| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik'in 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 24 .11.2016 |
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, teşekkür ederim.
Öncelikle Saygıdeğer Komisyonunuzu selamlıyorum.
Bu Komisyonda görev yaptığımız süre içerisinde her zaman gözlerimizin aradığı, Hakk'ın rahmetine kavuşan Mevlüt Aslanoğlu Milletvekilimizi bir kere daha rahmetle anıyorum; Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Bu Komisyonun çok saygıdeğer bir üyesiydi. Yaptığı pozitif muhalefetle, eleştirilerle her zaman için gönlümüzde yer etmiş özel bir insandı. Vefat ettikten sonra da kendisinin özel hayatı, diğer insanlarla ilişkileri konusunda arkadaşlarından ve basından çok farklı şeyler öğrendik ve biz kendisini yaşadığı müddet içerisinde hayatının o boyutlarıyla da yeterince tanıyamadığımız için doğrusu bir mahcubiyet içindeyiz ama her zaman sevgi saygı içerisinde bir ilişkimiz oldu, Allah mekânını cennet eylesin.
BAŞKAN - Amin.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, özellikle Adana'da meydana gelen terör saldırısı sebebiyle ve Suriye'deki saldırı sebebiyle kaybettiğimiz şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyoruz. Komisyon Başkanı olarak, sabahki görüşmemizde kendiniz ve Komisyonunuz adına Adana'ya başsağlığı dilediğiniz için size ve Komisyon üyelerine gösterdiğiniz bu nezaketten ve hassasiyetten dolayı teşekkür ediyorum.
Sayın Başkanım, özellikle Avrupa Birliği açısından, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından belki de bu ilişkilerin kurumsallaştığı tarihsel dönemin en kritik aşamalarının birinden geçiyoruz. Türkiye uzun zamandır müzakere yürüten bir ülke ve bu müzakereler çerçevesinde de Avrupa Birliğiyle çok derinlemesine ve zaman içerisinde oturmuş ilişkilerimiz var. Geldiğimiz noktada ise şunu açık bir şekilde ifade etmek isterim: Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri bu ilişkilerin kurulduğu günden bu tarafa en kırılgan dönemini yaşamaktadır. Bunun çeşitli sebepleri var, bu çeşitli sebepleri de sizinle paylaşacağım.
Tabii, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle ilişkisi her zaman bu elli bir yıl içerisinde çeşitli dönemlerde sürdü fakat bunun sistematik hâle gelmesi hükûmetlerimiz döneminde olmuştur. Hükûmetlerimiz döneminde tam müzakere tarihi alınmıştır. Tam müzakere tarihi çerçevesinde reform süreci sistematik bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu sistematik çerçeve içerisinde Avrupa Birliğine tam üyelik perspektifi bir devlet politikası hâline gelmiştir ve bütün siyasi partiler açısından da genel olarak Avrupa Birliği tam üyelik hedefi partilerüstü stratejik bir hedef olarak ele alınmıştır. Nitekim, müzakere tarihi aldığımızda sık bir şekilde Avrupalı muhataplarıma da hatırlattığım bir şey vardır: O tarihi aldığımız gün 600 civarında gazeteci o toplantıyı izlemişti, bunların 500'e yakını, 450'si İslam dünyasındandı. Dolayısıyla, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle tam üyelik perspektifi çerçevesinde müzakerelere başlamış olması, aslında, İslam dünyası açısından da bir cazibe merkezi oluşturmuştur çünkü büyük bir ülke, Müslüman bir ülke; Avrupa Birliği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da ve bütün dünyada bir barış ve refah projesi olarak ortaya çıkmış projenin içerisine dâhil olmak istiyor, böyle bir perspektif içerisinde hareket ediyor. Bu, tabii herkes açısından gözlenmeye değer, takip edilmeye değer bir tablo olmuştur. Hatta, İslam dünyasındaki pek çok ülke, bize, Türkiye'nin bu reform sürecinin bu şekilde öz güven içerisinde sürmesinin kendilerinin reform süreçlerini, kendilerinin birtakım değişim ve dönüşümleri sağlayabilmesi konusunda da önemli bir ivme, önemli bir çerçeve ve referans kaynağı olduğunu ifade etmişlerdir.
Fakat geldiğimiz nokta hem Avrupa Birliği açısından hem Türkiye açısından başlangıç noktasına göre çok farklı bir durum arz etmektedir. Haritayı gözümüzün önüne alıp tam Türkiye'nin ortasından bir çizgi çekersek, bunun yukarısında, Avrupa coğrafyasında çeşitli ekonomik krizler var, tam güneyinde ise Arap Baharı ülkeleri dediğimiz ülkelerde ortaya çıkan demokrasi krizleri var. Bu iki kriz alanının içerisinde, tabii, Türkiye'nin bu krizlere verdiği çeşitli tepkiler çerçevesinde ortaya koyduğu siyasetler, geliştirdiği siyasetler bakımından da Avrupa Birliğiyle ilişkilerinin çeşitli dönüşümlere uğraması söz konusu olmuştur.
Bugün, açıkça söylemek gerekirse Avrupa Birliği kurulduğu değerler açısından bir değerler kriziyle karşı karşıyadır. Bu değerler krizinin temelinde, terörle mücadeleden göç krizine kadar -gördüğümüz gibi, ki biraz sonra onlara ayrıntılı değineceğim- burada, Avrupa'nın içerisinde, Avrupa Birliğinin varlığı ve geleceği artık siyasi bir kriz olmanın ötesine geçmiştir, açık ve net bir şekilde varoluşsal bir krize dönüşmüştür. Bunun altını özellikle çiziyorum, "varoluşsal kriz" diyorum buna çünkü Brexit dönenimde de görüldü. Brexit sırasında, İngiltere'nin ayrılması sırasında aslında Avrupa Birliğinin bu süre içerisinde, tüm bu gelişmeler karşısında nasıl bir hazmetme kapasitesi üreteceği, nasıl bu krizleri yönetmekle ilgili çerçeve üreteceği konusunda ciddi sıkıntı ortaya çıkmıştır. Nitekim, Avrupa'nın büyüyen devletlerinde çok ciddi bir biçimde Avrupa'nın temel değerlerinin ve kurumlarının tartışıldığı bir çerçeve ortadadır. Özellikle çok değerli milletvekili arkadaşlarımıza kendilerinden müsaade alarak şu röportaja, Foreign Affairs dergisinde Marine Le Pen'in verdiği şu röportaja özellikle bakma fırsatları olursa bu konuyla ilgilenen arkadaşlar için tavsiye ederim. Avrupa'nın içerisindeki bir siyasetçinin -ki seçimlerden birinci çıkıyor- Avrupa'nın bir siyasetçisi olarak Avrupa kurumlarını, Avrupa Birliğinin geleceğini tamamen kökten değiştirecek ne tür tekliflere sahip olduğu net bir şekilde görülüyor. Ayrıca, Brexit'ten sonra Trump'ın seçilmesiyle birlikte de bunun Avrupa'daki birtakım aşırı sağ siyasetleri ne şekilde yükseltebileceği... Ki bu Marine Le Pen de böylesi bir siyaset çerçevesine referans vererek konuşuyor ve söylediği şey şudur; birkaç tane argüman ileri sürüyor, bu argümanları konuşmamın çerçevesini oluşturmak için özellikle kullanacağım, bir tanesinde "Avrupa Birliği diye bir şeyden ziyade, giderek, Avrupa kurumları ulusların hassasiyetlerini dikkate almayan -aynen Marine Le Pen'in ifadesi bu- Avrupa, Sovyetler Birliğine dönüşmüştür." diyor ifadesinde. Bununla kastettiği şey şu: Aslında Avrupa Birliğiyle birlikte ulusüstü birtakım kurumların ortaya çıkması, ulusüstü bir yapının ortaya çıkması söz konusu ediliyordu fakat bu ulusüstü yapının bir baskıcı yönetime dönüştüğü şeklinde oradaki milliyetçi hareketlerin, aşırı sağ hareketlerin bir tepkisi oluşmaya başladı. Nitekim, aslında Avrupa Birliği çerçevesinde bir refah ile barışın söz konusu olmadığını, tam tersine Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı sonrasında refah ve barış sağlandığı için Avrupa Birliğinin mümkün olduğu şeklinde birtakım eleştiriler getiriyorlar.
Şimdi tabii, bu gelişmeler karşısında Avrupa Birliğinden beklenen şuydu: Birincisi, ulusal kurumlar ile uluslararası kurumlar arasındaki dengeyi sağlayabilecek yepyeni açılımlar, birtakım değişimler meydana getirebilmesi fakat bu söz konusu olmadı. Her sene yapılan ve Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker tarafından yapılan bir konuşma vardır, birliğin durumu konuşması diye; bu, Amerika Birleşik Devletleri başkanının konuşmasına benzer bir şekilde birliğe hitap şeklinde olur. Burada yaptığı konuşmada Juncker -kendisi de deneyimli bir siyasetçidir, Lüksemburg'ta Başbakanlık da yaptı, 2002'de biz iktidara geldiğimizde o zaman Başbakandı orada- kendisinin Avrupa gelişmesinin bütün safhalarına şahit olduğunu, bu safhalara şahit olduğu dönem içerisinde Avrupa'nın hiç bu kadar krizle karşı karşıya kaldığını görmediğini, Avrupa'nın bütünleştirici politikalardan çok artık her devletin kendi politikasını uygulayan çok merkezli bir hâle dönüştüğünü ifade ediyor.
Bütün bunlar şunu gösteriyor, önümüzde çok ciddi bir tartışma alanı var, bizim çok ciddi bir şekilde incelememiz, takip etmemiz gereken bir alan var, o da şu: Mart ayından itibaren İngiltere'nin Avrupa'dan çıkma süreci başlayacak. Gerek Avrupa Birliğindeki muhataplarımıza gerek İngiltere'deki muhataplarımıza "İngiltere'nin Avrupa Birliğinden çıkma süreci başladığında bunun çerçevesi nedir, hangi metot ve usullerle bu devam ettirilecektir?" diye sorduğumuzda hiç kimse bunun nasıl olacağını bilmiyor, sadece başlayacaklar ve görecekler. Tabii, İngiltere'nin esasında Avrupa Birliğinden çıkma süreci bile Avrupa içerisindeki pek çok dengeyi etkiledi, sadece büyük bir ülkenin ayrılması olarak değil, İngiltere Avrupa Birliğinin içindeyken bile pek çok imtiyaza, ayrıcalığa sahipti. Buna rağmen, yeni imtiyazlar ve ayrıcalıklar koparma adına Başbakan Cameron İngiltere'yi referanduma götürdü ama bu söz konusu olmadı, bir başarı elde edemediler. Bu başarı elde edilememesine rağmen Avrupa'daki pek çok ülkenin zihninde şu kaldı: "İngiltere kendi ulusal egemenliği için bir ayrıcalık talep ediyorsa ve bu Avrupa'da mümkün olabiliyorsa, eğer referandumdan "hayır" çıksaydı Brexit konusunda İngiltere'ye bu ayrıcalıklar verilecekse o zaman peki biz neden kendi ülkelerimiz için almayalım." kendi egemen devletimiz için almayalım diye çok ciddi bir tartışma sürüyor.
Tabii, bu tartışmanın doğal bir neticesi olarak da bizim önümüze gelen bazı problemler var. Bir tanesi şudur: Açık ve net bir şekilde Fransa'da, İngiltere'de Almanya'daki anketlerin hepsini düzenli bir şeklide takip ediyorum ben. Bu düzenli bir şekilde takip ettiğimiz anketlerde çok net bir şekilde gördüğümüz şey: İstikrarlı bir biçimde Avrupa'da aşırı sağ büyümektedir. Şimdi, Avrupa Parlamentosunun bugün ortaya çıkan kararı da bizim açımızdan uzun zamandır aşırı sağın taleplerine dönük olarak, aşırı sağın değerlendirmelerine dönük olarak ana akım siyasilerin yaptığı bir hatanın tezahürüdür. Ana akım siyasiler ne tür bir hata yapıyorlar? Biz bunu daha önce Brexit sürecinde gördük, en son Almanya'daki yerel seçimler döneminde gördük. Burada bir "siyasi matruşka" dediğim bir matruşka var; bu, Avrupa'nın aşırı sağ tarafından üretildi ama ana akım siyasiler bunu yönetmek konusunda beceri gösteremiyorlar. Bu siyasi matruşkanın en üstünde "Türkiyefobia" dediğimiz Türkiye karşıtlığı var. Aslında o matruşkayı kaldırdığınızda, üstteki o Rus matruşkasındaki bebek gibi, onun altından çok ciddi bir biçimde yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı çıkıyor, onu kaldırdığınızda altından İslamofobi çıkıyor, onu kaldırdığınızda esasında altından antisemitizm çıkıyor fakat en köküne indiğinizde altında "Europhobia" var. Esasında, Avrupa düşmanlığı, Avrupa Birliği düşmanlığı olan siyasi hareketler, Avrupa'nın içerisindeki aşırı sağ hareketler kendilerini bu şekildeki kılıflarla gizliyorlar. Ben Avrupalı muhataplarıma bunu söylüyorum: "Siz Türkiye düşmanlığı karşısında aşırı sağa tavır almak yerine aşırı sağı idare etmeye çalıştığınız için, sonuçta siyasetin temel kuralıdır, herhangi bir aşırı sağ akımı idare etmeye çalışırsanız onun yörüngesine girersiniz, o aşırı sağ akım yükselir ve ana akım siyasi harita zayıflar." Aynı şey bütün Avrupa'da oluyor. Örneğin, Brexit sürecinde aşırı sağın özellikle UKIP partisinin Türkiye karşıtı söylemlerine çok fazla prim verdi Başbakan Cameron ve sonuçta siyasi hayatı bitti. Aynı şey Almanya'da yapıldı; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bile, Almanya'da Sigmar Gabriel "Ben yaşadığım müddetçe Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin mümkün olacağını düşünmüyorum." dedi. Nitekim, Merkel'in partisi de yaptı ve seçimlerden zayıflayarak çıktılar, iktidarı kaybetmediler ama seçimlerden zayıflayarak çıktılar. Nitekim, şimdi, Avusturya Başbakanı, Avusturya Dışişleri Bakanı aynı şeyi yapıyor. Ama bütün bunların ben niçin yapıldığını sorduğum da sürekli olarak "Yakında seçimler var." deniyor ama şimdi de görüyoruz ki anketlerde, yenilenecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Avusturya Başbakanının da rahatsız olduğunu ifade ettiği, aşırı, sağcı bir siyasetçi kazanacak.
Bir diğer konu: Bu darbe girişimi karşısında gördüğümüz tablodur Avrupa Birliğinden. Tabii, Avrupa Birliğiyle müzakereler fiilen uzun zamandır durmuş durumda. Gerek ek protokolün uygulanması talebiyle gerekse Güney Kıbrıs'ın tek taraflı blokajları neticesinde pek çok fasıl bloke edilmişti. Bu fasılların bloke edilmesi çerçevesinde esasında bu fasılları açamıyorsunuz bile. Biz son bir sene içerisinde 2 fasıl açtık ama diğer açmamız gereken fasıllar söz konusu olduğu zaman bunların önünde Güney Kıbrıs'ın blokajı olduğu için bunlar açılamıyor, dolayısıyla fiilen bu müzakereler yürümüyor.
Geriye kalan husus şudur: Avrupa'nın, Avrupa Birliğinin demokrasi konusundaki referans gücünü kullanması, demokrasi konusundaki enerjisini kullanması ve bunu genişleme politikasına yaymasıdır. Maalesef, 15 Temmuz darbe girişiminde, o gece bu darbe girişimi başladığı ilk anlarda ben -Slovakya Dönem Başkanı olduğu için- Slovakya Dışişleri Bakanı Lajcak'la haberleştim, daha sonra Hollanda Dışişleri Bakanı Koenders ve İtalya Dışişleri Bakanı Gentiloni'yle haberleştim. Avrupa Birliği yetkilileri o sırada hep beraber Moğolistan'da ASEAN toplantısındaydılar yani Avrupa Birliği-ASEAN arasında yaptıkları toplantıdaydılar ve derhâl bir girişimde bulunacaklarını söylediler. Daha sonra Lajcak beni aradı ve "Biz güçlü bir bildiriyle bu darbe girişimini kınayacağız, Türk kurumlarının ve seçilmiş Hükûmetin yanındayız." dedi. Fakat bildiri yayınlandığı zaman bizi çok şaşırtan bir şey oldu ve çok ciddi bir şekilde tepki gösterdik buna ve onların da önüne getirdik, şöyle bir şey söyleniyordu: "Taraflara itidal tavsiye ediyoruz." Şimdi, biz "Taraflara itidal tavsiye ediyoruz." cümlesini çok iyi hatırlıyoruz, Mısır'da Sisi darbe yaptıktan sonra yine Avrupa Birliğinin bildirisinde "Taraflara itidal tavsiye ediyoruz." gibisinden bir açıklama yapılmıştı. "Taraflara itidal tavsiye etmek" şuydu Mısır'da: Sisi ile, darbe yapan general ile seçilmiş cumhurbaşkanını eşit görmek yani iki tarafa da, sonuçta kim kazanırsa onunla çalışacağını söylemek ve neticede öyle olmuştur. En son G20 zirvesinde Sisi'nin kırmızı halıyla karşılandığını gördük ve Avrupa Birliği liderleriyle oturup kalktığını gördük. Biz bu konuda onları çok uyardık fakat aynı cümle Türkiye'deki darbe girişimi, alçak darbe girişimi karşısında yine Avrupa Birliğinden yayınlandı. Hatta ertesi gün öğlen saatlerinde Genişlemeden Sorumlu Komiser Hahn -bunu kendisine bizzat söyledim zaten, yüzüne- şöyle bir "tweet" attı, daha olayın üzerinden yirmi dört saat geçmemiş: "Anlaşılıyor ki tutuklama listeleri önceden hazırlanmış." dedi yani "Fetullahçı terör örgütünün propagandası olan darbe esasında Türk devlet yetkilileri tarafından organize edildi." şeklinde bir cümlenin, bir imanın Genişlemeden Sorumlu Komiser Hahn'ın ağzından duyulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, bu aramızda çok ciddi bir kriz yaratmıştır. Netice itibarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi bombalanmıştır, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi bombalanmıştır, 241 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir ama Avrupa Parlamentosunun temsilcisi ilk bir ay içerisinde Türkiye'ye gelmemiştir, Avrupa'dan yetkili olarak sadece İngiltere'nin Avrupa Birliği Bakanı Sör Alan Duncan bizi ilk hafta içerisinde ziyaret etti, onun dışında ilk bir ay içerisinde hiçbir ziyaret olmadı. Kendilerine sık sık ifade ettiğim de şudur: "Charlie Hebdo saldırısı olduğu zaman çok doğru bir şey yapıldı, bütün dünya -ki Türkiye de orada temsil edildi- bu çerçeve içerisinde orada bir birlik ve dayanışma göstererek, buradaki tabloyu ortaya koyarak açık ve net bir biçimde bu teröre karşı bir dayanışma sergiledi, aynı şeyi Türkiye'de yapmalıydınız." Bu kadar, bizde o Charlie Hebdo saldırısı gibi saldırılar neredeyse iki ayda bir oluyor ve biz bir darbe girişimiyle karşılaştık. Nitekim İsveç'in eski Başbakanının ve nitekim Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Jagland'ın söylediği gibi, bu darbe girişimi Avrupa topraklarında olmuştur ve bir Avrupa demokrasisine karşı olmuştur ve savunduğumuz ortak değerler adına Türk halkı ne kadar büyük bir bilinçle ve cesaretle bu demokrasiyi savunduğunu göstermiştir. Dolayısıyla, burada Avrupa Birliği, bunun değerini bilip bu değer çerçevesinde hareket etmeliydi; maalesef, bunu değerlendirememişlerdir ve kendilerine de ifade ettiğimiz gibi bu, Avrupa'nın demokrasiye sahip çıkma konusundaki büyük bir bilinç eksikliği olarak ortaya çıkmıştır.
Aramızdaki son zamanlardaki en güçlü ilişki biçimlerinden bir tanesi göç kriziyle birlikte ortaya çıkan ilişkidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın 2015'te Brüksel'i ziyaretinden sonra bu ziyaret yeni bir ivme yarattı ilişkilerimizde ve bunun çerçevesi içerisinde göç krizine çözüm bulunması, aynı şekilde, gümrük birliğinin güncellenmesi sürecinin başlatılması, katılım müzakerelerinin hızlandırılması, Suriyeli mülteciler için bir mali yardım tablosunun ortaya çıkması şeklinde ve bununla bağlantılı olarak esas gündemimiz olan vize serbestisinin sağlanması şeklinde geniş bir ajanda ortaya çıktı. Ve burada da Türkiye Avrupa Birliğini tarihinin en büyük krizlerinden bir tanesinden kurtardı, göç krizi karşısında bire bir anlaşma yaparak bunu kurtardı. Ben de çeşitli defalar Avrupa platformlarda yaptığım konuşmalarda söyledim, bugün de ifade ettim; yüz yılda bir Avrupa haritası köklü bir biçimde değişiyor fakat geçmişte değişen Avrupa haritasını tamamen altüst eden, tamamen yepyeni bir dünya yaratan tarihte "kavimler göçü" denilen bir olay vardır. Suriyeli mültecilerin Akdeniz'den Avrupa'ya doğru akın etmesinin bu kavimler göçü benzeri bir tablo oluşturduğunu, bu tablonun doğru yönetilmesi gerektiğini, doğru yönetilmezse bunun Avrupa'nın siyasi kurumlarını vuracağını açık bir şekilde ifade ettik. Ve netice itibarıyla da öyle oldu, bunu doğru yönetme konusunda ciddi bir zaaf gösterdiler, bu konuyu doğru bir şekilde yönetemeyince, mültecileri kapsayan, onlara el uzatan bir tavır ortaya koyamayınca bu sefer aşırı sağ, yabancı düşmanlığı ve yabancı korkusunu körükleyerek orta sınıfları ve alt sınıfları etkileyip Avrupa siyasetini ele geçirmeye başladı. Eğer bu kriz bu şekilde devam etseydi hem Akdeniz'deki ölümler devam edecekti hem Avrupa siyasi haritasındaki altüst oluş daha radikal bir hâl alacaktı fakat Türkiye insani sebeplerle şunu önerdi: Bire bir anlaşması şeklinde bir mekanizma kuruldu. Bire bir anlaşması Türkiye'nin kapasitesi sayesinde çok etkili bir biçimde işletildi, Ekim 2015'te bir günde 7 bin kişi Akdeniz'e açılırken bu bire bir anlaşması sayesinde, yani aslında gönderilenin iade edileceği duygusunun ortaya çıkması bu göçün durmasını sağladı ve bu sayı günde 7 binden günde 20'ye, 30'a düştü. Çok yakın zamanlara kadar da epey bir müddet boyunca Akdeniz'de herhangi bir ölüm vakasıyla karşı karşıya kalmadık fakat son zamanlarda gerek Kuzey Afrika üzerinden gerçekleşen göç gerekse muhatabımız olan Yunanistan'ın yeterli kapasite üretememesi, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin yeterli kapasite üretememesi neticesinde bunda aksamalar söz konusu oluyor fakat Türkiye açısından bir aksama söz konusu değildir. Özellikle baktık, o darbe gecesi bile bu mekanizma o kadar sağlıklı bir biçimde işlemiştir ki sayı sadece 120'yi falan bulmuştur, herhangi bir şekilde bir kriz ortaya çıkmamıştır. Şimdi, bu mekanizmanın işlemesi karşılığında gönüllü yerleşmenin, yeniden geri kabul anlaşmasının yürürlüğe koyulması gerekiyordu; bunların hiçbiri yürürlüğe konulmamıştır.
Katılımcı mali yardımı konusunda ise 2018'e kadar 3 milyar avro, 2018'den sonra tekrar bir 3 milyar avro söz konusu olacaktı. Maalesef, bu katılımcı mali yardımı konusunda yeterli ve güçlü bir şekilde Avrupa Birliği destek gösterememektedir. Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti devlet ve sivil toplum kuruluşu olarak Suriyeli mülteciler için şimdiye kadar 25 milyar doları bulan bir harcama yapmıştır. Türkiye'nin bu Avrupa Birliğinden gelecek paraya herhangi bir ihtiyacı yoktur devlet ve sivil toplum kuruluşu olarak yaptığı bu harcama çerçevesinde fakat onlar, yük paylaşımı çerçevesinde bu öneriye imza atmışlardır ve bu çerçevede de yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerekir. Onlara da sık sık söylediğimiz şudur: Bizim topraklarımızdaki Suriyeli mültecilerin 800 bini çocuk ve bu para bunların, özellikle bu çocukların eğitiminde ve sağlık harcamalarında harcanacaktır. Şimdiye kadar dünyadan gelen miktar Türkiye için 500 milyon dolar civarındadır. Bizim sürekli olarak bir proje yapmaktan... Yani örneğin Avrupa Birliği rakamlarında, Avrupa Birliği yetkililerinin açıklamalarında söylenen bir şey vardır, o sebeple benim 500 milyon demem çelişki gibi görülebilir ama çelişki değil. Onlar sık sık 2,2 milyar avronun serbest bırakıldığını söylüyorlar. Hâlbuki "Serbest bırakıldı." dedikleri sadece taahhüt ettikleri miktardır. O serbest bırakıldıktan sonra sivil toplum örgütleri bununla ilgili proje yapacaklar, sivil toplum örgütleri proje yaptıktan sonra aktarılacak onlara bir miktar, onlar daha sonra harcadığı zaman tekrar diğer miktarlar aktarılacak ve 2,2 milyar bu şekilde tüketilecek. Bizim onlara söylediğimiz şey şudur: "Bu şekilde siz bu yavaş mekanizmalarla bu kadar hızlı büyüyen bir soruna el atmaya kalkarsanız ilkokul çağındaki bu çocuklara harcamanız gereken para Türkiye'ye geldiğinde bu çocuklar emeklilik yaşına gelirler." Kendilerine sık verdiğim bir örnek vardır: Ben Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde kendisiyle Somali'ye gittiğimde Somali'de neredeyse bir tane ekmek fırını bile yoktu, hatta oranın yetkilileri "Buraya sadece insanların yaşadığı bir yer, gelinebilir bir yer olarak böyle bir imaj yarattığınız için teşekkür ederiz; hiçbir yardım yapmasanız da olur." demişlerdi fakat elimizde çok ciddi bir Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri yardım listesi vardı, ben oradaki bakanlara sordum: "Ya, bu Somali'ye bu kadar yardım gönderiyormuş dünya, bu yardımlar nerede?" Burada TİKA su kuyusu açıyor çünkü hiçbir su kuyusu yok; herhangi bir şekilde bir ekmek fırını yok; herhangi bir şey yok yani bu kadar yardım nereye gidiyor? Ve hakikaten kamplarda gördüğümüz o insani manzara çok korkunç bir manzaraydı. Oradaki bakan arkadaşımızın söylediği şey şuydu: "Bu yardımların hepsi Somali'ye hayati tehlike sebebiyle gelmekten korkan ve Kenya'da ikamet eden Birleşmiş Milletler yardım örgütlerine gidiyor, onların personel masraflarına gidiyor üçte 2'si; kalan üçte 1'i de gıda vesaire almak için kullandıkları aracı kurumlara gidiyor. Dolayısıyla Somali'ye gidene kadar hiçbir şey kalmıyor." Dünyanın yardım modeli budur. Bizim yardım modelimiz ise, Türkiye Cumhuriyeti olarak geliştirdiğimiz, örneğin 2004'te gerçekleşen tsunami olaylarından itibaren gidip orada bizzat şehirler kurmak, köyler kurmak, okullar kurmak, hastaneler kurmak şeklindedir. O sebeple söylediğimiz şey şu: Doğrudan Sağlık Bakanlığına aktarın, doğrudan Millî Eğitim Bakanlığına aktarın, doğrudan AFAD'a aktarın ama bu yardımların tabii ki, haklı olarak nereye gittiğini Avrupa Birliği'nin ve küresel anlamda kabul görmüş bütün denetleme kuruluşlarının mekanizmalarıyla denetleyin. O doğrudan aktarımlar konusunda çabalarımız sonucunda birtakım ilerlemeler sağlanmış durumda; yaklaşık 600 milyon herhâlde, Sağlık Bakanlığına ve Eğitim Bakanlığına aktarılan kısmıyla birlikte bir miktara ulaşılıyor ama onun dışındakiler, dediğim gibi, bu sivil toplum örgütleri üzerinden geliyor. Bu mekanizmanın yanlış olduğunu, dolayısıyla, 3 milyar avro taahhüdünün herhangi bir şekilde yerine getirilmediğini ifade ediyoruz.
Bir diğer konu şudur: Avrupa Birliğinin alması gereken mülteciler söz konusudur, gönüllü olarak yerleştirilmesi gereken fakat bu konularda, gördüğümüz gibi, 200-300 kişi için Macaristan'da referandum yapılıyor. Paris'in Belediye Başkanı özellikle insan hakları konularında, liberal özgürlükler konusunda çok sık beyanat veren birisidir ama Paris'in ortasındaki çocukların kaldığı mülteci kampında -gördük, Twitter'da resimleri de var- kayalar döşenmiş. Niçin? Etrafına kimse çadır kurmasın, etrafında bir yerleşim söz konusu olmasın diye. Nitekim, insanlık açısından da, Avrupa açısından da utanç verici bir şeydir Fransa'nın Calais mülteci kampını boşaltmasındaki görüntüler. Orada 5-10 bin insanın sokağa atılmasına sebep oldular. En son Fransa'nın, yine 8 çocuğu kanunlara aykırı bir biçimde İtalya'ya iade etmesi gibi görüntüler... Tabii, bütün bunları esasında, birincisi, bu konular karşısında bir mekanizma geliştiremedikleri için; ikincisi, aşırı sağın, yabancı düşmanı akımların tepkileri karşısında geri adım atarak yapıyorlar. Ama bu geri adım atmalar ve aşırı sağı bu şekildeki idare etmeler hiçbir şekilde soruna çözüm bulmuyor, daha da ileri noktalar geliyor. Nitekim, tel örgülerden bahsediyorlar. Tel örgülerin ötesine geçerek NATO askerleriyle sınırları korumaktan bahsediyorlar. Kendilerine sık sık hatırlatıyoruz; Suriye karşısında, Suriye'nin Bosna-Hersek görüntüsüne dönmesi karşısında pasif kalan Avrupa'nın, İkinci Dünya Savaşı'ndaki görüntüleri hatırlatır bir biçimde herhangi bir şekilde sınırlarda tel örgülerle, ordularla ölümden kaçan insanları dışarıda bırakma gibi bir lüksü yoktur. Bu, büyük bir utanç vesilesi olacaktır. Bu şekildeki idare etme, herhangi bir çözüm bulamama mekanizmasının da Avrupa'nın siyasi haritasını altüst ettiğini görüyoruz. İnsani yaklaşım göstermesi gerekenler bu konuda çekimser davrandığı için aşırı sağın ve yabancı düşmanı siyasi akımların yörüngesine giriyorlar ve sonuçta da aşırı sağ ve yabancı düşmanı siyasi akımlar Fransa'da ciddi bir biçimde yükseliyor, İngiltere'de yükseliyor ve Almanya'da da ciddi bir şekilde yükselmeye devam ediyor.
Dolayısıyla, bu çerçevede bu paket içerisinde söz konusu olan vize serbestisi de gerçekleşmemiştir. Vize serbestisindeki 72 kriterin 68'i karşılanmıştır, geriye kalan 4 kriterden 1 tanesi hariç hiçbir mesele yoktur; bu, sağlanabilir bir şekilde. Fakat onlara söylediğimiz şey şudur: Türkiye'nin Terörle Mücadele Yasası'nı hafifletmesi ya da değiştirmesiyle ilgili teklifinizi terörle mücadele eden bir ülke olarak hiçbir şekilde kabul etmemiz mümkün değil. Bizim 1.295 kilometrelik sınırımızın öbür tarafından herhangi bir askerî güç yok, polis gücü yok, ulusal devlet gücü yok; böyle bir sınır Almanya'da ya da Fransa'da olsaydı ne tür tedbirler alırdınız? Aynı şekilde "Biz DEAŞ, PKK ve benzeri örgütlerle, aynı zamanda bir Fetullahçı terör örgütün darbe girişimiyle çok yönlü olarak mücadele eden bir ülkeyiz. Böyle bir durum, bu şekildeki bir güvenlik tehdidi Almanya ya da Fransa'da olsaydı ne tür tedbirler alırdınız?" şeklindeki yaklaşımlarımızı kendimiz de onlarla paylaşıyoruz.
Yine, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri açısından son derece önemli olan, önümüzdeki dönemde de takip edilmesi gereken biri akamete uğramış, biri ise gerçekleşmiş iki gelişme vardır:
Bir tanesi, Avrupa Birliğinin kurulduğundan beri tarihinin en geniş kapsamlı serbest ticaret anlaşmasını -CETA dediğimiz anlaşma- Kanada'yla gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu son derece önemlidir. Devletimizin çıkarları açısından, millî çıkarlarımız açısından bu anlaşmayı ciddi bir şekilde inceliyoruz. Gümrük birliğinin güncellenmesi süreci olursa, bu süreç içerisinde -ki onlarla 2017 başında bu gümrük birliğinin güncellenmesi sürecini gerçekleştireceğimizi ifade ettik- Avrupa Birliğinin Kanada'yla yaptığı bu serbest ticaret anlaşmasının içeriğinin, buna Avrupa Birliğinin yaklaşımının ve Kanada'nın yaklaşımının net bir şekilde bizim tarafımızdan ele alınması gerekir. Millî çıkarlarımız açısından bunları nasıl yorumlayacağız?
Nitekim, benzer şekilde çok yakından takip ettiğimiz bir süreç de TTIP Anlaşması'dır Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği arasında bu anlaşmanın gerçekleşme sürecine ilişkin olarak fakat bu şu anda akamete uğramıştır iki sebeple: Birincisi; pek çok tur yaptılar ama herhangi bir sonuca varmadılar. İkincisi; şimdi seçilen Başkan Trump seçim kampanyası sırasında serbest ticaret anlaşmalarından vazgeçeceğini ifade etti. Dolayısıyla, TTIP'in geleceği ne şekilde şekillenecek onu Trump'ın fiilen Başkanlığa başlamasından sonra Avrupa Birliğiyle oturulacak ilk masa içerisinde göreceğiz.
Evet, bu CETA Anlaşması sebebiyle ortaya çıkan bir krize de değinmek gerekir ki, bu Avrupa Birliğiyle bizim de karşılaşacağımız bir krizdir, nitekim Avrupa'nın içerisinde de karşılaşılan ideolojik ve kurumsal krizlerin bir yansımasıdır. Burada "Bu komisyonun yetkisinde bir durum mudur, yoksa karma yetki gerektiren bir durum mudur?" diye bir tartışma çıktı. Komisyonun yetkisinde olduğu zaman Komisyon 28 ülkeye hiç sormadan bunu imzalayabiliyor. Komisyon ilk önce böyle düşündü "Ben bu anlaşmayı imzalayacağım çünkü bu Avrupa Birliğinin ortak çıkarını temsil ediyor." dedi fakat üye ülkelerden bazısı buna karşı çıkınca bunun üzerine Komisyonu Adalet Divanından görüş almak üzere Adalet Divanına başvurdu. Tabii, bu görüşün sonucunda, burada karma yetki mi var, tekli yetki mi var bunun ortaya çıkması önemli olacaktır; neden? Çünkü, bu anlaşma imzalanırken bütün ülkeler imzaladı, sadece Brüksel'de... biliyorsunuz Brüksel tek başına da imzalayamıyor; Brüksel'de 5 tane otonom bölge var, 5'inin birden imzalaması gerekiyor. Tek bir Brüksel imzası da yok, Valon Bölgesi imzalamadığı için bütün bir Avrupa Birliğinin bu anlaşmayı imzalama süreci kitlenmişti. Daha sonra, tekrar Valon Bölgesi ikna edildi, böylece Brüksel bu anlaşmaya katılabilmiş oldu ve netice itibarıyla da burada Kanada ile Avrupa Birliği arasında bir serbest ticaret anlaşması gerçekleşti. Avrupa Adalet Divanının bu konu hakkında vereceği yetki yani "Serbest ticaret anlaşmaları Avrupa'nın Komisyonun uhdesinde tekli bir yetki midir, yoksa karma bir yetki midir?" şeklindeki yaklaşım bundan sonra Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde alınacak bakımından da, nitekim Amerika Birleşik Devletleri'yle gerçekleştirecekleri serbest ticaret anlaşmaları bakımından da çok önemli olacaktır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakanım, ilave süre vereyim.
Buyurunuz.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Teşekkür ederim.
BAŞKAN - On beş dakikada toparlar mısınız?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Daha kısa toparlarım.
BAŞKAN - Peki, buyurunuz.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Soru-cevaplarla diğerlerini açıklarım.
Avrupa Birliğinin nitekim ciddi bir şekilde yaşadığı güvenlik politikasındaki tartışmalar vardır. Biliyorsunuz, Avrupa'da güvenlik ve savunma iş birliğiyle ilgili uzun zamandır tartışmalar yapılır. En son ortaya çıkan bu krizlerden sonra, özellikle bu Ukrayna krizinden sonra da benzer bir tartışmayı yaptılar fakat bu Avrupa Birliği içerisindeki en eski ve modası geçmeyen tartışmalardan bir tanesidir.
Sonuç itibarıyla şöyle bir tartışma çıktı: "Bu NATO'ya alternatif bir örgüt mü olacaktır, muharip gücü nasıl kurulacaktır?" vesaire diyerek. Sonuçta, bunun NATO'ya alternatif bir muharip güç olmayacağı, sadece o çerçevedeki çalışmaları destekleyeceği söylendi. Öylesine bir anlaşmazlık ortaya çıktı ki, benim bir dostum var -ismini vermeyeyim- bir Dışişleri Bakanı, aynen şunu söyledi: "Bunlar her şeyde anlaşsalar bu sefer orduya hangi dilde emir verecekleri konusunda anlaşamayabilirler. Orduya da üç dört dilde emir verilemeyeceği için ben bunun herhangi bir şekilde hayata geçebileceğini herhangi bir şekilde değerlendirmiyorum, herhangi bir şekilde düşünmüyorum." Çünkü, bu güvenlik konusuyla ilgili tartışmalar sürekli olarak şöyle bir şeyi önümüze getiriyor: Bunları defalarca ifade ediyoruz ki, güvenlikle ilgili bir mesele olduğu zaman, örneğin terörle mücadele meselesi ya da göçle ilgili bir mesele olduğu zaman aklınıza ilk gelen ülke Türkiye'dir fakat Avrupa Birliğinin refah ve demokrasiyle ilgili kurumlarını paylaşmak gerektiği zaman, bu kurumlar içerisinde beraberce iş birliği yapmak gerektiği zamansa derhâl Türkiye ile aranızda bir mesafe gerçekleşiyor. Bu, Türkiye açısından sürdürülebilir bir durum değildir. Dolayısıyla, bizim yeni bir aşamaya geçmemiz gerekiyor. Bu şekilde fasılları kilitleyerek diğer konularda herhangi bir ilerleme sağlayamayız.
Bundan sonrasında Avrupa Birliğiyle ilişkimizin bu şekilde sürdürülemez olduğu açıktır. Avrupa Birliğiyle gerçekçi bir zemine geçmek zorundayız. Örneğin, katılım müzakereleri, zaten şu anda, mesela Avrupa Parlamentosunun ve diğerlerinin eleştirdiği konuları konuşmak için vardır. Mesela, Türkiye'de ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve diğer konularla ilgili olarak sürekli eleştiride bulunuyorlar, biz de onlara sürekli cevap veriyoruz. Ama katılım müzakerelerinin doğası, onların eleştiride bulunması, bizim cevap vermemiz şeklinde bir süreçle yürümeyen bir konudur. Katılım müzakerelerinin esası şudur: Hangi konuyu konuşacaksan ilgili faslı açarsın, o fasıl çerçevesinde konuşmaya başlarsın. Dolayısıyla, Avrupa Birliği katılım müzakerelerinin ruhunu oluşturan fasıllar adalet, güvenlik, özgürlük gibi konuların tartışılacağı 23'üncü, 24'üncü fasıllardır. Bunlara çağrı yapıyorum, eğer bu konularda insan haklarından bahsettiğiniz zaman, hukuk devletinden bahsettiğiniz zaman sanmayın ki biz bu kavramlardan çekiniyoruz; oturalım, gerçekçi bir şekilde bunları tartışalım ama hiçbir fasıl açmaksızın sadece o fasıllardaki konuları Türkiye'nin önüne birer eleştiri olarak getirirseniz burada ortaya çıkan tablo şu olur: Siz bu kavramları, bizim çok kıymet verdiğimiz demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi kavramları esasında beraber ilerlemek ve beraber bir pozitif ajanda oluşturmak için kullanmıyorsunuz; sadece dış politikada bir ülkeyi köşeye sıkıştırmak için bir siyasi manivela olarak kullanıyorsunuz. Dolayısıyla, herhangi bir meselede eleştiri getireceksiniz o faslın açık olması gerekir. O fasıl açık değilse aksi takdirde o konuda bir ilerlememiz söz konusu değildir. O eleştirileri herhangi bir şekilde biz kabul etsek, kabul etmesek bu bizim meselemizdir ama sizinle birlikte bununla ilgili olarak bir ortak ajanda oluşturamayız. Dolayısıyla, genişleme politikası konusunda bir duruş yani genişlemeden sorumlu komiserin ismindeki sıfat şu: Genişleme ve komşuluk politikasından sorumlu komiser. Defalarca hatırlatıyoruz, Türkiye bu komiserin genişlemeden sorumlu ajandasının muhatabıdır, komşuluktan sorumlu ajandasının muhatabı değildir. Dolayısıyla, Türkiye'yle katılım müzakerelerinin ilerlemesi bizim için esası oluşturmaktadır. Tam üyelik perspektifi dışında bir yolun önerilmesi veya bizim bunu kabul etmemiz mümkün değil. Şimdiye kadar da fiilen müzakereler durmuş bulunduğu için bu eleştirilerinin gerçekçi zeminde olmadığını, sadece Türkiye'yi sıkıştırmaya dönük olarak ele alındığını onlara da ifade ediyoruz.
Genişleme politikası çok önemlidir. Bu, sadece Türkiye açısından değil, özellikle dondurulmuş krizler vardır Avrupa Birliği içerisinde. Örneğin, Balkanlarda pek çok kriz oradaki ülkelerin genişleme perspektifinin Avrupa Birliğine doğru olması çerçevesinde durdurulmuştur. Genişlemenin durması demek Balkanlarda, Avrupa'nın genelinde yeni krizlerin -Allah korusun- geçmişteki çatışmalar gibi çatışmaların ortaya çıkacağı dönemlerin gelmesi anlamına gelir. O sebeple de kardeş ve dost ülke Bosna-Hersek'in katılım müzakereleri için, müzakerelerin başlaması için görüşmelere başlamış olmasını da Türkiye olarak destekliyoruz.
Kuşkusuz, 33 fasıl temelinde bu katılım müzakereleri sürecektir ama şimdiye kadar 1'i geçici olarak kapatılmış 16 fasıl söz konusudur, diğer fasıllar müzakere edilememiştir. Ama size şunu söyleyebilirim: Türkiye'nin reform sürecinden sorumlu bir Bakanlık olarak Türkiye esasında bütün fasılları açmaya ve çok kısa zaman içerisinde de kapatmaya hazır bir ülkedir. Herhangi bir şekilde bu fasılların açılmaması ya da bu fasılların kapatılmaması Türkiye'deki bir çalışma eksikliğinden ya da kapasite eksikliğinden kaynaklanmamaktadır; bu, Avrupa Birliğinin tek taraflı olarak ürettiği blokajlardan, işte Güney Kıbrıs başta olmak üzere, bazı devletlerin ürettiği blokajlardan kaynaklanmaktadır.
Bir kere daha çağrımız şudur: Yepyeni bir dönem açılıyor, Brexit'le birlikte Avrupa'da yükselen aşırı sağ akımlara, yabancı düşmanı akımlara karşı ve bizim güneyimizde yükselen, maalesef insanları İslam'ın kutsal kavramlarını kullanarak katleden bu insanlık dışı terör örgütlerine karşı, bu sıkıştırmalara karşı hep beraber, insanlık adına, demokrasi adına, değerler adına yepyeni bir meydan okuma ortaya koymamız gerekiyor, dünyaya yeni bir çağrı yapmamız gerekiyor, bu çağrı çerçevesinde konuşmamız gerekiyor.
Konuşmamın sonunda, geçen de muhataplarımla paylaştığım bir anekdotu kendilerine de anlattım: Avrupa Birliğinin en büyük cazibe hususu demokrasisidir fakat demokrasi konusunda şu durumdasınız. diye. Tunus'ta Ennahda Partisinin çok bilge bir lideri vardır, hareketin lideridir. Gannuşi'nin söylediği bir şeyi sık sık kendileriyle paylaşıyorum. Gannuşi bir gün diyor ki: "Ben Batılı dostlarımızla otururken onlara şunu sordum, basit bir soru: 'Usame Bin Ladin nerede öldürüldü?' dedim. Onlar da dediler ki: 'Bunu bilmeyecek ne var? Usame Bin Ladin Amerika'da öldürüldü.' Ben de dedim ki: 'Hayır, Usame Bin Ladin Tunus'ta öldürüldü.' Dediler ki: 'Ne demek istiyorsun? Nereden çıktı Tunus'ta öldürüldüğü?' Şöyle ifade ettim: Usame Bin Ladin diyordu ki: 'İslam dünyasındaki gençlere demokrasi, insan hakları gibi kavramlar, hukuk devleti gibi kavramlar Batılıların sizi kandırmak için kullandığı kavramlardır. Siz bunların peşinden gidip iktidara gelseniz bile darbe yaparlar ve bu kavramlarla sizi yeniden yokluğa ve ötelenmeye mahkûm ederler.' Ama, biz Tunus'ta Müslüman kimlikli insanlar olarak demokratik yollarla iktidara geldik ve Usame Bin Ladin'in ideolojisin o gün öldürdük. Dolayısıyla, Batılı dostlarımızın Müslüman kimlikli insanların ve coğrafyaların demokrasiyle kurduğu bu ilişkileri destekleme konusunda daha çok bilince sahip olmaları gerekir." dedi. Tabii, ben Sayın Gannuşi'ye daha sonra Avrupa Birliğinin Sisi'nin darbe yapması karşısında sessiz kalarak Sisi'yi desteklemesi karşısında Usame Bin Ladin'in dejavu yaparak yeniden dirilip dirilmediğini sormadım.
Buradaki mesele Türkiye-Avrupa Birliği meselesinin çok daha ötesinde bir meseledir. Yakın coğrafyamıza, İslam dünyasına verilecek, oranın gençlerine umut olabilecek demokrasi ve insan hakları, hukuk devleti mesajının güçlendirilmesi bakımından da önemlidir.
Açık ve net bir şekilde söylüyorum: Türkiye reform kapasitesi olarak bu 33 faslı açmaya da kapatmaya da hazırdır. Avrupa Birliğiyle isteriz ki çok daha güçlü ilişkilerimiz olsun tarihin bu döneminde ama dediğim gibi, ortaya çıkan bu kriz bugünkü Avrupa Parlamentosunun kararı başta olmak üzere, göçmen konusundaki tavrı ve terör konusundaki tavrı olmak üzere Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri arasında bir kriz değildir, Türkiye bu krizin bir parçası değildir; Avrupa'nın kendi içerisinde düştüğü değerler krizini Türkiye'ye yansımasıdır. Bu konularda çifte standart içerisine Avrupa Birliği düştüğü için hep beraber oturup konuşmamız gereken şey şudur: Biz Balkan devleti, Karadeniz, Akdeniz, Orta Doğu devleti, İslam ülkesi, demokratik bir ülke olmanın yanı sıra, tarih boyunca her zaman bir Avrupa ülkesi olduk, bir Avrupa gücü olduk. Tarihte Avrupa Birliği üyesi olmasak bile tarihin en önemli Avrupa güçlerinden bir tanesiyiz ve yüz yıldır da ciddi bir Avrupa demokrasisiyiz. Dolayısıyla, eğer Avrupa Birliğinin bu krizlerden çıkmak gibi gerçekçi bir vizyonu varsa oturacağız, konuşacağız, insan hakları konusunda, demokrasi konusunda yepyeni bir vizyon ortaya koyacağız ama Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarına aykırı olarak terör konusunda çifte standart üretirlerse bu kapıyı açmamız mümkün değildir.
Tarihsel olarak, hepimiz biliyoruz ki, Roma İmparatorluğu da bir Avrupa devleti olmaktan dünya devleti olmaya ancak Anadolu'yla birleşerek geçmiştir. Avrupa Birliği, Suriye ve diğer insani krizler karşısında etkisiz eleman durumundadır. Küresel bir güç olabilmesi için doğru, meşru politikalar üretebilmesi için bunun yolu Türkiye ile Avrupa Birliğinin birleşmesinden geçmektedir. Biz bu diyaloğa açığız ama dediğim gibi çifte standartsız bir Avrupa Birliği olması şartıyla.
Soru şudur: Hangi Avrupa Birliği? Esas soru budur. Sarkozy'nin kafasındaki Avrupa Birliğinde biz de olmak istemeyiz orada biz çok prestijli bir yer verseler bile. Biz, gerçek insanlık değerlerine dayalı bir Avrupa Birliği içerisinde oraya güçlü bir şekilde katkı verecek kapasiteye sahibiz. Bakanlığım da bu çerçevede bu reform sürecini bu şekilde yürütecektir.
Sayın Başkanım, bizim pek çok konumuz var, onları soru-cevaplarla açarım diye bu şekilde genel bir değerlendirme yaptım.
Komisyonunuza teşekkürlerimi sunarım.
Müsaade ederseniz çalışma arkadaşlarım kendilerini tanıtsınlar Komisyonunuza.