| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri a) Adalet Bakanlığı b) Ceza İnfaz Kurumları ile Tutukevleri İş Yurtları Kurumu c) Türkiye Adalet Akademisi ç) Anayasa Mahkemesi d) Yargıtay e) Danıştay f) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 22 .11.2016 |
MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Komisyonumuzun saygıdeğer üyeleri, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının değerli temsilcileri, yüksek yargının değerli temsilcileri, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
2017 bütçesinin Adalet Bakanlığına, hukuka ve ülkemize barış ve kardeşlik getirmesini temenni ediyor ve diliyorum.
15 Temmuz darbe girişimden sonra ortaya çıkan olumlu siyasal psikolojik ortam ne yazık ki çok kısa bir süre içinde yok edildi. Darbe girişiminin engellenmesinden sonra AKP Hükûmeti ve Cumhurbaşkanının önünde başlıca 2 temel yol vardı: Oluşan toplumsal psikolojik ortama ve darbe karşıtı geniş toplumsal mutabakata, iktidarı tahkim etme doğrultusunda, intifa etmek ya da demokrasiyi güçlendirmek, devlet mekanizmasını demokratik güç paylaşımı ekseninde yeniden yapılandırma ve giderek yeni ve demokratik bir anayasa için sahici ve kapsayıcı bir uzlaşma yönünde adımlar atmak. Hükûmetin ve özellikle Cumhurbaşkanının bu seçenekler arasında tercih yapması gecikmedi. Reis odaklı bu yeni resmî ideoloji demokratik bir çözüm politikasını reddederek ülkeyi bu yüzyılda bir batağın içine sürükledi.
Nitekim, bugün de Adalet Bakanlığı bütçesini görüşüyoruz ve bu bütçenin artık gerçek işlevini kaybettiğini ve AKP yönetiminin ülkeyi getirdiği bu olumsuz noktanın bir anlamda finansmanı olacağını görüyoruz. Sağlanan bu bütçeyle akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, belediye başkanları tutuklanırken IŞİD'çiler, tecavüzcüler, dolandırıcılar neredeyse serbest bırakılır durumdalar. Yarattığınız bu iklimde hukuk sistemini komple çökerttiğiniz yetmiyor, teslim ettiğiniz cemaat eliyle 10 binlerce mağdur ve içinden çıkılamaz yeni bir kaos yarattınız.
Sürekli dile getiriyoruz ve söylüyoruz ama elbette bu bütçe görüşmesinde de yineleyeceğiz: Cumhuriyet gazetesinin yazarları Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Ali Bulaç ve daha adını sayamadığım birçok yazar ve elbette, tutuklu milletvekilleri ve yine seçilmiş belediye başkanları şu an tutuklu durumdalar ve ne kadar inkâr etmeye çalışsanız da ağır bir tecrit ve işkence altındalar. Neden? Varsa bir suç, biliyoruz ki tutuksuz yargılamak da mümkün ama neden yapmıyorsunuz? Çünkü, böylece, tüm muhalif çevreleri susturmak ve bir çoğunuzun aslında nasıl işleyeceğini bilmediğiniz bir sistemin hayata geçirilmesini sağlamak.
Memleketin bu hâle gelmesinde, iki üç yıl devam eden ve yüzlerce insanın canını yakan o berbat yargılama süreçlerinin büyük payı yok muydu? O dönemde aklı başında, dürüst insanlar davalardaki hukuk dışılıklara ve katliamlara dikkat çekiyorlardı. Davaların içeriğinden bağımsız biçimde gündeme gelen bazı iddialar doğru, bazı iddialar ise külliyen yalan olabilir, bunun hiçbir önemi yok. Önemli olan ve olması gereken, çok daha basit bazı temel ilkeleri savunma iradesini sergilemek. Suçun şahsiliği gibi, kanunsuz suç ve ceza olamayacağı gibi, mahkeme kararıyla sabit olana dek herkesin suçsuz kabul edilmesi gerekliliği gibi, kanuna aykırı delillerin kabul edilemezliği gibi ilkeler. Bu denli basit temel kurallardan söz ediyorum.
Başbakan Yıldırım, olağanüstü hâl ilanını gerekçelendirmek için manidar bir şekilde "OHAL'i devlete ilan ettik." ifadesini kullanmıştı. OHAL, hızla devasa hak ihlallerinin yapıldığı, zaten çok gevşek olan hukuk güvencesinin ortadan kaldırıldığı, kitlesel mağduriyetlerin ve kıyımların çok yaygın ve sistematik olarak yaşandığı, içeride ve sınır dışında çatışma ortamının tehlikeli bir şekilde tırmandırıldığı özel bir güvenlik rejimine doğru koşar adımlarla ilerlemektedir. Kanun hükmündeki kararnameler marifetiyle tamamen keyfî bir şekilde ve icat edilmiş mazeretlerle görevden atılan 10 binlerce sendika üyesi öğretmenin de açığa alınmasıyla sayıları neredeyse yüz binlere ulaşan kamu görevlilerinin görevden uzaklaştırılmalarına veya işten atılmalarına tanıklık etmekteyiz. Bugün yayımlanan 677 ve 678 sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamelerle de birçok kamu görevlisinin yine ihraç edildiğini okuyoruz ve görüyoruz.
Bu çapta ve yoğunlukta hak ihlalleri ve adalet kıyımlarına paralel olarak, yaratılan korku, merhametsizlik, kıyıcılık ve hukuksuzluk ortamı Türkiye'nin darbeler tarihi ve standartları açısından bile bir ilk olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bu gidişatın önü alınmazsa yaşanan sürecin, 1930'Iu yılların dünyasında yaşanan sürgün, kıyım ve hak ihlalleriyle mukayese edilecek boyutlara ulaşması kaçınılmaz olacaktır. Bu hâliyle OHAL, kanlı darbeci yapıyı ortadan kaldırmanın çok ötesinde, giderek her türden muhalefeti susturmanın ve yeni bir rejim inşasının aracına dönüşmektedir. Hâlbuki, hepimiz biliyoruz ki OHAL kanun hükmünde kararnamesi, adı üzerinde, OHAL'le ilgili ve OHAL süresiyle bağlı olarak çıkarılabilir. OHAL'i ilgilendirmeyen konularda ve ilan edilen sürenin sonrasında etkili olacak hükümler yaratılamayacağı gibi, OHAL kanun hükmünde kararnameleriyle kanunlarda değişiklik yapılamaz.
Yetmiyor, bir de bu dönemde işkence iddialarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Şimdilik iddia diyorum ancak hepimiz darbe girişiminden sonra iç çamaşırlarıyla, yüzleri dayaktan şişip morarmış insanların görüntülerinin servis edildiği, doktorların rapor vermekten çekindiği, savcıların şikâyetlere rağmen işlem yapmadığı birçok durumla karşı karşıya kaldık. Üstelik, öldürülmüş ya da yakalanmış darbecilerin ailelerine, sevenlerine dünyayı dar eden bu acımasızlık ve işkenceci pratik, bir AKP'li Bakanın kendi ağzından da "Bunlara öyle bir ceza vereceğiz ki 'Keşke geberip gitseydik.' diyecekler, insan yüzü görmeyecek, insan sesi duymayacaklar; 1,5-2 metrekarelik yerlerde lağım fareleri gibi ölecekler." sözleriyle itiraf ediliyorken "iddia" demek biraz naif kalıyor. Bu durum, iktidarınızın, ulusal ve uluslararası hukuk tarafından mutlak biçimde yasaklanmış işkence ve kötü muamele özlemini ballandıra ballandıra açığa çıkarmaktadır.
Sayın Bakan, idam cezasıyla ilgili son dönemlerde oldukça yoğun bir kampanya yürütülmektedir. İdam cezasının kaldırılmasının Avrupa Birliğiyle esasen hiçbir ilgisi yok. AB üyelik süreci olmasaydı da Ankara, Avrupa Konseyi üyeliği gereği bu cezayı yasalarından silmek zorundaydı. Mesela, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve AB üyesi olmayıp Avrupa Konseyi üyesi olan tüm ülkeler idam cezasını bu nedenle kaldırmış durumdalar. Belarus dışındaki tüm Avrupa ülkeleri bu cezayı kaldırdı. Rusya dahi AİHM'in Ek 6 no.lu Protokolü'nü imzaladı ve moratoryum uyguluyor. Üyelerinin tümü Avrupa Konseyi üyesi olan AB, sadece Avrupa Konseyi tarafından yaratılmış olan "idam cezasından arındırılmış kıta" felsefesine uymakta. İdam cezası, şu anda Avrupa Konseyi üyeliğinin olmazsa olmazı hâlinde. Dolayısıyla, idam cezasının yeniden Ceza Kanunu'na eklenmesi, otomatik olarak, Ankara'nın Avrupa Konseyi üyeliğinin sorgulanmasına neden olacak. Esas tehlike de burada yatmaktadır. Türkiye'yi zaten Avrupa ailesinin ferdi görmek istemeyenlerin eline önemli bir koz verecektir bu davranış. Türkiye, şayet Avrupa Konseyinden dışlanırsa, otomatik olarak, Avrupa ailesinden dışlanmış olacak. Böyle bir olasılığın siyasi, diplomatik ve ekonomik boyutunu hayal etmek zor değil. Yıllardır ülkemize yatırım yapan Avrupalı yatırımcıların Türkiye'ye bakışı temelden değişecektir. Dolayısıyla bu konuda bizim son derece dikkatli, duygusallıktan uzak ve soğukkanlı karar vermemiz gerekiyor.
Sayın Bakan, yine Avrupa Konseyine üye hiçbir ülkede devlet başkanına hakaret edildiği gerekçesiyle soruşturma açılmazken 299'uncu madde dayanak gösterilerek hakkında iddianame düzenlenen, tutuklanan herkesin sistematik olarak ifade özgürlüğü ihlal edilmektedir. Cumhurbaşkanına hakaret suçu, Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığı tarih olan 28 Ağustos 2014'ten sonra kaygı verici seviyede kullanılmaya başlandı ve kamuoyu gündeminde sıklıkla yer almaya başladı. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yedi yıllık görev süresinde 1.359 dava izni talebi geldiği, 545'inin kabul edildiğini ancak tutuklama yaşanmadığını, buna karşılık Recep Tayyip Erdoğan'ın yedi aylık Cumhurbaşkanlığı döneminde 236 dava izni talebi geldiğini, 105'ine izin verildiğini, 8 kişinin de tutuklandığını ve günümüze kadar yaklaşık olarak 1.500'e yakın bu konuda başvuru yapıldığını ve bunlarla ilgili soruşturmanın yapıldığının haberlerini ve bilgilerini alıyoruz.
TÜİK'in yayınladığı adalet İstatistiklerine göre, 2012 yılı içinde 141, 2013 yılı içinde 140, 2014 yılı içinde de 132 olmak üzere toplam 413 TCK 299 kovuşturmasına başlandığı belirtiliyor. Dağhan Irak ve Benan Molu tarafından hazırlanan çalışmaya göre, Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde bugüne kadar toplam 282 kişi hakkında soruşturma açıldığı, kovuşturmaya başlandığı veya ceza verildiği, 14 kişinin de Cumhurbaşkanına hakaret suçunun CMK'nın 100/(3) maddesi kapsamındaki katalog suçlardan olmamasına rağmen tutuklandığı gözlemleniyor. Bu suça istinaden açılan soruşturma ve kovuşturmalara konu olan içerikler arasında gazete makaleleri, karikatürler, çok sayıda sosyal medya paylaşımı, mitinglerde yapılan basın açıklamaları veya atılan sloganlar yer alıyor. Bazı vakalarda, sloganları atanların tamamına yönelik toplu soruşturmalar açıldığı da biliniyor.
Öte yandan, Cumhurbaşkanının avukatları, yüzlerce davada siyasetçilerden, gazetecilerden, sanatçılardan, öğrencilerden müvekkillerinin zarara uğradığı gerekçesiyle milyonlarca lira tazminat talep ediyor. Bir başka deyişle, Türkiye'de adalet sisteminin önemli düzeyde bir mesaisi Cumhurbaşkanına hakaret edilip edilmediğini saptamakla geçiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili ağzını açan, kalemini oynatan, deklanşöre basan herkes artık 2 kez düşünmek zorunda kalıyor ve bence bunun Türkiye'ye yakışan bir tutum ve davranış biçiminin olmadığının altını çizmek istiyorum.
Sayın Bakan, son günlerde, geçtiğimiz hafta perşembe günü, benim de Genel Kurulda olduğum ve sizin de Hükûmet olarak görev aldığınız yerde 48 maddelik bir tasarı bir mutabakatla geçmek üzereydi. Sevindirici bir olaydı. Grup Başkan Vekilimiz Sayın Özgür Özel de orada söyledi: İktidar partisi ve muhalefet partileri arasında böyle bir temel kanunda konsensüsün sağlanması son derece güzel bir şeydi. Ama, tam geneli üzerindeki oylamalara geçilirken sizin bir anda böyle bir önerge vermeniz -verilmiş söze rağmen- o önergeyi getirmeniz şık bir davranış olmadı.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Çam, müsaade eder misiniz...
Sözlerinizi tamamlayın lütfen.
MUSA ÇAM (İzmir) - Çünkü, bizim için verilen sözler çok önemlidir. Söz verildi, biz söz verdik, bu kanun burada -48 madde geçecek bugün- bitecek dedik. Bunun dışında oraya herhangi bir önergeyle tecavüz önergesini getirmek bana göre bilhassa etik olarak doğru olmadığını söylemek istiyorum.
Tecavüz dünyanın her yerinde suçtur. Milattan önce 1760 yılında yazılmış Hammurabi kanunlarında bile tecavüz suç sayılmaktadır. Hammurabi'den üç bin yedi yüz yetmiş altı yıl sonra ülkemiz adına ne büyük talihsizliktir ki gazeteci Yılmaz Özdil'in ifadesiyle "Sapıklar kanuna uymuyor diye kanun sapığa uyduruluyor." noktasına gelmemiz gerçekten üzücüdür. Tecavüzcü, cinsel istismarda bulunan kişi yargılanıp mahkeme kararıyla ceza aldıktan sonra ona "suçlu" denilir, "tecavüz mağduru" denilmez. Tecavüz mağdurunun tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakmak züldür, zulümdür, onu ikinci defa mağdur etmektir.
Kamuoyunda "tecavüz yasası" olarak bilinen tasarı geri çekildi. Bu, son derece sevindirici ve doğru bir iş olmuştur. Ama, burada görülüyor ki kimi gazetelerde, kimi yayınlarda bu düzenlemenin özellikle adrese teslim eski bir AKP milletvekilinin kardeşine yönelik bir düzenleme olduğuyla ilgili bir yayın var. Bundan da büyük bir üzüntü duyduğumuzu ifade etmek istiyorum. Böyle düzenlemelerin olmaması gerekiyor.
Son sözlerim... Sayın Başkan, Sayın Bakan; bir ülkeyi dış güçler değil, hukuksuzluğu ve kanunsuzluğu yıkar. Bir ülkeyi dış düşmanlar değil, Anayasa'nın askıya alınması yıkar. Bir ülkeyi üst akıl değil, iç çatışmadan beslenen, sabah akşam toplumu ayrıştıran, kavgayı körükleyen siyaset anlayışı yıkar. Bir ülkeyi yabancı güçler değil, bağımsız yargısını, demokrasisini yok eden, baskıyla, korkuyla toplumu bir arada tutacağını sanan siyasetçiler yıkar. Bir ülkeyi düşmanları değil, bir ideoloji uğruna eğitimi çökerten çocukları ve cehalete mahkûm eden anlayış yıkar. Bir ülkeyi dış saldırılar değil, toplumu bir arada tutan değerleri, kurumları ortadan kaldıran onun yerine tek bir lidere itaati esas alan anlayış yıkar. Üst akıl değil, seçilmiş siyasetçileri, aydınları, yazarları hapse atan, kaba kuvvetle sorunları çözeceğini sanan anlayışlara prim vermek yıkar.
Hukuku, özgürlüğü, eşitliği, vicdanı olmayan, yoksulun hakkını gözetmeyen, herkese eşit eğitim imkânı sunmayan, çevreyi, doğayı önemsemeyen, insana değer vermeyen bir devletin ayakta kalamayacağını akıl edemiyorsunuz.
Sayın Bakan, devletler köprülerle, otobanlarla, güçlü silahlarıyla var olmazlar; insana verdiği değerle, insanın huzurunu, insanın gelişmesini esas alan yaklaşımla büyürler ve güçlenirler. Bizim bunlara özellikle dikkat etmemiz gerekir,
Son sözüm... Sayın Bakan, cezaevlerine yaptığımız ziyaretlerle ilgili orada karşılaştığımız birtakım haksızlıkları ve adaletsizlikleri benden önceki milletvekili arkadaşlarım dile getirdiler. Özellikle orada çalışan korumalar ve güvenlikler dâhil olmak üzere hepsinin sorunlarını dile getirdiler. Ama bir olay var. Özellikle cezaevlerinde sabah kahvaltısı 1 lira 10 kuruş -Sayın Cezaevleri Genel Müdürümüz buradadır, biliyordur- öğlen yemeği 2 lira 20 kuruş, akşam yemeği 1 lira 70 kuruş, toplam 5 lira. Yaklaşık olarak üç yıldır cezaevlerinde iaşe bedeli artırılmıyor. Cezaevleri iaşe konusunda gerçekten çok zor durumda ve çok mağdur durumda. İster istemez mahkûmlar da bundan etkileniyor ama esas olarak da cezaevleri yönetimlerinin 5 liraya üç öğün, sabah kahvaltısı, öğlen yemeği, akşam yemeğini sıkıştırmaları gerçekten büyük bir marifettir.
Bu konuda Adalet Bakanlığımızın ve Cezaevleri Genel Müdürümüzün, üç yıldır artırılmayan bu ödeneğin artırılmasını diliyor, 2017 yılı bütçesinin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.