| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri a) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı b) Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu c) Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü ç) Türkiye Atom Enerjisi Kurumu d) Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 08 .11.2016 |
MUSA ÇAM (İzmir) - On dakikayı özel olarak belirtiyorsun, altını çizerek, değil mi?
Sayın Başkan, Komisyonumuzun saygıdeğer üyeleri, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, basımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. 2017 yılı bütçesinin ülkemize, barışa, kardeşliğe, sağlığa, dostluğa vesile olması dileğiyle hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.
18 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen AKP, Türkiye'yi yaklaşık on dört yıldır tek başına yönetiyor. Bu dönemlerde Meclisin en az yüzde 60 çoğunluğu bu partiden oldu. Aynı dönemde, Meclis Başkanları ve Cumhurbaşkanları da yine bu partiden seçilerek görev yaptılar. Dolayısıyla, on dört yıllık icraatı sırasında AKP, gerek yasa yapma gerekse karar alma ve yürütme süreçlerinde önceki pek çok hükûmete göre çok daha avantajlı bir konumda çalıştı. Bu konum, özellikle icracı bakanlıklarda büyük bir kolaylık demekti ve işlerin çok daha sorunsuz ve hızlı yürütülebilmesine de büyük imkân sağladı.
Söz konusu icracı bakanlıklardan biri de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığıdır. Türkiye'nin en önemli bakanlıklarından biri olan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, ülkedeki ekonomik büyümenin sağlanmasında son derece belirleyici bir konumdadır. Bu bakanlıkta elde edilen başarılar ya da tam tersine yapılan hatalar ülkemizin geleceğine ve vatandaşın yaşam kalitesine doğrudan etki etmektedir. Acaba, böylesine önemli bir bakanlığın son on dört yıllık tek parti iktidarında geliştirdiği kamu politikaları ve yürüttüğü icraat başarılı oldu mu? Bu tartışılır. 2002 yılında toplam enerji ihtiyacımız yüzde 31'i kendi kaynaklarımızdan karşılanabilirken bugün bu oran yüzde 25 düzeyine kadar düştü. Kalan kısım yani toplam enerji ihtiyacımızın yaklaşık dörtte 3'ü bugün yurt dışından ithal edilmek zorunda kaldık. Demek ki, Türkiye'nin enerji ihtiyacı hızla artarken yurt içindeki enerji üretimi yeterli düzeyde arttırılamadı.
2002 yılının sonundan 2014 yılının sonuna kadar geçen dönemde Türkiye'nin elektrik sistemine 2 katından fazla yeni güç ilavesi oldu. Bununla beraber söz konusu dönemde tesis edilen yeni kapasitenin çoğunluğunda ithal enerji kaynağı tercih edilince, 2002 yılında yüzde 60 olan yerli kaynak payı 2014 yılı sonunda yüzde 53 düzeyine kadar geriledi. Bu dönemde elektrik üretiminde yerli kömürün kullanımından büyük oranda vazgeçildi. Aslında, yapılan aramalar sonucunda kömür kaynakları neredeyse 2 katına çıkarılmış olmasına ve elektrik üretiminde yerli kömür kullanımının arttırılmasına yönelik niyetlerin hemen her enerji belgesine yazılmış olmasına karşın, bu dönemde toplam kurulu gücün sadece yüzde 2,7'si kadar yerli kömüre dayalı yeni elektrik santrali devreye alınabildi. Böyle olunca da, toplam elektrik kurulu gücü içinde 2002 yılında yüzde 22 olan yerli kömür santrallerinin payı 2014 yılı sonunda yüzde 12'lere kadar düştü. Kurulu güçte yerli kömürün payı hızla düşerken ithal doğal gaz ve ithal kömürün payı aynı hızda arttı. Doğal gazın payı 2002 yılında yüzde 30 düzeyindeyken 2014, 2015 yıllarında yaklaşık olarak yüzde 37'lere, yüzde 40'lara kadar çıktı. İthal kömürün payıysa yüzde 1 bile değilken yaklaşık olarak yüzde 10'lara kadar çıktı.
Kurulu güçteki bu tablonun elektrik üretimine yansıması daha da sorunlu oldu. Kurulu güç içerisinde ithal kaynağın payı 2014 yılı sonunda yüzde 47 düzeyindeyken, aynı yıl elektrik üretimindeki payı 2002 yılına göre 13 puanlık artışla yüzde 63 seviyesine kadar tırmandı. Dolayısıyla, enerji ithalatımız hızla artmış oldu. Tek partili on iki yılın enerji ithalatı, petrol eş değeri cinsinden bir önceki bol koalisyonlu on bir yılın neredeyse 2 katına yakın gerçekleşti. Burayı bir daha tekrarlamak isterim: Tek partili on iki yılın enerji ithalatı, petrol eş değeri cinsinden bir önceki bol koalisyonlu on bir yılın neredeyse 2 katına yakın gerçekleşti. Her iki dönemde yapılan toplam ithalat rakamları dikkate alındığında; doğal gaz ithalatı 3,5 kat, kömür ithalatıysa 2,5 kat artış gösterdi. 2002 yılında her bin kişi başına enerji ithalatımız 776 ton petrol eş değeriyken, 2013 yılında bu rakam 1.152 ton petrol eş değerine tırmandı. Dönemin sonunda tükettiği enerjinin yaklaşık dörtte 3'ünü dışarıdan ithal etmek zorunda kalan Türkiye, enerjide dışa bağımlılığın en yüksek olduğu ülkelerden biri hâline geldi. Doğal gaz ithalatında dünya 5'inciliğine, petrol ithalatında dünya 13'üncülüğüne, kömür ithalatında dünya 8'inciliğine ve petrol koku ithalatındaysa dünya 4'üncülüğüne kadar yükseldi. Bu arada, tek bir kaynağa olan bağımlılık oranı da arttı: İthal doğal gaza bağımlılık 2002 yılında yüzde 21 düzeyindeyken, bugün yüzde 31 düzeyine kadar yükseldi. Bu yapılırken doğal gaz depolama kapasitesi de yeterince geliştirilemedi, arz güvenliği bakımından son derece önemli olan ve yıllık tüketim miktarının en az yüzde 20'si büyüklüğünde olması gereken doğal gaz depolama kapasitesi, on dört yıllık tüketimin ancak yüzde 6'sı kadar tesis edilebildi.
İthalat hızla artarken ithalatta kaynak ülke çeşitlendirmesine gidilebildiği de pek söylenemez. Aksine, enerji ithalatında giderek daha az sayıda ülkeye bağımlı olmak gibi ciddi bir problem bu dönemde iyice derinleşti. Bugün Türkiye, enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 64'ünü toplam 10 ülkeden, yüzde 43'ünüyse sadece 3 ülkeden ve yüzde 27'siyse tek bir ülkeden tedarik etmektedir. Özetle, optimum kaynak ve kaynak ülke çeşitliliğinin sağlanması noktasında bu dönem boyunca olumsuz bir yönelimin söz konusu olduğu ve gerek birincil enerjide gerekse elektrik üretiminde ithal kaynağın önünün alınamaması nedeniyle enerji arz güvenliği ve giderek ulusal güvenlik açısından son derece riskli bir tablonun oluştuğu matematiksel bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Bir ülkenin enerji ihtiyacının karşılanmasında en kolay yol ithalat yapmaktır. Bununla beraber, bunun bedeli de olacaktır mutlaka. İthal kaynağa bağımlılığın yol açtığı enerji güvenliğinin dışında, ciddi bir döviz faturası da söz konusudur. 2002 ve 2014 yılları arasındaki on iki yıllık tek parti döneminde yapılan enerji ithalatının döviz cinsinden tutarı 1991 ve 2002 yılları arasındaki on bir yıllık bol koalisyonlu dönemden 6 kat daha fazladır. İlk on bir yılda enerji ithalatına ödenen döviz tutarı 65 milyar dolar düzeyindeyken, ikinci on iki yılda söz konusu tutar 397 milyar dolara tırmanmıştır. İki dönemin toplamlarına bakıldığında, enerji ithalatına ödenen döviz kişi başına 92,5 dolardan 494 dolara; enerji ithalatının toplam ithalat içerisindeki payı yüzde 15'den yüzde 21,5'e ve enerji ithalatının gayrisafi yurt içi hasıla içerisindeki payı ise yüzde 2,9'dan yüzde 5,8'e yükselmiştir. Sadece son beş yılda enerji ithalatına ödenen dövizin toplamı ise yaklaşık 265 milyar dolar büyüklüğündedir. Gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 7'si civarında seyreden enerji ithalatının dış ticaret açığı içerisindeki payı son beş yılın toplamında yüzde 60 seviyesindedir. Enerji ithalatına 2014 yılında ödenen dövizse cari açığın neredeyse yüzde 20 fazlasına karşılık gelmektedir. Dolayısıyla, söz konusu dönem boyunca giderek daha fazla ithal kaynak ağırlıklı bir enerji tüketim yapısı ortaya çıkmıştır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AKP hükûmetleri döneminde elektrik alanında serbestleştirme ve özelleştirme politikaları uygulanmış, bu politikalarda amaç olarak ortaya konulan kesintisiz, kaliteli ve ucuz elektrik iddialarının hiçbiri ne yazık ki gerçekleşmemiştir; tam tersi bir süreç yaşanmıştır. Üstelik, serbestlik iddiası bile gerçekleşmemiştir. Gelinen noktada bakıyoruz, elektrik dağıtım özelleştirmeleri ve arkasından kayıp kaçak hedeflerinde yapılan değişikliklerle yani vatandaşın cebinden şirketlere yapılan aktarımlar yetmemiş, nükleerden kömüre varıncaya kadar elektrik sektöründeki şirketlere devletten kaynak aktarımına başlanmıştır. Nükleere alım garantisiyle başlayan süreç, bu yıl yerli kömüre alım garantisiyle devam etmiştir. Bugünlerde de doğal gaz santrallarına "kapasite bedeli" adı altında alım garantisi verilmesinden söz edilmektedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarına zaten alım garantisi uygulaması bulunmaktadır. Ancak, Hükûmetin bu alandaki politikaları da büyük sıkıntılar içermektedir. Öncelikle, bu alanda geç kalınmış olup ülkemizin yenilenebilir enerji alanında teknoloji geliştiren ve uygulayan, böylece yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla hem dışa bağımlılığı azaltan hem de temiz enerji kullanan bir ülke olma şansı ne yazık ki kaçırılmıştır. İlk verilen teşvikler öyle yetersiz olmuştur ki, yenilenebilir enerjiyle üretim yapanlar dahi YEK belgesi kapsamında teşviklerden yararlanmaktansa piyasada satmayı ne yazık ki tercih etmişlerdir. Evet, yenilenebilir enerji kaynakları alanında önemli adımlar da vardır. Ancak, bu adımlar sadece hidroelektrik santralleriyle sınırlı olup doğanın, kültürün yok edilip bir avuç rant sağlamak uğruna gerçekleştirilmiştir. Yani, astarı yüzünden pahalıya gelmiş adımlardır. Bugünse yenilenebilir enerjiye yönelik zorlayıcı hükümler getirilirken yenilenebilir yerine kömürcü ve nükleerci bir yaklaşım sergilenmektedir. Yani, görüldüğü gibi, serbest piyasa falan diye bir şey yoktur. Yandaşlar söz konusu olunca her türlü destek, teşvik kapısı sonuna kadar açılmaktadır.
Enerji alanına bütüncül yaklaşılmadığı sürece sorunların çözümü, enerjinin kaliteli, ucuz ve kesintisiz sunulmasının imkanı yoktur.
(Oturum Başkanlığına Kâtip Üye Emine Nur Günay geçti)
BAŞKAN - Sayın Çam, toparlayabilir misiniz?
MUSA ÇAM (İzmir) - Toparlıyorum.
Üstelik bu bütüncül yaklaşım yalnızca enerji kaynaklarının türleri değil, enerjinin üretimi, iletimi ve dağıtımını da kapsamaktadır. Hükûmetin politikalarındaki kaotik bir eksiklik de bu noktadan ortaya çıkmaktadır. Geçen yıl 31 Mart'ta tüm Türkiye saatlerce, tam on saat karanlığa gömülmüştür. Dünyadaki sayılı en büyük kesintiyle karanlık bir tarihe geçmiştir. Bunun toplumsal ve ekonomik maliyetinin sorumlusu Hükûmettir. Yani, üretimin olması tek başına hiçbir şey ifade etmemekte, bu üretimin kesintisiz dağıtılmasını sağlamak gerekmektedir. Bu noktada, iklim sisteminde büyük yatırım eksikliği bulunduğunu da not etmeliyiz. Elektrik faturaları üzerinden dağıtım şirketlerini besleyebilmek için kamunun elindeki iletim sisteminin ihtiyacını yok sayan anlayış 31 Mart karanlığının baş sorumlusudur. Bu anlayış, elektrik üretimindeki serbestleştirme uygulaması nedeniyle 31 Mart karanlığına yol açmıştır. Şöyle ki, elektriği pahalı satmak isteyen santrallar devreye girmemiş, ucuza üretim yapan santrallar doğuda bulunduğu için bu üretimin batıya taşınmasında sorun yaşanmış, ancak iktidar bir taraftan dağıtım şirketlerinin kaynak taleplerini karşılamak diğer taraftan seçimler öncesinde elektriğe zam yapmamak için sistemi çökertme riskiyle çalıştırmıştır ve sonunda da sistem çökmüştür. Şimdi elektrikte üretim kapasitesi artmış olup bu olumlu bir şey olmakla birlikte bu Hükûmetin rafa kaldırdığı plansızlık yine başa beladır.
Peki, bu kadar destek, bu kadar vatandaşın cebine yüklenme karşısında şirketlerin durumu nedir? E, onlar da veryansın hâlinde. Enerji sektörünün borçluluğu son günlerde daha çok dile getirilir olmuştur. Hatta, borçlarını ödeyemediği için İran'ın Türkiye'ye yaptığı elektrik ihracatını kestiği haberleri yayınlanmıştır.
Enerji, hem günlük yaşam için vazgeçilmez, temel bir insan hakkıdır hem de sanayinin ana girdisidir. Enerji alanında Hükûmetin ve kendisine yandaş gördüğü şirketlerin talepleriyle varılan nokta karanlık ve pahalı elektrikten başka bir şey değildir.
Son cümlem: TEDAŞ'ta 400'e yakın çalışanın görevden alınarak istihdam fazlası personel statüsüyle havuza aktarılması kabul edilemez. Kurumun görevleri kapsamında ek personel ihtiyacı olduğuna ilişkin daha iki ay önce Özelleştirme İdaresine başvurduğu dikkate alındığında yapılan uygulamanın liyakat esasıyla ve kamu çıkarıyla bağdaşmadığı açıktır. Kamuda liyakate uyulmamasının yarattığı 15 Temmuz darbe girişimi üzerinden henüz iki ay geçmişken TEDAŞ gibi bir kurumda liyakati yok sayarak kurum personelini uzaklaştırıp yerlerini yandaşlık kriteriyle doldurmaya kalkmak anlaşılamaz bir çelişkidir. TEDAŞ Yönetim Kurulunun 19 Eylül 2016 tarihinde aldığı kararla merkez teşkilatları ve koordinatörlüklerde çalışan 400'e yakın personel istihdam fazlası olarak gösterilerek Devlet Personel Başkanlığı havuzuna gönderilmiştir. Personele tebligatlar yangından mal kaçırırcasına yapılmış, izinler kaldırılmış, raporlu olanlara dahi evlerinde tebligat öngörülmüş ve yirmi dört saat içinde odaların boşaltılması istenmiştir. Havuza aktarılan personelin yirmi dokuz yılını tamamlamış aktif çalışanlar olmaları deneyimli personelin emekliliğe zorlanmasının hedeflendiğini göstermektedir. Kuruma yıllarını veren çalışanların toplu olarak havuza aktarılması kurum belleğini yok edecektir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığına 29 Temmuz 2016 tarihinde personel ihtiyacını bildiren TEDAŞ yani 15 Temmuzdan yaklaşık olarak on dört gün sonra TEDAŞ yazı yazıyor Özelleştirme Kurumuna, diyor ki: "Bu kadar personele ihtiyacım var." Bu durum, yapılan işlemin arkasındaki kötü niyeti de açıkça ortaya koymaktadır. Kurumun 156 elektrik mühendisi, 42 harita teknikeri, 21 harita mühendisi, 20 tekniker, 5 idari personel, 3 makine mühendisi ve 1 orman mühendisi olmak üzere toplam 248 kişilik personel ihtiyacı bulunduğu bildirilen yazıda, bu ihtiyacın gerekçesi de "proje onay, kabul ve kamulaştırma iş ve işlemlerle ilgili olarak başvuru sahipleri adına hak kaybına sebep olabilecek durumların oluşmaması, Genel Müdürlüğümüzce ileride hukuki sorunlarla karşı karşıya gelinmemesi bakımından iş ve işlemlerin zamanında ve eksiksiz yerine getirilmesi" olarak açıklanmıştır. Bu yazının üzerinden iki ay geçmeden kurumda çalışan 400'e yakın personelin kurumdan uzaklaştırılmasını anlamak mümkün değildir. İlgililerin burada bu soruya cevap vereceğini tahmin ediyorum. Yapılan uygulama nedeniyle kurumun ihtiyacı olan personelin kurum çalışanlarıyla ortak iş yapma kültürü içerisinde eğitimden geçirilmesi de mümkün olamayacaktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerimi şöyle sonlandırmak istiyorum: Bakanlar Kurulunun 8 Eylül 2016 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan kararıyla yaz saati uygulaması kalıcılaştırılmıştır. Buna göre, 30 Ekim 2016 tarihinde saatler bir saat geri alınmamıştır. Böylece, yaz döneminde GMT+3 dilimine yani "Greenwich Mean Time" diye adlandırılan, "Britanya Adalarının zaman dilimi" diye adlandırılan bu GMT+3 dilimine çekilen saat uygulaması bir yıl boyunca kalıcı hâle getirilmiştir. Ancak, Elektrik Mühendisleri Odasının yaptığı çalışmaya göre yeni uygulamada geçerli kılınan GMT+3 saat dilimi, kışın sabah saatlerinde aydınlatma ihtiyacı doğuracak olması nedeniyle uygun değildir. Yaz-kış saati uygulaması devam ettirilmelidir. Enerjinin verimli kullanımı açısından en uygun noktanın GMT+2:30 olduğu saptanmıştır. Yine yaz saati uygulaması da yapılarak ve GMT+3 yerine ileri bir nokta olarak GMT+3:30 dilimine çekilerek tasarruf miktarının daha da artırılması mümkündür. Ülkemizde ulusal saat dilimi, kışa denk gelen beş ayda -Kasım, Aralık, Ocak, Şubat ve Mart- İzmit GMT+2:30 derece doğu meridyeni, yaza denk gelen 7 ay -Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim- boyunca da Iğdır GMT+3:45 derece doğu meridyeni olarak uygulanmaktaydı. Saatlerin ileri ve geri alınması, toplumsal yaşamda yarattığı karmaşadan güne karanlıkta başlamanın uyku düzeni ve insan sağlığı üzerindeki etkisine, ekonomik ilişkiler ve turizm başta olmak üzere dış dünyayla uyuma varıncaya kadar pek çok açıdan tartışmalara yol açmaktaydı. Uygulama, gün ışığından en etkin şekilde yararlanma noktasında da sorgulanıyordu. Bakanlar Kurulunun yaz saatini kalıcılaştırma kararının gerekçesi kamuoyuyla paylaşılmamıştır. Böyle bir karar, öncelikle, bilimsel ve teknik çalışmalara dayandırılmalıdır. Bu çalışma Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde yapılmalı, hatta ülkemizdeki sektörel gelişimi, bölgesel elektrik tüketim paylarını da dikkate almalıdır.
Son cümlem: EMO'nun yaptığı bu incelemeye göre, GMT+2:30 saat dilimi yani Ordu Fatsa'dan geçen 37,5 derece doğu meridyeni Türkiye için uygun noktadır. Bu nokta Türkiye'nin her iki ucuna göre yaklaşık aynı mesafededir. Böylece tüm Türkiye'de daha dengeli ve eşit bir aydınlatma ihtiyacı olacaktır. Buçuklu dilim belirleme, ülkelerin konumlarına göre, dünyada başka ülkelerde de kabul gören akılcı bir çözümdür.
Son cümlem: Ülkemiz madencilik endüstrisinde son derece acı izler bırakan iş kazaları bu dönemde meydana geldi. 2003 yılında Erzurum Aşkale'deki kömür ocağında 8 çalışanın yaşamını yitirmesiyle açılan sahne sayısız faciayla devam etti. Aynı yıl Karaman Ermenek'teki kömür ocağında 10, 2004 yılında Kastamonu Küre'deki bakır ocağında 19, 2005 yılında Kütahya Gediz'deki kömür ocağında 18, 2006 yılında Balıkesir Dursunbey'deki kömür ocağında 17, 2009 yılında Bursa Mustafakemalpaşa'daki kömür ocağında 19, 2010 yılında Balıkesir Dursunbey'deki kömür ocağında 13, Zonguldak Karadon'daki kömür ocağında 30, 2011 yılında Afşin Elbistan'daki açık kömür ocağında 11 çalışan yaşamını yitirdi. 2013 yılında Soma'da yer altı kömür ocağındaki faciada 301 maden emekçisi hayatını kaybetti. Hemen arkasından, Ermenek'te 18 işçi ocağı basan suyun altında kaldı.
Değerli arkadaşlar, ülkemiz, madencilikteki iş güvenliği alanında en kötü dünya rekorlarına, dönem boyunca, geçen her yıl bir yenisini ekledi. Tüm bunların ardından, uluslararası standartlarda güvenli bir madenciliğin yapılabilmesine yönelik bir yapılanma ortaya çıkarılabildi mi? Ama ne yazık ki bunu göremiyoruz. Sayın Bakanın bugünkü konuşmasında bununla ilgili birtakım önlemlerin alınacağını ve birtakım tedbirlerin alınacağını duymak bizim için son derece sevindirici.
Maden kazalarında hayatını kaybeden kardeşlerimizi bir kez daha saygıyla, minnetle ve rahmetle anıyorum, ailelerine başsağlığı diliyorum.
2017 bütçesinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına ve ülkemize hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.
Hoşgörünüzden dolayı da çok teşekkür ediyorum Sayın Başkan.