KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, Plan ve Bütçe Komisyonunun saygıdeğer üyeleri, çok değerli Sayın Başbakan Yardımcılarımız ve kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. 2017 bütçesinin hem her iki bakanlığımıza ve bağlı kurumlara hayırlı ve uğurlu olmasını, bu bütçelerin ülkemizde barışa, kardeşliğe, dostluğa, mutluluğa ve iyi şeylere vesile olmasını temenni ediyorum.

Tabii bugün burada her iki Başbakan Yardımcılarımıza bağlı çok geniş bölümler var. Bir Bakanımıza 6 kurum, bir Bakanımıza yaklaşık 4 kurum bağlı. Şimdi yaklaşık olarak bir saat kırk beş dakika her iki Bakanımızı büyük bir keyifle dinledik. Ama Sayın Divan Başkanımız on dakika olunca hemen düğmeye basıyor "Konuşma süreniz doldu." diyor. Onun da bu konuda biraz daha toleranslı olacağını düşünüyorum.

Bugün burada yarınlara dair sizlere umutlu sözler söylemek ve geleceğin hangi hataların tekrarlanmasının önlenmesiyle daha iyi olabileceğine dair görüşlerimi paylaşmak isterdim. Maalesef içinden geçtiğimiz süreç adım adım karanlık bir baskı rejimine sürüklenen bir tabloya işaret ediyor. Her geçen güne AKP'nin yarattığı karanlık koyulaşmakta. Son olarak HDP eş Genel Başkanının da aralarında bulunduğu 9 milletvekilinin tutuklanması ve sonrasında HDP Grubunun Parlamento çalışmalarından, geçici olmasını umduğum biçimde, çekilme kararını öğrenmiş olmak son derece üzücü. Daha önce de söyledik, bugün de burada Cumhuriyet gazetesinin tutuklularıyla ilgili bir afişimiz var. Kuşkusuz dokunulmazlığı kaldırılan milletvekillerimizin yargı önüne çıkıp hesap vermesi kaçınılmazdır. Bunlardan biri de benim; üç fezlekem var. Bunlardan biri Sayın Cumhurbaşkanına hakaretten, biri İçişleri eski Bakanı Efkan Ala'ya hakaretten, biri de İzmir Çeşme Ovacık'ta kurulan rüzgâr güllerine karşı çalışmayı engellemekten dolayı üç fezlekem var ve bununla ilgili yargılanıyorum. Her üç mahkemede de iddia edilen iddianameyi aldım önümüzdeki günlerde gideceğim, bu konudaki savunmamı yapacağım. Mahkemelerden normal vatandaşın kaçmadığı gibi, gidip ifade verdiği gibi milletvekili arkadaşlarımızın da gidip yargıya hesap vermeleri, yargılanmaları bence kaçınılmazdır. Ancak burada bir siyasi partinin genel başkanları ifade vermekten kaçınmış olsalar dahi kapılarının kırılıp zorla götürülmesi, ifade alındıktan sonra yargılama sürecinin başlayacak olmasından dolayı yurt dışına kaçma şansları yokken tutuklanmaları kabul edilebilir bir iş değil. Bu tip olayların bizim hem dünyadaki hem de bölgedeki itibarımızı ciddi anlamda sıkıntıya soktuğunun altını çizmek isterim yoksa özel bir ayrıcalık yapılması tabii kabul edilemez.

Yine, gazeteci arkadaşlarımızın... Şimdi Sayın Bakan, özellikle Sayın Veysi Bakanımıza söylüyorum, bize geniş açıklamalarda bulunun Cumhuriyet gazetesinin vakfıyla ilgili.

Şimdi, tutuklamayla ilgili mahkemenin vermiş olduğu kararı dikkatinize sunuyorum: "Türk milleti adına karar: Yukarıda gerekçede açıklandığı üzere Cumhuriyet Başsavcılığının talebinin kabulüyle şüpheliler Bülent Utku, Güray Tekin Öz, Önder Çelik, Ahmet Kadri Gürsel, Turhan Günay, Hacı Musa Kart, Hakan Karasinir ve Mustafa Kemal Güngör hakkında, silahlı terör örgütüne üye olmamakla beraber, örgüt adına faaliyette bulunmak suçundan yürütülen soruşturma kapsamında CMK'nın 100/2(a), 100/3(a), (b) madde, fıkra ve bentleri gereğince ayrı ayrı tutuklanmalarına..." diyor. Yani, bir terör örgütüne üye değil ama bunu övmekle ilgili. Yani, ben -Musa Çam- İzmir Milletvekili olarak bir basın toplantısı yapıyorum, bir şeyler konuşuyorum; Cumhuriyet gazetesinin muhabirleri, yazarları da alıyor bunu, haber yapıyor; onlar tutuklanıyor, benim için bir şey yok. Bu doğru bir şey değil arkadaşlar. Gazetecinin görevi, yazılan, çizilen, söylenilen her şeyi haber yapmak ve gazetesine neşretmektir. O, bundan dolayı yargılanmamalı yani. Haberi esas kamuoyuna sunan insanlar varsa onlarla ilgili bir şey yapılması gerekiyor. Dolayısıyla, burada hem Cumhuriyet gazetesiyle ilgili hem de HDP Eş Başkanları ve milletvekilleriyle ilgili ciddi bir sıkıntı olduğunu söylemek isterim.

Değerli milletvekilleri, Osmanlı'dan günümüze kalan çok önemli bir değer vakıflar ve vakıf kültürüdür. Bu kültür, geçen yıllar içinde ağır bir yozlaşma sürecine sokulmuştur. Batılı benzerlerine kıyasla ülkemiz bu alanda oldukça geri kalmıştır. Bu konuyu da, diğer konularda olduğu gibi, hamasetiniz malzemesi yaptınız ve "vakıf medeniyeti" adı altında içini boşaltma yolunda hızla ilerliyorsunuz. Osmanlı'dan devralınanların yanında Cumhuriyet Dönemi'nde kurulan vakıfların gelişmesi sürekli bir tehdit altındadır. Topluma güvenmeyen ve örgütlü toplumun gelişmesini sürekli baltalayan anlayışınızla bu alanda yeni bir şeyler yapmaktan çok, kötüyü daha da kötüye götüren, iyileşmeyi de partizanlıkla ilintilendiren anlayışınız ön plandadır.

Vakıfların ihyası ve daha da fazla geliştirilmesi yerine bu kurumları partizan siyasetinize kaynak, arazi, mal ve gayrimenkul olarak görmenizi artık yadırgayan da yok. Hep beraber rant peşinde olanların vakfetmeyle ne işi olabilir? Varsa yoksa yandaşlık, iktidar telkiniyle fonlamalar, kaynaklara el koyma, vergi muafiyeti, zorunlu bağış, kamu arsa ve arazi tahsisleriyle hızlı zenginleşme. Bu sözlerime dair 3 kurumun adını saymakla yetinsem Türkiye'de yaşayan herkes ne dediğimi anlayacaktır. Bakın sadece isimlerini veriyorum: TÜRGEV, Ensar ve İlim Yayma... Başka da söze gerek yok. Bunlar gibi sözde devlet kurumlarıyla doğrudan ilişkili olmayanların dışında, bir de devlet kurumlarıyla doğrudan ilişkili olanlar var. Orada da Diyanet ve Millî Eğitim öne çıkıyor. İdeolojik aygıt hâline dönüşmüş, bu içeriği kaybettirilmiş kurumlar artık laiklik karşıtı, cinsiyetçi, mezhepçi, tekçi ve dinci bir eğitim anlayışını adım adım hayata geçirme araçları. Bizler, Türkiye'nin demokrasisi gelişsin, vakıf kültürü kapsamında demokratik kitle örgütleri güç kazansın, sivil-asker ilişkileri bağlamında savunma sanayini fonlayan mekanizmalar şeffaflaşsın ki Türkiye, halkına hesap veren ve halkının refahını artıran kurumlara sahip olsun diye umarken önümüze konulan nedir? Hukuksal mekanizmada söz sahibi hâle getirilmeye çalışılan ve dinsel hegemonyanın kurulmasına yönelik özel bir görev üstlenmesi istenen bir Diyanet ve onun hesap vermeyen mekanizmaları.

Devletin emanetinde tecavüze uğrayan çocuklar... Unutmayınız ki Karaman'da, Ensar Vakfı'yla ilişkili bir din görevlisinin 45 erkek çocuğa tecavüz etmesi, bireysel, münferit bir olay olarak kabul edilemez, edilmemelidir. Bu olayın arkasında, tüm toplumsal yaşamı İslami yasalara göre düzenlemek isteyen dinci siyasal gericiliğin saha çalışması vardır. Onun sahadaki örgütleri işin başını çekmekte, yerel yönetimler de bu süreçlere gözetmenlik yapmaktadır. Ensar Vakfı, AKP'lilerin aile kuruluşu gibidir. Ensar Vakfının bir kurucusu Topbaş, diğer kurucusu da Başbakanlık eski Müsteşarı, AKP eski İstanbul Milletvekili ve eski Millî Eğitim Bakanı Sayın Dinçer'dir. Ensar Vakfının Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu AKP'nin İstanbul İl Genel Meclisi üyeliğini yapmıştır. Yine eski Cumhurbaşkanının damadı Ensar Vakfının Başkan Yardımcısı, yine eski Millî Eğitim Bakanının oğlu ve Enerji Bakanının damadı vakfın mütevelli heyeti üyesi olarak görev yapmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye'de vakıflar ciddi anlamda mercek altına yatırılmalı ve bunlar mutlaka dikkatlice, bir kuyumcu inceliğiyle incelenmelidir.

Vakıflara verilen rolde devletle iş birliği belirleyici rol oynamaktadır. 13 Eylül 2014 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanan yasal düzenlemeyle Millî Eğitim Bakanlığı imam-hatip liselerindeki mesleki eğitim için çeşitli kurumlardan destek almanın önünü açmıştır. Bu durum "İmam-hatip liselerinde eğitim ve öğretim yılı süresince imamlık, hatiplik, vaizlik, müezzinlik, Kur'an kursu öğreticiliği ve benzeri mesleki uygulamalara yönelik eğitimlerle ilgili çeşitli kurumlardan destek alınabilecektir." biçiminde tarif edilmiştir. Yeni düzenlemeyle eğitimin "gizli patronu" Bilal Erdoğan'ın TÜRGEV'İ, Ensar Vakfı, Furkan Vakfı, Hizmet Vakfı, Hayrat Vakfı gibi siyasal İslam'ın arka bahçesi konumundaki kurumların devlet okullarında ders verebilmesi, kitap dağıtabilmesi ve kendi kurumlarında öğrencileri stajyer olarak eğitebilmesinin yolu açılmıştır. AKP rejiminin neoliberal, piyasacı kapitalizmle siyasal İslam'ı nasıl harman ettiğini gerek vakıfların iç işleyişinde gerekse de Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet ve vakıflar arasında kurulmuş olan ilişkinin kendisinde açıkça görmek mümkündür.

İslami vakıflar, iktidarın hedeflerine ulaşmasında her şeyden önce bir gelir kaynağıdır. Yurttaşların dinî duygularını istismar ederek "bağış" adı altında toplanan paralar siyasal İslamcılığın temel finans kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Bu gerici ağın para akışı, Almanya yargısı tarafından "asrın istismarcılığı" olarak adlandırılan Deniz Feneri benzeri örgütler ve vakıflar üzerinden sağlanmaktadır. Vakıflar stratejisiyle, başta değerli arazilerin bedelsiz tahsisi ile vergi ayrıcalığı benzeri mekanizmalar olmak üzere, kamusal kaynaklar AKP rejiminin bekası adına bu vakıflara aktarılmaktadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çam, lütfen toparlar mısınız.

MUSA ÇAM (İzmir) - Diğer taraftan, ihale beklentisi içindeki sermaye gruplarının bu vakıflara para aktarması sağlanarak çark büyütülmekte ve "rejimin teminatı nesillerin yetiştirilmesi" adı altında siyasal İslam'a arka bahçe büyütme çalışmaları bu sayede mümkün olabilmektedir.

Bu nitelikleriyle vakıflar, AKP'nin dindar ve kindar bir nesil yaratma projesinde kilit bir konumdadır ve her geçen gün yapılan yeni düzenlemelerle bu konumları güçlenmektedir.

Merkezî yönetim bütçe giderlerine baktığımızda, dernek, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi kâr amacı gütmeyen kuruluşlara 2006 yılında 13 milyon 460 bin lira transfer yapılmış, 2015 yılında ise bu rakam yaklaşık 70 kat artarak 873 milyon 540 bin liraya yükselmiştir. Devlet bütçesinden kaynak aktarılan bu kuruluşların hangileri olduğunu ve ne tür faaliyetler yaptıklarını öğrenmek isteyen çok ama detaylı ve güvenilir bilgi almak mümkün değil. Ayrılan ödeneklerin bu kuruluşlar aracılığıyla nerelere harcandığını denetlemekten sorumlu olanların bu işi yapması artık makul bir beklenti dahi değil. Nitekim, nereye dönsek ağır bir hukuksuzlukla karşılaşmak işten bile değil.

Değerli milletvekilleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak amacıyla, Atatürk'ün manevi himayelerinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı olarak 17 Ağustos 1983 tarihinde 2876 sayılı Kanun'la kurulmuştur. Atatürk'e ve Atatürk'ün kurumlarına karşı yapılan 12 Eylül darbesi sonrasında, Atatürk tarafından kurulan ve maddi manevi desteklenen Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu âdeta lağvedilmiş ve yerine Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk Kültür Merkezi ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu oluşturulmuştur.

Değerli milletvekilleri, isim değişikliğinden ne olur ki diye sorabilirsiniz. İlk bakışta normal bir değişiklik gibi geliyor ancak hukuki statülere ve uygulamaya bakıldığında büyük farklılıkların ortaya çıktığını görmekteyiz. Öncelikle belirtmek isterim ki bizzat Atatürk tarafından kurulan kurumları sözde daha geliştireceğiz bahanesiyle ortadan kaldırmak, aslında, Atatürk'ün iradesini ve vasiyetini ortadan kaldırmaktır, Atatürkçü düşünceyi ve Atatürk'ün izlerini milletin iradesinden silmeye çalışmaktır ki bunun başarılması asla mümkün olmayacaktır.

Değerli milletvekilleri, Atatürk tarafından kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumları, hiçbir siyasi iktidara tabi olmayan, siyasi iktidarların müdahalesine kapalı olan ve tamamen bağımsız bir biçimde bilim üreten ve bilim üretenleri destekleyen birer kuruluştur. Bu kurumların bütçesi Atatürk zamanında bizzat Atatürk tarafından, sonrasında ise Atatürk'ün kendi el yazısıyla bıraktığı vasiyeti üzerine Türkiye İş Bankasındaki hisseleri tarafından karşılanmaktaydı. 12 Eylül darbesi sonrasında bu 2 kurum yerine getirilen Atatürk Araştırma Merkezi ile Atatürk Kültür Merkezini de kapsayan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ise Cumhurbaşkanının himayesinde Başbakanlığa bağlanmıştır. Kurumun Başkanı ve yönetimi, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve ilgili bakanlıkça seçilmektedir. Yani, Atatürk zamanında tamamen bağımsız ve siyasi iradenin etkisinden uzak olan kurum, şimdi ise tamamen siyasi iradenin güdümü altına sokularak bağımlı bir kurum hâline dönüştürülmüştür.

BAŞKAN - Sayın Çam, teşekkür ediyorum.

MUSA ÇAM (İzmir) - Toparlıyorum Sayın Başkan.

1983 yılında Atatürk'ün kurduğu Türk Dil ve Tarih Kurumu yerine kurulan Atatürk Araştırma Merkezine kurulduğu tarihte 13 adet görev yüklenmiştir ancak 2 Kasım 2011 tarihinde yayınlanan 664 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'yle kurumun görevleri 11 maddeye düşürülmüştür. Çıkarılan görev maddesi ise şudur: "Toplumun her kesiminin Atatürkçü düşünce, Atatürk ilkeleri ve inkılapları konularında aynı görüş, inanç ve düşüncede birleşmesini sağlayacak açık, kesin ve temel kavramları ortaya koymak üzere bilimsel araştırmalar yapmak, Atatürkçü düşüncenin yerleşmesini ve yayılmasını sağlamaktır."

1980 darbesi sonrasında dahi ortadan kaldırılamayan toplumda Atatürkçü düşünceyi yerleştirme ve yayma görevi, maalesef AKP iktidarı döneminde 2011 yılında çıkarılan kanun hükmünde kararnameyle görev kapsamı dışına atılmıştır. Oysa bu yüce Meclise düşen görev, ülkeden Atatürk'ün izlerini silmeye yönelik ve başkanlığı getirmeye yönelik çalışmalar yapmak değil, başta Türk Dil ve Türk Tarih Kurumu olmak üzere darbe hukukuyla pasifleştirilen ve ortadan kaldırılan tüm kurumları tekrardan bağımsız ve özerk olarak yeniden kurmaya yönelik çalışmalar yapmak, hatta darbe hukukuna dair tüm izleri ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır.

Sayın Başkan, birkaç dakikam daha var mı?

BAŞKAN - Lütfen toparlayalım.

MUSA ÇAM (İzmir) - AFAD'la ilgili birkaç şeyi de söylem isterim.

BAŞKAN - Son bir dakika...

MUSA ÇAM (İzmir) - O zaman konuşmayayım Başkanım.

Teşekkür ederim, sağ olun.

BAŞKAN - Siz bilirsiniz. Daha mı uzun konuşmanız?

BAŞBAKAN YARDIMCISI VEYSİ KAYNAK (Kahramanmaraş) - Sayın Başkan AFAD'ı dinleyelim.

BAŞBAKAN YARDIMCISI YILDIRIM TUĞRUL TÜRKEŞ (Ankara) - Sayın Başkan, duymak istiyoruz.

BAŞKAN - Evet, buyurun Sayın Çam.

MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, AFAD tabii ki bizim için çok önemli. Barışta, savaşta her zaman önemli görev yapan Kızılay gibi önemli kuruluşlarımızdan bir tanesi.

Tabii ki doğal afetler sıkça yaşanmakta, sürekli olarak da afet riski altında bulunmaktadır. Doğal afetlerde hayatını kaybedenlerin sayısının geçen yıla oranla yaklaşık 2 kat artarak 19 bin kişiye ulaştığı belirtilmektedir. Depremlerde insan kaybı açısından dünyada 3'üncü sırada olan ülkemizde her yıl ortalama büyüklüğü 5 ile 6 arasında değişen depremler yaşanmakta, can kayıplarının yüzde 50'sini depremler oluşturmaktadır.

Kent planlaması ve arazi kullanım düzenlemeleri, yapı ve altyapı deprem riskinin belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. 17 Ağustos depreminden sonra kurulan Deprem Fonu ne oldu, bu fonda on yedi yılda ne kadar para toplandı, bu fonla ne kadar konut yenilenebilirdi? Bunları da öğrenmek isteriz.

AFAD ne yazık ki bugün Kızılay gibi çalışıyor, önlemeye dönük çalışmadan çok sonrası için iş yapılıyor. İtirazımız yok, Irak'tan ve Suriye'den savaştan kaçanlara sahip çıkıyor ama deprem farklı, teknik bir iş. Türkiye'deki depremselliği araştırma, kentleri depreme güvenli hâle getirme, halkı bilinçlendirme konularında da anlamlı ve içi boş olmayan projeler de üretmelidir. Sadece toplanma alanlarını belirlemek değil, bu alanları hazırlamak da gerekiyor. Mesela, Japonya'da deprem toplanma alanları bellidir. Oralarda altyapı hazırlanıyor, su tankları konuluyor, foseptik çukuru açılıyor, üzerine tuvaletini yerleştiriyorlar; bankı kaldırıyorsun altından ocak çıkıyor. Bizde kağıt üzerinde bile bunlar ne yazık ki yok.

Elbette mültecilerin yaşadığı çadırlar ve kampların da çok önemli sorunları var ve AFAD'ın bu alanda da başarısı yetersizdir. Bu kadar büyük rakamlarla iş yapmanın zorluğu ortadadır. Ancak, bunu da doğru yapmak önemlidir diyorum.

Teşekkür ediyorum.