içerisinde yaşamasını sağlamış olsak. Varlık Fonu'nun kurulması da tam buna işaret ediyor.
Torba yasadan ayırdığınız ve yeni bir teklifle sunulan bu düzenleme ülkemiz açısından çok ciddi sorunlar yaratacaktır. Anlaşılan o ki Başbakanlığa bağlanacak olan bu fon, devletin ne kadar repo, ters repo, hazine kâğıdı, Özelleştirme İdaresinin fonları var ise bunların hepsini bir merkezde toplayarak buna bağlı türev ürünler çıkartacak. Bu türev ürünlerle de halkın kaynaklarını bu fon idaresine aktarmaya çalışarak Türkiye'nin şu an sıkışmış olduğu kredi alanını, fon alanını zenginleştirmeye, mali derinlik yaratmaya çalışacaksınız. Çünkü Türkiye özellikle son yıllarda izlediği iktisat politikaları nedeniyle savurgan bir fon kullanıcısı. Dışarıdan gelen kaynağın önünün kesilmeye başlaması, borçlanmanın aşırı artması, bunların iyi yönetilmemesi sonucu Türkiye bir fon israfı içinde. Kötü kaynak kullanımına devam etmeye bağlı olarak, bir çözüm oluşturmak adına bu fon sistemi üretilmeye çalışılıyor. Türev piyasalara devletin bu derece girmesinin sonucu, ABD merkezli 2008 krizi gibi bir sonuca yol açabileceği uyarısı yapılmaktadır. Bu da Amerika merkezli 2008 krizine yol açan tabloları önümüzdeki dönem Türkiye yaşayacak demektir. Türev piyasalar özellikle toksin madde üretirler. Türkiye'nin iktisadi anlamda fon kullanma yapısı da buna çok müsait olduğundan önümüzdeki dönem Türkiye 2008'de dünyanın yaşadığı krize bağlı olarak yaşanacak krizin ilk adımını atıyor demek mümkündür.
Bu fon politikasının denetimsiz olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmak isterim. "Ne olursa olsun bir yerden fon bulalım, işler yürüsün." mantığının hâkim olduğunu görüyoruz. Hem Sayıştay denetiminden yoksun hem de hiçbir denetime açık değil. "Sadece bağımsız denetçi kuruluşlar tarafından denetlenebilir." deniliyor ancak bunun da ucu açık. Burada kamusal denetim söz konusu değil. Bu, başlı başına bir sorun. Kaldı ki son yıllarda bütçenin fonlarının bile Sayıştay tarafından denetlenmemesi için Hükûmetin birçok yasa dışı faaliyette bulunduğunu ve burada bu konuyu defalarca tartıştığımızı da unutmamak gerekir.
"Kim alıyor?", "Nereden geliyor?" şeklinde soruları sorulmayacak. Bundan önceki torba yasada bu tartışmaları yaptık. Bu fon akışındaki trafiği denetimsiz bırakan, "Nereden gelirse gelsin, yeter ki gelsin." diyen bir anlayış hâkim ve bundan ne yazık ki vazgeçmiyorsunuz.
Devlete ait ve devletin kaynaklarının toplandığı, borçlanmalarına devlete ait varlıkların teminat gösterildiği bir fonun Türkiye Büyük Millet Meclisi denetimi dışında tutulması asla kabul edilemez. Bu kadar büyük bir kamu varlığının toplanması ve harcanması, kamu adına borçlanılmasına ilişkin iş ve işlemler sadece bağımsız denetim şirketlerinin denetimiyle geçiştirilemez. Bu kaynakları kim, kim için kullanacaktır? Hiçbir açıklık yoktur. Bu fonun kaynakları doğru kullanılıyor mu, doğru yerlere aktarılıyor mu, bunu denetleyecek hiçbir mekanizma öngörülmemiştir. Fonun harcamaları Türkiye'nin kalkınma hedefleriyle uyumlu olacak mı olmayacak mı, bu nasıl sağlanacak? Bununla ilgili emareleri göremiyoruz.
Düşünün, bu fon ve fonu yönetecek şirket bundan altı yedi yıl önce kurulsaydı, büyük ihtimalle bu şirketin başına Fethullah Gülen'in prenslerinden birini getirirdiniz ve büyük ihtimalle yönetim de onun adamlarından oluşurdu. Kamu adına hiçbir denetimi olmayan bu fonun bütün kaynakları FETÖ'ye aktarılır ve darbenin finansmanı buradan sağlanırdı. Biz o zaman da aynı kuşkuları, kaygıları, eleştirileri dile getirirdik, siz yine bize inanmazdınız.
Kamu kaynaklarını, kamu adına yapılan borçlanmaları Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetiminden kaçırıp, gözlerden ırak bir şekilde harcama merakınızı anlamak gerçekten mümkün değil.
Geçmişte fonlarla ilgili olarak ortaya çıkan en büyük sorun denetimsizlikti. Aynı suda iki defa yıkanılmaz, akıllı insanlar yapılan hatalardan ders alır. Türkiye'nin en büyük sorunu kötü yönetimdir. Kamuya hiçbir şekilde hesap vermeden kamunun kaynaklarını oraya buraya harcayacak bir şirket ve bu şirketin elinde milyarlarca dolarlık bir fon kuruyorsunuz. Bu, kabul edilebilir bir şey değildir.
Bu fon, öyle gerekçede yazıldığı gibi büyük kamu yatırımlarının kamu borcunu artırmadan finansmanının sağlanması gibi bir amaca hizmet etmez, bu büyük yatırımların ihalesini almış üç beş müteahhitti kurtarmaktan başka da bir işe yaramaz, yaramaz, yaramaz.
Sonuçta, meseleyi baştan alırsak, ekonomiyi mevcut tüketim odaklı, borca dayalı ve dış tasarruflara bel bağlayan anlayışıyla bugün yatağa mahkûm eden anlayışın çözümü, ileride daha ciddi tehlikelere zemin hazırlıyor. Bugüne kadar birikimleri siyasi çıkarlarla eritilmiş emekçiler, memurlar, esnaflar, kamu çalışanları, emekliler, dul ve yetimler, çiftçiler, köylüler, emeğiyle geçinen tüm çalışanlar ekonomideki sonuçların bedelini bir kez daha ödemeye zorlanıyor. Bu durumu kabul etmek ise mümkün değil.
Ben buradan sizleri yol yakınken bu sevdadan vazgeçmeye, yeni yolsuzlukların, yeni sıkıntıların, yeni şaibelerin ve kötü örneklerin önünü açmaya davet ediyorum.
BAŞKAN - "Açmamaya" diyeceksiniz.
MUSA ÇAM (İzmir) - Araba devrilmeden önce yol gösteriyorum.
Takdir Komisyonumuzun, saygıdeğer üyelerinin, takdir sizlerin, oylar sizin. Biz, bir kez daha tarihsel görevimizi yapıyoruz, Plan ve Bütçe Komisyonunda tarihe bir not düşüyoruz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.