| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri a) Kalkınma Bakanlığı b) Türkiye İstatistik Kurumu c) GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ç) Doğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı d) Konya Ovası Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı e) Doğu Karadeniz Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 18 .11.2016 |
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Bakanım, değerli arkadaşlar; bugün, siyasi ağırlığı olan bir konuşma olmayacak Kalkınma Bakanlığı üzerindeki görüşmem ve konuşmam çünkü günün ekonomi üzerinde acımasız eleştiriler günü olmadığını düşünüyorum.
Değerli arkadaşlar, eskiden beş yıllık planlar yapılırken bazı arkadaşlarımız veriler üzerinde veya sonuçlar üzerinde tartışmaya girdikleri zaman "Ya, kim öle kim kala, hele bir yazalım da ondan sonra bakarız ne olacak." derlerdi. Şimdi, değerli arkadaşlarımızın on yıllık bir planın sonuna geldiklerini görüyorum, bu herkese nasip olacak bir olay değildir ama bunun da bazı sakıncaları var. On yıllık plana yazıyoruz çok net bir şekilde, diyoruz ki: "2018 yılında gayrisafi yurt içi hasılamız 1,3 trilyon dolara yükselecek, kişi başına gelir 16 bin dolara yükselecek, ihracatımız 277 milyar dolara gelecek, işsizlik oranı 7,2'ye düşecek." Tabii, bunlar veya keşke bunların altında da "Yok canım, zaten ulaşıyoruz." diyebilecek bir konumda olsaydık. Bunun içten bir temenni olduğu konusuna inanmanızı dilerim. Yalnız, değerli arkadaşlar, biz şu anda geldiğimiz konum itibarıyla geçtiğimiz yirmi otuz yıl içerisinde hangi ekonomik evrelerden geçtik? Niye gelip gelip bir yerlerde birdenbire tıkanmayla karşı karşıya kalıyoruz? Ve bunu aşmamız gerekiyorsa, farklı bir şeyler yapmamız gerekiyorsa bunu oturup da niye ayrıntısıyla tartışmıyoruz?
Türkiye'nin ekonomisindeki dönüm noktası -çok iyi biliyorsunuz- ithal ikamesine dayanan ekonomi uygulamalarından, politikalarından sonra liberal ekonomiye geçişin ilk sürecini oluşturan ihracata dönük ekonomi politikaları oldu ve bu süreç içerisinde, tasarruf yetersizliğini de göz önünde bulundurarak kamu, özellikle gevşek maliye politikası izlemek suretiyle bütçe açıklarından yararlanarak yatırımlarını desteklemeye çalıştı, hem kamu yatırımlarını hem özel yatırımlarını. Böylece kamu harcamalarının yüksek, vergi gelirlerinin düşük olduğu bir süreç yaşadık ama bu süreç içerisinde kamu inanılmaz derecede borçlanmaya başladı. Bu konudaki dönüm ve kırılma noktası da 1989 yılındaki Hazinenin doğrudan doğruya ticari bankalardan borçlanmaya başlaması oldu. Artık ondan sonra devletin neredeyse temel amacı borçlanmak, para bulmak, borçlanmak, olay o idi. Bu kadar fazla talep ettiğiniz zaman, tabii kaçınılmaz olarak faizler de onun peşinden geliyor idi.
Bütçe açıklarıyla desteklenen harcamalar ister istemez enflasyonu artırıyordu, enflasyon kurları artırıyordu, bir kısır döngü içerisinde ekonomi büyüyordu, büyüyordu ama topluma maliyeti ağır olduğu gibi bir de belirli bir sınıra doğru gittiği anlaşılıyordu. Yani ne kadar dayanabilirdi ekonomi buna? Bizim bütçe açığımız, gayrisafi hasılamıza göre, millî gelirimize göre yüzde kaça ulaşana kadar biz bu borçlanmayı sürdürebilirdik? Bunun bir sınırı vardı. Nitekim o sınır 2000 yılına geldiğimizde geldi, ciddi anlamda geldi. Dolayısıyla, 2000 yılına geldiğimiz zaman artık bu şekilde bir ekonomi politikasını sürdüremeyeceğimiz çok net olarak ortaya çıktı. Özellikle 1990'lı yılların son sürecinde yurt dışından sermaye getirilmesinin koşulunun, gelen dövizlere çıkarken hangi kur üzerinden çıkacağı konusunda bir garanti verme noktasına kadar geldi, bu çok önemli bir olaydı. Tünelde "serpent", tünelde yılan diye bir şey tanımlaması yapıldı. Artı eksi yüzde 2,2'lik bir dalgalanma içerisinde "Siz getirin, yatırımınızı yapın, çıkarken istediğiniz anda size şu kurlar üzerinden bu dövizleri geri vereceğiz." taahhüdünde bulundu devlet. İşte, tıkanma noktasından sonra bu olayı BDDK Başkanı olarak bizzat yaşamış bir insan olarak söylüyorum. Belirli bir süre sonra o taahhüt ettiğiniz kurlardan talep sizin karşılayacağınız miktarın üzerine çıkmaya başladığı andan itibaren kriz geldi.
Karşı karşıya kaldığınız olay şu: 7 milyar dolar civarında talep var Merkez Bankasına. Merkez Bankası o sırada serbest piyasadaki dolar kurları neyse o zamanki kurun yüzde 40 üzerinde oluşmaya başlamış, siz o yüzde 40 üzerinde oluşmuş kurlar orada dururken tünel içerisindeki dalgalanmış kurlar üzerinden döviz vermeye cesaret edemiyorsunuz, nitekim Merkez Bankası da onu yapamadı o gün.
Bir kur sisteminin değişikliği gündeme geldi. Zaten G20'lerin müsteşarlar toplantısı vardı o günlerde İstanbul'da, IMF de oradaydı her şeyiyle beraber. Herkesin söylediği olay "Siz bu ekonomi politikalarını, ekonomiyi bu sistemle yürütemezsiniz kardeşim, serbest kur sistemine geçin." diyorlardı. Ama ekonomiyi yönetenlerin de yüreği güm güm diye atıyordu. Yani birdenbire kalkıp da kurların serbest bırakılması hâlinde nerede denge bulacağını bilemiyordunuz ki bilmeniz mümkün değildi. Allah kimseye böyle sıkıntılar yaşatmasın, gerçekten yaşatmasın, sıradan bir olay değil. Ekonomi bürokrasisi toplandı, Sayın Bahçeli Başbakan Yardımcısıydı ama yurt dışı seyahatindeydi, o nedenle o gün karar verilemedi. O gece dalgalı kura geçilmiyor diye faizler aldı başını gitti, binlerle ifade edilen rakamlarla olmaya başladı. Ertesi gün yeniden toplanıldı. Bu arada IMF "Siz dalgalı kur sistemine geçmiyorsanız biz artık sizinle beraber değiliz." diye bavullarını topladı, İstanbul'dan Ankara'ya gelmişlerdi, çektiler gittiler. Öyle bir konumla karşı karşıya kalındı. Uygun bir zamanda yani süreyle sınırlı olmadığım bir zamanda aslında oradaki hikâyenin tamamını Plan ve Bütçe Komisyonuna anlatırım ama süreli bir günde anlatmam, o randımanlı olmuyor.
Onun üzerine, değerli arkadaşlar, Türkiye farklı bir ekonomik sürece geçti. İthal ikamesine dönük ekonomiden liberal ekonomiye, ihracatın desteklenmesine dönük ekonomiye, oradan sonra da farklı bir sürece, güçlü ekonomiye geçiş programı çerçevesinde farklı bir ekonomik sisteme geçti.
Burada önemli bir ayrıntıyı hepinizin bilgisine sunmak istiyorum: Bu, Hazinenin "Kamu Borç Yönetimi Raporu." Değerli arkadaşlar, Türkiye'nin ekonomik olarak ciddi anlamda sıkıştığı, daha önceden uygulamaya çalıştığı, IMF tarafından verilmeyen, kendi programı olan ancak IMF'nin de "Hele bir uygulayın da bakalım." dediği programın en temel eksikliği finansman ayağının olmamasıydı. Sadece kamu ve fon bankalarının günlük açıkları 4,5 milyar dolayındaydı. Yani her akşam bu bankalar Merkez Bankasının gecelik piyasalarına gidip 4,5 milyar dolar talep ediyorlardı. Bu durumda faizleri düşürme olanağınız var mı sizin? 4,5 milyar dolarlık bir kaynak bile o anda o programın yürütülmesi ve Türkiye'nin çok daha büyük maliyetlere katlanmasının önüne geçebilirdi, rahatlıkla geçebilirdi, alınmadı ve hiç kimsenin bilmediği -ben burada belki bunu 3'üncü defa söylüyorum ama- değerli arkadaşlar, tam o sırada bizim devletimiz, hazinemiz, IMF'den falan borç almayı bırakın, IMF'ye borç ödüyordu ve IMF'den kullanımlarını sıfırlamıştı. IMF'den kredi kullanımının ta 1980'li yıllardan sonra ilk sıfırlandığı dönem rahmetli Erbakan'ın 1996'daki Hükûmeti zamanında oldu. Ondan sonra bizler de ödemeye devam ettik. 1997 ve 1998 yıllarında, mesela 1997 yılında 27 milyon, 1998'de de 232 milyon dolar IMF'ye borç ödemişiz. Borç stokumuz da neredeyse sıfırlanma noktasına gelmiş. O faizler nedeniyle 300 küsur milyon dolarlık bir şeyimiz var. Yani, IMF'ye borç diye bir olay o sırada yok, IMF'nin bir desteği de yok işin garip kısmı. Sadece ölü soyucu tavrıyla işte son kuruşunu, faizlerini falan tahsil etmeye çalışıyor, olay o.
Programımız değişti. Değerli arkadaşlar, programımız ne oldu ondan sonra? Daha önceden büyüme için bütçede açık verdirerek, yatırımlarımızı finanse ederek büyüyor idik. İşte, 2000'li yıllardan itibaren bu olayı terk ettik. Bütçeye açık verdirmedik ama bu defa cari açık vererek büyümeye başladık, cari açık vererek büyüme dönemine girdik. Cari açığı verenler de yatırımları yapan özel sektördü.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurunuz.
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Sonuç olarak devlet ta 1986 yılından beri -Sayın Bakanın slaytında da görülüyor zaten- uyguladığı yatırımların finansmanına dönük kamu-özel ortaklığı şeklindeki finansman yöntemlerini çok yoğun olarak kullanmaya başladı. Ancak, cari açık ve yükümlülüklerin özel sektörde olmasına karşın, belirli bir süre sonra zaten o yükümlülüklerle yani tamamen özel sektörde bırakılan yükümlülüklerle bu işin yürüyemediği anlaşıldı. Büyük bir hızla önce hazine garantileri, sonra ilgili kuruluşların ve hazinenin alım garantileri, müşteri garantileri falan filan gibi kurumlarla bu geliştirilerek geldi.
Değerli arkadaşlar, şimdi şu konuya özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: Şu anda Türkiye'nin son, ta 2003'ten beri o büyüme şeyleriniz var, sizin rakamlarınız bunların hepsi. Bu iki dönemde yani 1980'den 2000 yılına kadar, ta 1980'e kadar inmeyeyim, 1990 ile 2000 yılı, sonra 2000 yılından 2015 yılına kadarki büyüme rakamlarına şurada bir bakın: 1990'lı yıllarda bu süreç içerisindeki en büyük büyüme rakamı 1990 yılında; yüzde 9,3 büyümüş Türkiye. Ondan sonraki zamanlarda yüzde 6, yüzde 8. Tabii, bu arada 3 tane de kriz yaşadık; 1989 krizi, 1994 krizi ve 2000 krizi. 1994 krizinde birdenbire eksi 5,5'a kadar düşüyoruz, sonra 7; 7; 7,5; 3 diye sürekli olarak bir artış geliyor. Sonra 1999'da başlayan finansal kriz ve 2000 krizi geliyor, orada bir düşüş var. Sonra 9,4; 8,4; 6,9; 6,8 büyümeler var yani büyümüş Türkiye. Demek ki bütçe açığı vererek de büyümek mümkün. Daha sonra cari açık vererek yaptığı büyümelere de bakıyoruz, 2003 yılından itibaren 5,3; 9,4; 8,4; 9,6; 4,7; 0,7; sonra geliyoruz 2008'e, birdenbire 4,8'lik bir gerileme var, sonra 9; 8; 2; 4; 2,9'a kadar gidiyoruz.
Değerli arkadaşlar, bunu bir grafiğe dökün. Bazı arkadaşlar döktüler, gösterdiler de. Hem bütçe açığı vererek yapılan büyüme, hem cari açık vererek büyümenin neredeyse birbirine eşit olduğunu görüyorsunuz. Ama, her ikisi de gelip gelip tıkanıyor ve ortaya çıkan maliyet tahminlerinizin çok ötesinde bir maliyet.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bu açıklamayı niye yaptım bu şey içerisinde? Geldiğimiz nokta: "Yok şöyle oldu, böyle oldu." falan tartışmalarına girmek istemiyorum, hiç de iç açıcı bir nokta değil. Yani, sonuç olarak cari açık vererek büyümeyle ilgili uygulamanın sonuna geldik, dayandık. Hani, herkesin bildiği bir anekdot vardır: "Savaşı niye kaybettik, bana üç tane neden söyle." diye komutana soruyorlar. "Birinci neden, mermimiz yoktu." diyor, geri nedene gerek kalmıyor. Sizin büyümek için kaynağınız yoksa, tasarrufunuz yeterli değilse, hele dış konjonktürde eski finansman bolluğunu, istenildiği gibi akıtıldığı, alındığı hem de üstelik oldukça düşük maliyetlerle alındığı dönemi yaşamıyor ise mermi yok anlamına geliyor burada. Amerika'daki bir seçim, örneğin dolarla ilgili bütün tahminlerin hepsini altüst edebilir, edecek demiyorum, edebilir diyorum. Hele birileri kalkıp da "Altyapı yatırımlarına gireceğim.", hele kalkıp biri de "Kamu-özel ortaklığıyla bunun finansmanını sağlamaya başlayacağım." derse Amerika'da, Amerika dışında hiçbir yerde kesin olarak bir kuruş dolar göremeyebiliriz. Bu büyük bir risktir, nitekim işaretlerini falan da veriyor ki böyle bir olay oluyor. Şimdi ne yapacağız? Daha önceden bir sistemi denedik, bedelini ödedik, şimdi bir sistemde tıkandık. Şimdi ikisinin karmasını mı yapacağız; birazcık bütçe açığı, birazcık cari açık. Yürümez değerli arkadaşlar, yürümesi mümkün değil. O zaman işte karşımızdaki bu kadronun Türkiye'nin diğer kadrolarıyla beraber oturup Türkiye için burada ortaya çıkabilecek riskleri göz önüne alarak... Şimdilik büyük bir sıkıntımız yok gibi gözüyor ama bunun olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunların hepsini dikkate alarak da şu programımızı yeniden yapmamız gerekiyor. Ne yapacağız? Sadece ve sadece transfer ödeneklerine bakıyorsunuz, Bakanlığınız bir transfer bütçesinden ibaret sanki. Şimdiye kadar 7 tane farklı farklı adları taşıyan ekonomiyle ilgili bakanlıkların bütçesini görüştük, ha babam para dağıtıyoruz. Bu iyi yani gerçekten çok iyidir, para dağıtacak olanaklarımız olsa keşke. Ama, bu olay bitiyor, deniz bitiyor. En basitini kurda görüyorsunuz, aldı başını gidiyor. Nerede duracak? Kimse cevap vermiyor. Ne yapılacak? Müdahale etmesi gereken kurumlar ne yapıyor? Hiçbir şey yapmıyor. Niye yapmıyor? Yapmamalarını bir noktada normal karşılamanız gerekir. Merkez Bankası neyi var ki neyiyle müdahale etsin. 117 milyar doların sadece net rezervi 34 milyar falan civarında bir şey, onun da neredeyse 17'si altın, hemen değiştiremezsiniz, kullanabilirsiniz uzun vadede ama altınla hemen anında ödemelere falan başlamanız çok çok zaman alır. E, peki, bu miktarla nasıl müdahale edeceksiniz? Aynen 1999'da olduğu gibi bir gece içerisinde 15 milyar, 20 milyarlık bir talep gelse, onunla karşı karşıya kalsanız ne yaparsınız? Bunlar oldu, bunların olma olasılığı da var. İkisini karıştırarak yapılacak olan karmakarışık bir sistemle, yeniden bütçe açıklarıyla... Zaten denemeye başladık, burada yasa değişiklikleri yapıp yapıp veriyoruz, Merkez Bankasının özel sektör senetleri üzerinden reeskonta girmesi, kredi vermesi konusuyla ilgili yasal değişikliği yaptık. Bunu sürekli söylüyorum, bu film kötü bir film, bir daha seyretmeye gerek yok, yeni bir senaryo yazmak lazım. Bu yeni senaryoyu yazmadan bir yere ulaşamazsınız. Merkez Bankasına şu andaki rezervleri nedeniyle "Sen piyasaya niye müdahale etmiyorsun?" diyemezsiniz. Yarın faizleri artırın baskısı gelecek, bu filmi de çok gördünüz. Bunlar yapılır, "Faiz artır kardeşim." denir. Biz yüzde 300'lük faizleri falan da gördük 1990'lı yılların hemen başında. "O zaman krizi atlattık." diyorlar, zaten onun amacı da o. Bize o kriz döneminde, son günlerde ciddi anlamda hâlâ "Faizlerimizi ödeyin." diye bastıran Merkez Bankası, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulanmaya başladığı andan itibaren, değerli milletvekilleri, üst üste 2000 yılında 3,3 milyar dolar, 2001 yılında 10 milyar dolar, 2002 yılında da 6,8 milyar dolar kredi kullandırttı, 20 milyar dolar, hatta 21 milyar dolar. 21 milyar doları bu can suyuyla beraber oturup yeni bir ekonomik programda harcadık. Peki, ne yaptık ekonomik programda? Tamam, kamu-özel iş birliğiyle istediğimiz, hatta hiç kimsenin aklına gelmeyecek dünyanın "en"lerini yaptık, "en." Ben Kalkınma Bakanlığının bu "en"ler konusunda şimdiye kadar ağzını açıp bir şey söylediğini de duymadım. "En"leri yapıyoruz, "en"ler, maliyetleri, daha sonra da geri dönüşümleri, dönüp dönüp nasıl yeniden bu devletin üstüne geleceğini ve yurttaşın üstüne geleceğini bile bile yapıyoruz. 20 milyar doları veriyorlar, hatırlarsanız, "On beş günde 15 tane yasa yapacaksınız." diyorlar, oradan sonra da 70 milyar dolarlık Türkiye'nin cumhuriyet tarihinde biriktirdiği bütün kurumların hepsini sattırıyorlar savdırıyorlar, borçlarını tahsil ediyorlar. E, kalmadı, neyi satacağız bundan sonra?
Değerli arkadaşlar, son olarak söylediğim konu bu; bu olaylar siyaset dışıdır, Türkiye'nin ulusal politikası gereğidir. Ulusal politikası gereği yapmamız gereken şeyleri konuşmamız gerekiyor artık bizim buralarda, bunu çok önemsemek gerekiyor. Siyasi polemik için inanılmaz bir ortam bu. Yapmayalım, tam tersine, üstelik de Türkiye'nin şu sırada başka konulara da yoğunlaşmaması gerekiyor. Sistem değişiklikleri vesaire böyle bir ortam içerisinde yapılmaz. Bu zaten var olan riskinizi ikiye, üçe katlar. belki çözebileceğiniz sorunları çözememenizin nedeni olur. Herkesin bu çalışmanın içerisinde bütün varlığıyla olması gerekiyor. "Hele şurayı bir atlatalım."; nasıl atlatacaksak? Var yöntemleri tabii ki, var yani şimdiye kadar denenmemiş, sadece IMF'nin bilmem kaçıncı derece uzmanlarının getirip getirip dayattığı iki çözümden ibaret değil dünyadaki ekonomik çözümler, başka çözümleri de var, bütün bunların hepsini değerlendirelim. Bu değerlendirmelerin sonucunda eğer buradan bir sonuç çıkarsa bu ülkeye de, gelecek nesillere karşı da borcumuzu öderiz.
Ben işiniz zor ama size kolaylıklar diliyorum Sayın Bakan.
Teşekkür ederim Sayın Başkan.