KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, Plan ve Bütçe Komisyonunun saygıdeğer üyeleri, Sayın Bakan, Dışişleri Bakanlığımızın çok güzide büyükelçileri, görevlileri, yöneticileri, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

2017 yılı bütçesinin ülkemize barış, dostluk, kardeşlik, güzellikler getirmesini diliyorum.

Bugün gelinen noktada, AKP'nin dış politikasını niteleyen kelimeler: Maceracı, istikrarsız, tutarsız, saygınlığı olmayan, başka devletlerin toprak bütünlüğü, egemenlik ve bağımsızlıklarını ihlal eden bir dış politika olarak belirtilebilir.

Nitekim, AKP hükûmetlerine kadar izlediği dengeli, saygın ve laik dış politikayla bölgesel ve küresel süreçlerin aranan aktörü, çözüm bekleyen ihtilafların tarafsız arabulucusu konumunda olan Türkiye, bu özelliklerini ne yazık ki yitirmiştir. Bugün Türkiye'nin dış politikası başarısız bir hükûmet ve onun başarısız, beceriksiz yetkilileri tarafından maceracı ve öngörüden yoksun bir biçimde, mezhebi dinamiklere dayalı olarak günlük kararlarla yönetilmektedir.

Bir ülkenin dış politikası o ülkenin ilerlemesini ve saygınlığını etkilediği gibi, vatandaşlarının yaşam kalitesi, güvenlik ve refahları üzerinde de doğrudan ve kalıcı bir etkiye sahiptir. Daha kısa bir ifadeyle, dış politika ile ülkenin toplam gücü arasında sıkı bir ilişki vardır.

Bu açıdan bakıldığında, AKP hükûmetlerinin izlediği dış politika, Türkiye'nin dünyadaki saygınlığını ve bölgedeki itibarını baltalamış, vatandaşlarımızın yurt dışında ve yurt içinde güvenliklerini tehlikeye atar hâle gelmiş, ekonomiye büyük zararlar vererek insanlarımızın sofrasındaki ekmeği küçültülmüştür. AKP'nin dış politikası Türkiye'nin gücünü ve itibarını azaltmıştır.

Bugün acı bir şekilde tecrübe ettiğimiz ekonomik kırılganlığın, toplumsal kutuplaşmanın ve buharlaşan sınırların temel nedeni AKP'nin yol açtığı bütün felaketlere rağmen inatla sürdürdüğü dış politikadır. Baştan aşağı değişmesi gereken bu dış politika, ülkemizi komşularının topraklarında işgalci konumuna sokmuş, Batı dünyasından uzaklaştırmış ve yaşamsal tehditlerle sürekli mücadele etmek durumunda bırakmıştır. Hiç şüphe yoktur ki Türkiye'nin dış politikası "Yurtta barış, dünyada barış" şiarı ekseninde, laiklik, çağdaşlık ve uluslararası hukuk çerçevesinde çağdaş kadrolarla baştan aşağıya yeniden yapılandırılmalıdır.

Türkiye, bölgesinde bir barış ve istikrar adası olarak komşularına örnek olabilirdi, ancak bölgesel ve küresel dengeleri aklın değil, mezhebi saplantıların ve dogmaların penceresinden okuyanların ihtirasları, Türkiye'yi yayılmacı emelleri olduğunu gizlemeyen, en azından söylem düzeyinde revizyonist dış politika çizgisi izleyen bir devlete dönüştürmüştür.

Dün bolca kullanılan "komşularla sıfır sorun" söylemi, bugün yerini "sorunsuz sıfır komşuya" bırakmıştır.

Türkiye'yi içeride ve dışarıda rahatlatacak dış politika, akla dayalı, ülkemizin kapasitesiyle uyumlu, gerçekçi ve net olmalıdır. Hamaset ve fevri çıkışların dış politikada yeri olmamalıdır. Dış politika söylemi ölçülü, tutarlı, inandırıcı olmalı ve saygılı bir üslupla ifade edilmelidir.

AKP Hükûmeti yetkilileri ve Cumhurbaşkanı tarafından sıklıkla başvurulan başka ülkelerin devlet adamlarına yönelik kibirli, tehditkâr ve buyurgan söylemler Türkiye'yi yalnızlaştırmaktan ve tehditlere açık hâle getirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Savunulmaya değer en büyük ulusal çıkarlardan birisi barışçıl bir dış politikadır. Diplomasi, savaş çığırtkanlığından ve her türlü askerî seçenekten üstündür. Dış politikayı iç politikaya malzemesi yapmak AKP'nin en başarılı olduğu hususlardan biridir.

Dış politikadaki gelişmeleri kitleleri milliyetçi ve gerici hezeyanlarla teyakkuz hâlinde tutmak için kullanmak, ülkemizdeki kutuplaşmayı derinleştirmektedir.

Aynı şekilde, artık tekinsiz bir saplantı hâline gelmiş olan başkanlık sistemine ulaşmak için Türkiye'nin dış politikasını istismar etmek kabul edilemez. Bu anlayışla, dış politika iç politika malzemesi olmaktan çıkarılarak, ilerici, barışçıl, laik ve ulusal bir çizgide konumlandırılmalıdır.

Orta Doğu'da bir takım radikal örgütlerin dostluğunu kazanç sayarak izlenen mezhepçi politika, Türkiye'nin bölgeyle on yıllar içinde kurduğu tarihsel, iyi ilişkileri sona erdirmiştir. Bu unsurların Türkiye'yi barış ve istikrarın öncüsü yapması olanaksızdır. Türkiye'nin Orta Doğu politikası tarafsızlık, barış, istikrar ve refahı öncelemelidir. Türkiye, bölge ülkelerinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüklerini korumayı hedefleyen politikalar izlemelidir.

Arap ülkeleri arasındaki ve bu ülkelerin içindeki sorunlar konusunda taraf olma anlayışı terk edilmeli, bu ülkelerdeki bütün meşru gruplarla eşit mesafede ilişkiler kurulmalıdır.

AKP'nin Irak ve Suriye politikası, Suudi Arabistan ve Katar'la ilişkilerinin niteliği Orta Doğu'da mezhep eksenli bölünme ve kutuplaşmayı hızlandırmaktadır. AKP, dini, mezhebi ve etnik unsurları dış ilişkilerimizde ayrıştırıcı bir politikanın yakıtları olarak kullanmaktadır.

Orta Doğu'da güvenliğin sağlanması için güçlü bölgesel iş birliği şarttır. Bölge ülkeleri sorunlarına bölgesel sahiplenme anlayışıyla yaklaşmalıdır.

Suriye'de akan kanın durması, komşumuza barış gelmesi ve bunun için gerekli olan siyasal geçiş sürecinin bir an önce başlaması için öncü olması gereken Türkiye, ne yazık ki AKP'nin "Esad gitsin." saplantısı nedeniyle Suriye'deki savaşın bu kadar uzamasının asıl sorumlularından birisi olmuştur. Suriye'nin geleceğine sadece Suriye halkının karar verebileceği gerçeği göz ardı edilmiştir. Suriye'de beş yılı aşkın bir süredir devam eden savaşta yaklaşık 400 bin insan ölmüş, ülke nüfusunun yarısı evini terk etmiş, 5 milyon kişi mülteci olmuştur.

Cumhuriyet Halk Partisi, 2012 yılında Türkiye'nin öncülüğünde Suriye'de akan kanı durdurmayı amaçlayan bir "Uluslararası Barış Konferansı" düzenlemeyi teklif etmiştir. Suriye'nin Arap komşuları ve İran'ın da katılacağı Şam yönetimi ve meşru muhalifleri de içerecek bu önerimiz AKP tarafından görmezden gelinmiştir. Ancak, önerimizin neredeyse aynısı Birleşmiş Milletler nezdinde Cenevre Süreci olarak hayata geçirilmiştir. Önerimiz zamanında kabul görmüş olsaydı ülkemizin dünyada ve bölgedeki konumu bugün başka bir noktada olurdu.

Türkiye'nin Suriye'yle kayıtlı ekonomik ilişkileri sona ererken Türkiye'den Suriye'ye giden tırlarca silah ve Suriye'den -IŞİD'in hâkim olduğu bölgelerden- gelen kaçak petrol 2 ana ticaret kalemi haline gelmiştir. Suriye'de güvenli bölge oluşturmak için yapılan askerî müdahaleler Suriye yönetiminin rızasıyla gerçekleştirilmelidir. Aksi takdirde bunun adı "işgal" olur. AKP'nin "Fırat Kalkanı" adını verdiği operasyonun Suriye'deki terör örgütlerine kolaylık sağlamayı veya Suriye yönetimini devirmeyi amaçladığına ilişkin ciddi şüpheler vardır. Türkiye, Suriye'deki savaşı ülke içine taşıyabilecek bütün girişimlerden kaçınmalıdır. Eğit-donat gibi başarısızlığa uğramış hamlelerden ve cihatçıları silahlandırmak gibi tehlikeli girişimlerden uzak durulmalıdır.

Farklı aşiret, mezhep ve etnik kimliklerin bir mozaiği olan Irak'la ilişkilerimizin ana iskeleti, AKP dönemine kadar, Irak'ı oluşturan bütün unsurlara eşit mesafede durmaya ve onlarla iyi ilişkiler kurmaya dayanmaktaydı. AKP kendisini Irak'taki Sünnilerin koruyucusu ilan ederek bu temel anlayışı yıkmıştır. Türkiye'nin Irak'ın iç işlerine karışması öyle bir boyuta gelmiştir ki AKP, Irak seçimlerinde Sünni grupları (Allavi grubu) destekleyerek açıkça taraf olmuştur.

AKP, Irak'ın toplumsal dinamiklerini ve Musul başta olmak üzere mozaik yapısını anlamamıştır. Türkiye-Irak ilişkileri, AKP Hükümeti'nin Bağdat yönetimini dışlayarak Erbil'i ana muhatap kabul eden politikası nedeniyle çökmek üzeredir.

AKP Hükümeti, 2014'te IŞİD Telafer ve Musul'u ele geçirirken sesini çıkarmamış, Şii Türkmenlerin de dahil olduğu Ninova halkının (Ezidiler, Hıristiyanlar, Şebaklar ve Kakailer) IŞİD tarafından katledilmesine seyirci kalmış, 2016'da Musul'u kurtarma operasyonu başlayınca Türkmenleri hatırlayıvermiştir. Oysa gerçek şudur: AKP, izlediği mezhepçi Irak politikası nedeniyle, Irak'taki Türkmenlerin büyük bölümü de dâhil olmak üzere, Irak halklarının Türkiye'den uzaklaşmasına neden olmuştur.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye-ABD ilişkileri tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşamaktadır. On yıllardır dış politikada büyük devletler arasında denge politikası izleyerek kendisine manevra alanı açan Türkiye, AKP döneminde bu politikayı terk etmiş, büyük devletlerle çatışmalı ilişkiler kurmayı alışkanlık haline getirmiştir.

Bugün, AKP'nin ABD politikasının temel unsurlarının Fethullah Gülen ve Reza Zarrab olması utanç vericidir. AKP, Gülen'in ABD'den Türkiye'ye iadesini isterken peşin bahşiş aldığı Reza Zarrab'ı da kurtarmaya çalışmaktadır.

Gülen Cemaati'yle yıllar boyunca işbirliği ve suç ortaklığı yapan, bu cemaatin mensuplarına yurt dışında Türkiye için lobi yaptıran AKP, şimdi Gülen'in ABD'den iadesini talep etmektedir. Ancak, 15 Temmuz darbe girişiminde Gülen'in rolü konusunda ABD'ye yeterli kanıtın henüz daha sunulmadığını ABD yetkililerinden duymaktayız.

Öte yandan, Suriye ve Irak konularında ABD ve Türkiye arasındaki makas giderek açılmaktadır. AKP'nin PYD konusundaki saplantılı politikası önce Türkiye ve PYD'nin eşitlenmesine sonra da Türkiye'nin zemin kaybetmesine neden olmuştur.

24 Kasım 2015'te Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinden sonra Türkiye-Rusya ilişkilerinin seyri Türkiye'nin aleyhine dönmüştür.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çam, toparlar mısınız lütfen.

MUSA ÇAM (İzmir) - Kasım-Aralık 2015'te uçağın düşürülme emrini kimin verdiği konusunda birbiriyle yarışan AKP yetkilileri bugün uçağı FETÖ'cü pilotların düşürdüğünü söylemektedir. Gerçekler ise şunlardır: Türkiye'nin Suriye'deki manevraları Suriye'nin onayına bağla hâle gelmiştir. Rusya, Türkiye'nin Suriye politikasını bükmüş, ABD'yle arasını açmaya başlamış, uyguladığı ambargolarla ekonomimize büyük darbe vurmuş, son olarak imzalanan Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Anlaşması'yla Türkiye'nin kendine olan enerji bağımlılığını artırmış, Akkuyu Nükleer Santrali konusunda ticari çıkarlarını garantiye almıştır.

Son olarak, Sayın Başkan, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yeniden gündeme gelen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından "Parlamentoya gelirse onaylarım." şeklinde önü açılmaya çalışılan idam cezasının geri getirilmesi Türkiye'yi apaçık Avrupa'dan silecek bir hamle olur. Sayın Cumhurbaşkanı 2002'deki bir açıklamasında "Türkiye artık AB'nin kenar mahallesi olmaktan kurtarılmalı, idam cezası tamamen kalkmalı." demişti. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanlığı yapan Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu ise 31 Mart 2011 tarihinde yaptığı açıklamada Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerden ötürü idam cezasına geri dönmesinin imkânsız olduğunu hatırlatmış ve Türkiye'nin uluslararası imajına zarar vereceğini söylemişti. AB ve Birleşmiş Milletler yetkilileri endişelerini ve bu sürecin AB ilişkilerini bitireceğini, Türkiye'nin imajını sıfırlayacağını dile getiriyor, hâl böyleyken bir grubun "İdam isteriz." diye sesini yükseltmesine ülkenin Cumhurbaşkanı tarafından destek verilmesi, ülkenin Avrupa'dan kat ettiği yolu sıfırlamak demektir. Bunun büyük ve tehlikeli bir yola kapı açtığını görmek zor olmasa gerek.

İdam cezasının kaldırılmasının Avrupa Birliğiyle esasen hiçbir ilgisi yok. AB üyelik süreci olmasaydı da Ankara, Avrupa Konseyi üyeliği gereği bu cezayı yasalarından silmek zorundaydı. Mesela, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve AB üyesi olmayıp Avrupa Konseyi üyesi olan tüm ülkeler idam cezasını bu nedenle kaldırmış durumdalar. İdam cezası şu anda Avrupa Konseyi üyeliğinin olmazsa olmazı hâlinde. Dolayısıyla, idam cezasının yeniden Ceza Kanunu'na eklenmesi otomatik olarak Ankara'nın Avrupa Konseyi üyeliğinin sorgulanmasına neden olacak. Esas tehlike burada yatmaktadır. Sayın Çavuşoğlu'nun, Sayın Bakanın bunu bilmemesi mümkün değil ama neden sessiz kalıyor, bunu anlayabilmiş değilim. Böyle bir senaryonun Türkiye'yi zaten Avrupa ailesinin ferdî görmek istemeyenlerin eline büyük bir koz vereceğini Sayın Bakan herhâlde biliyor. Türkiye şayet Avrupa Konseyinden dışlanırsa otomatik olarak Avrupa boyutunu hayal etmek zor değil. Yıllardır ülkemize yatırım yapan Avrupalı yatırımcıların Türkiye'ye bakışı temelden değişecek. Türkiye, 1949'dan bu yana Avrupa Konseyi bünyesinde yüzlerce sözleşme ve protokolün hazırlanmasında yer aldı. Bunların çoğu da yürürlükte. Hâliyle, Avrupa Konseyinden çıkarsak tüm hukuk sistemimiz yeni baştan sorgulanacak, değişecek, her şey sil baştan olacak.

Türkiye, 1 Ocak 2016'da Avrupa Konseyinde Avrupa Konseyi bütçesine (grand payeur) en fazla katkı sağlayan ülke oldu. Avrupa Konseyi üyeliği sayesinde Avrupa'nın önde gelen hukuk organları AİHM, Venedik Komisyonu, siyasi organları AKPM, AYBYK ve denetim organları ECRI, CPT, GRECO'da tüm üye olarak temsil ediliyor. Bunların bir kalemde silinme riski var. Avrupa Konseyi üyeliği Türkiye'nin demokrasi pusulasıdır. Bunu Rahmetli Bülent Ecevit Mayıs 1979'da, Strazburg'da, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulunun önünde yaptığı o harika konuşmasında dile getirmiştir.

Özetlemek gerekirse; idam cezasının geri gelmesi Avrupa ailesinden dışlanmak demek olacak. Bir başka deyişle, Türkiye'nin bağlı olduğu uluslararası sözleşmeler ve AB üyelik sürecinin sona ermesi anlamına gelecektir.

Sayın Bakan, 12 Ekimde, Konseyde, Strazburg'da konuşma yaptınız, güzel bir konuşma yaptınız. Yaptığınız bu konuşmadan sonra bir İspanyol milletvekili size sorduğunda, "İdam cezası ne olacak?" dediğinde siz bu konudaki genel görüşünüzü söyledikten sonra "Ben şahsen idam cezasına karşıyım." dediniz mi, demediniz mi? Bunu da sizden duymak isterim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son olarak, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin talebi üzerine dokunulmazlık konusu hakkında uzman görüşü raporu hazırlayan Venedik Komisyonu 139 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasının ifade özgürlüğü ilkesiyle uyumlu olmadığı yönünde görüş açıkladı. Raporda Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde ifade özgürlüğü ihlali konusunda sicili en kabarık ülkelerden biri olduğu hatırlatıldı Sayın Bakana. Komisyon, Türkiye'de mevcut durumun Parlamentonun işleyebilmesi için parlamenterler dokunulmazlığını temel güvence kıldığını, bu nedenle Parlamento dokunulmazlığının olabileceği en kötü dönemde kaldırıldığını bildirdi. Komisyon, parlamenter dokunulmazlığın kaldırılmasının, Anayasa'nın 10'uncu maddesi gereği, eşitlik ilkesine aykırı olduğuna da kanaat getirdi. Her parlamenterin dokunulmazlığının teker teker incelenmesi önerisine karşı Türkiye Büyük Millet Meclisinin iş yükünün mazeret gösterilmesinin kabul edilemez olduğunu kaydetti. TBMM'nin 139 vekilin dokunulmazlığını kaldırarak daha ılımlı bir çözüm aramak yerine en radikal yönteme başvurduğunu not düşen Komisyon bu durumun orantılılık ilkesiyle bağdaşmadığı sonucuna da vardı.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, Sayın Bakan...

BAŞKAN - Lütfen toparlar mısınız.

MUSA ÇAM (İzmir) - Son sözüm.

Antalyalı milletvekili arkadaşlarımız da var ve Sayın Bakanımız da Antalya Milletvekili. Bütün bu yanlış dış politikaların sonucunu sizin iliniz, seçildiğiniz iliniz çok ciddi anlamda ödemektedir. 2015 yılında Antalya'ya gelen turist sayısı 4 milyon 800 bin, 2016 yılında bugün itibarıyla Antalya'ya gelen turist sayısı 700 bin. Eğer rakamlar 4 milyon 800 binden 700 bine düşmüşse "Bizim dış politikamız çok iyidir." diyorsanız size söyleyecek hiçbir sözümüz yok.

2017 bütçesinin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum, saygılar sunuyorum.