| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri c) Avrupa Birliği Bakanlığı ç) Türk Akreditasyon Kurumu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 24 .11.2016 |
MUSA ÇAM (İzmir) - Sağ olun, teşekkür ederim.
31 Temmuz 1959, Türkiye AET'ye ortaklık için başvurdu.
30 Haziran 1973, İngiltere, İrlanda ve Danimarka'yı kapsayan Birinci Genişlemeye Dair Tamamlayıcı Protokol Türkiye ile AET arasında imzalandı.
13 Aralık 1995, gümrük birliğinin son döneminin uygulamaya konulmasına ilişkin 1/95 sayılı Türkiye-AB Ortaklığı Konseyi Kararı, Avrupa Parlamentosu tarafından onaylandı.
11-12 Aralık 1999, Helsinki Avrupa Konseyi Zirve Toplantısında Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı.
19 Haziran 2003 -sizin döneminiz- Türkiye Büyük Millet Meclisinde AB Uyum Komisyonu kuruldu. 6 Ekim 2004, 2004 Yılı İlerleme Raporu ve rapora bağlı tavsiye belgesi yayınlandı. Söz konusu belgelerde Avrupa Komisyonu Türkiye'nin siyasi kriterleri gerekli ölçüde karşıladığını belirterek birliğe katılım müzakerelerinin başlatılması tavsiyesinde bulundu. 3 Haziran 2005 -yine sizin döneminiz- Devlet Bakanı Ali Babacan Avrupa Birliğine yapılacak tam üyelik müzakerelerinde başmüzakereci görevini yürütmekle görevlendirildi. 3 Ekim 2005, Lüksemburg'da alınan kararla AB, Türkiye'yle tam üyelik müzakerelerini başlattı. 20 Ekim 2005, üyelik müzakerelerinin ilk aşamasını oluşturan tarama süreci 25'inci Bilim ve Araştırma Faslı'nda düzenlenen tanıtıcı tarama toplantısıyla başladı ve tüm fasıllarda tarama toplantıları 13 Ekim 2006 tarihinde tamamlandı. 13 Kasım 2006, Avrupa Konseyi İstanbul'un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olmasını onayladı. 29 Mart 2007, İşletme ve Sanayi Politikaları Faslı müzakeresi açıldı. 26 Haziran, 18'inci İstatistik ve 32'nci Mali Kontrol Fasılları müzakerelere açıldı. Yine 19 Aralık 2007, 28'inci Tüketicinin ve Sağlığın Korunması ve 21'inci Trans Avrupa Ağları Fasılları müzakerelere açıldı. 10 Ocak 2009, Devlet Bakanı Egemen Bağış, Avrupa Birliği makamlarıyla başlayacak tam üyelik müzakerelerine Başmüzakereci görevini yürütmekle görevlendirildi. 8 Haziran 2011, Avrupa Birliği Bakanlığı kuruldu. 26 Aralık 2013, Sayın Mevlüt Çavuşoğlu Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakerecilik görevini Sayın Egemen Bağış'tan devraldı. 21 Aralık 2014, Avrupa Birliği Bakanlığı Antalya temsilciliği açıldı. 19 Şubat 2015, Avrupa Birliği Bakanlığı İzmir temsilciliği açıldı. Yani, 1959'dan 24 Kasım 2016'ya kadar geçen yaklaşık elli yedi yılda, gelmiş geçmiş bütün siyasi partiler, iktidarlar ellerinden gelen bütün çabayı ve gayreti gösterdiler ama 24 Kasım 2016 tarihinde, bugün müzakerelerin geçici olarak durdurulması, 37 ret, 479 evet, 107 parlamenter çekimser karar alarak bu noktaya gelmiş olması hepimizi derinden üzdüğünü ve Avrupa Parlamentosunun bu kararının doğru ve yerinde bir karar olmadığının altını çizmemiz gerekir. Ama, bütün bunların suçlusu ve sorumlusu Avrupa Birliğidir, işte AB'de aşırı sağın güçlenmesi, İslamofobi, Türkiye düşmanlığı gibi, bunlar mutlaka var, hiç itiraz yok. "Bunlar var." diyerek bütün suçu, bütün günahı oraya yığarsak biz bundan sonraki süreci doğru yönetemeyiz diye düşünüyorum. Biraz iğneyi kendimize, çuvaldızı da karşı tarafa batırmamız gerekir.
Ülkemizin demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü ve insan hakları başta olmak üzere, çağdaş dünyanın temel değerlerini benimsemesi ve içselleştirmesi açısından kritik bir öneme sahip olan Türkiye-AB ilişkileri ne yazık ki bugün uygulamış olduğunuz yanlış politikalar nedeniyle durma noktasına gelmiştir. 2000'li yıllara kadar ve bugüne kadar cumhuriyetin Batılılaşma hedefiyle uyumlu olarak, neredeyse bütün hükûmetler Türkiye-AB ilişkilerine büyük önem atfetmişler ve bu ilişkilerin gelişmesi için çaba harcamışlardır. İlişkilerde zaman zaman yaşanan gerginlik ve soğumaların her iki tarafı kopma noktasına getirmesine rağmen herkes büyük özen göstermiştir. Ancak, AKP hükûmetleri döneminde inişli çıkışlı seyreden Türkiye-AB ilişkileri son zamanlarda kopma noktasına gelmiştir. AKP iktidarı, AB'nin temel değerlerini cepheden ihlal eden uygulamalarını sistematik hâle getirmiş, OHAL sürecinde ise uyguladığı tüm hukuksuzluklarla üyelik yolunda ülkenin büyük kayıplar vermesine yol açmıştır. İdam cezasını sürekli olarak gündeminde tutarak, gazete, dergi, dernek kapatarak, gazeteci ve yazarları tutuklayıp işkence yaparak, muhalefeti korkutarak, susturmaya çalışarak...
Ve bugün, 74 yaşında eski Mardin Milletvekili ve Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, 1973, 1977, 1987, 1991, 2007, 2011 yıllarında, 5 dönem Parlamentoda görev yapmış bir insan. Siyasi görüşlerini paylaşmıyoruz, ayrı bir konu. Rahmetli Orhan Doğan'ın, 1,30 boyundaki Orhan Doğan'ın kafasına bastırılarak beyaz Toros'a sokulduğu günü ne siz unutuyorsunuz Sayın Bakan ne biz unutuyoruz. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Kuşkusuz, Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk'ün eksikleri vardır, yanlışları vardır, yargılanır, hiç itiraz yok ama 74 yaşındaki bir adamı terörist damgasını vurup da tutuklamanın Türkiye'nin imajı açısından da çok doğru bir davranış biçimi olduğunu da kabul etmiyorum.
Mevzuata uygun değişiklikleri yapmayarak aslında niyetini açıkça belli etmektedir; Avrupa Birliğinin demokratik, özgürlükçü değerlerinden uzaklaşıp reisçi otoriter bir rejim yaratmak. Bu uğurda da bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin AB'den kopması için elinden geleni yapmakta ve sanki eş değer kuruluşlarmışçasına Türkiye'nin Şanghay İşbirliği Örgütüne girmesini istemektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü, hem amaçları hem de kapsadığı coğrafi alan bakımından AB'nin bir alternatifi değildir, bunu siz de biliyorsunuz. Bu nedenle, iki örgütü birbirinin alternatifi olarak sunmak ya bilgi eksikliği ya da kurnazlıktan kaynaklanmaktadır. Biliyoruz ki Türkiye'nin diyalog ortağı olarak yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütüyle ve ona üye olan ülkelerle ilişkilerini geliştirmesi onun Batı'dan kopmasını gerektirmez. Ama, asıl amacı hepimiz biliyoruz; Türkiye'yi Batı dünyasından uzaklaştırmak, böylece demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanındaki kural tanımaz siyasete alan açmak ve mülteciler üzerinden izlediği AB'ye yönelik şantaj siyasetini ilerletmek.
Son süreçte Avrupa Parlamentosunun Türkiye raportörü olan Hollandalı Parlamenter Kati Piri'ye yönelik tavırlar, Avrupa Parlamentosu heyetinin Türkiye ziyaretini kabul etmemek gibi davranışlar, Avrupa Parlamentosunun Türkiye'yle on bir yıldır süren müzakereleri sürdürüp sürdürmemeyi oylamasıyla sonuçlandı. Biliyoruz ki Avrupa Parlamentosu kararı tek başına bağlayıcı değil ancak Avrupa Birliği Konseyinin aralık ayında Türkiye'yle ilgili alacağı ve bağlayıcı olacak karara zemin oluşturması açısından son derece önemli. İçeride tek adamlığa, bölgesinde de komşularıyla kavgalı devlete dönüşen; küresel ölçekte ise sistematik olarak başarısızlığa uğramaya başlayan Türkiye'nin, AB'ye tam üye olması bu koşullar altında imkânsız gibi gözükmektedir. Günümüzün acı gerçeği budur.
Bir diğer önemli nokta ise AB'nin Türkiye raporları giderek sertleşmekte. AB Komisyonunun 2016 Türkiye Raporu şimdiye kadar yayımlanan en sert rapordur. Rapor, Türkiye'nin birçok alanda gerilediğini ortaya koymuştur. Rapor, hukukun üstünlüğü, temel özgürlükler, basın özgürlüğü, yargı sistemi ve demokrasi bakımından Türkiye'nin gerilediğini ve bunun büyük endişe yarattığını söylemektedir. Türkiye'de giderek derinleşen otoriterleşmeyi göz önünde bulunduran AB yetkilileri, Türkiye'yle müzakereleri dondurmayı ve Erdoğan'ın elinden mülteci kartını almak için yeni bir plan üzerinde çalışmayı değerlendirmektedir.
Bize göre mülteci krizinin çözümü, Türkiye ve Batılı ülkeler arasında hakkaniyetli bir yük paylaşımından geçmektedir. Bu sorun Türkiye'nin tek başına altından kalkabileceği yerel bir sorun olmanın çok ötesine geçerek küreselleşmiştir. Türkiye'de yaklaşık 3-3,5 milyon mülteci var. Bugüne kadar bu konuda 12 milyar dolardan fazla para harcanmış. Ama, sorun büyümeye devam ediyor, mültecilerin sayısı ve insanlık dramları artıyor. Bu gerçeğe rağmen, AB ülkelerinin mültecileri kabul etmeme eğiliminde olması, para ve ucu açık vaatler karşılığında Türkiye'yi mülteci toplama kampına dönüştürmek istemeleri asla kabul edilemez. Bu, insan hakları başta olmak üzere, AB'nin kendi değerlerine de aykırı.
18 Mart 2016'da Türkiye ve AB arasında varılan mutabakat insan haklarına aykırıdır. Ayrıca, bu mutabakat mülteci krizini çözmek bir yana daha da derinleştirmektedir. Örneğin, AB-Türkiye anlaşmasıyla kapatılmaya çalışılan Balkan rotasının yerini Libya-İtalya rotası almaktadır. Mülteci krizi sona ermemekte, mülteciler hayatlarını tehlikeye atan daha tehlikeli rotalara yönelmektedir. Bu nedenle, mülteci üreten düzen durdurulmalıdır. Bunun için Suriye, Yemen ve Irak başta olmak üzere, Orta Doğu'daki savaşlar bir an önce siyasi çözüme kavuşturulmalıdır. Mültecilerin yerleştirilmeleri için Türkiye ve Batılı ülkeler iş birliği yapmalı, yük paylaşılmalıdır. Türkiye'nin toplama kampı yapılması kabul edilemez.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
(Oturum Başkanlığına Kâtip Emine Nur Günay geçti)
BAŞKAN - Lütfen devam edin.
MUSA ÇAM (İzmir) - Mültecilerin yerleştirildikleri ülkelere entegrasyonları sağlanmalı, yabancı düşmanlığına ise tolerans gösterilmemelidir.
Sayın Bakan, özellikle konuşmanızın bir bölümünde 15 Temmuz sonrası Avrupa Birliğinin tutum ve davranışlarına yer verdiniz. Aynen sizin söylediklerinize katılıyorum ancak özellikle Batı medyasına hâkim olan hava AB'nin ilk dakikadan itibaren, 15 Temmuzda, meseleye yüzeysel yaklaşımı, AB ülkelerinden esaslı bir açıklama gelmemesi, darbenin üzerinden -sizin tarifinizle- bir ay geçmiş olmasına rağmen tek bir AB yetkilisinin Türkiye'yi ziyaret etmemesi, bütün bunlara bakıldığında Batı'nın darbeyle değil, başka bir şeyle ilgilendiğini gösteriyor bize. Peki, nedir? Neden böyle davranıyor Batı? Niçin ülkeyi büyük bir felakete sürükleyecek, demokrasi ihtimalini bütünüyle ortadan kaldıracak, Türkiye'de onarılmaz yaralar açacak bu alçak darbe girişimine esaslı bir tepki göstermediler? Neden göstermediler? Niçin göstermiyorlar? Üstelik mesele sadece Batı değil, diğer taraftan bazı Müslüman ülkelerin adının da darbeye destek bağlamında ortaklıkta dolaşması meseleyi daha da tuhaf kılıyor. Kimileri Batı'nın bu tavrını Türkiye düşmanlığına bağlıyor. Siz de aşağı yukarı buna yakın bir değerlendirme yaptınız. Diyelim ki gerçekten bir düşmanlık var. Peki, neden düşmanlar bize? Ne istiyorlar bizden? Ne istediler de vermedik biz? Bunu hepimizin düşünmesi gerekiyor.
Kimi AKP yöneticilerinin, milletvekillerinin, parti yöneticilerinin "Biz havalimanları yapıyoruz, köprüler yapıyoruz, binalar yapıyoruz; Türkiye ekonomisi akılalmaz derecede büyüyor..." Bunların doğru olan tarafları var, istatistik olarak, rakam olarak doğrudur ama tamamı bu değil.
AKP'nin en başarılı olduğu, en esaslı işler yaptığı dönem Sayın Bakan, 2002-2008 yılları arasında AB'yle ilişkilerinin en iyi olduğu dönem olarak bilinir. İç barışın en yüksek olduğu, ekonomideki büyüme rakamlarının yüksek olduğu, yabancı yatırımcıların akın akın ülkeye aktığı, kalıcı yatırımların yapıldığı dönem bu dönem; 2002-2008. AKP, bütün bu işleri o dönemde Batı dünyasından gördüğü destekle yaptı. Batı medyası, Erdoğan'ı el üstünde tutup -kimileri çok abartarak- ve sizin yaptığınız PR çalışmalarıyla beraber Erdoğan'ı neredeyse Orta Doğu'nun lideri olarak ilan ediyorlardı. Obama'nın ilk ziyaretini Türkiye'ye yapmasının nedeni de içerideki bu olumlu havaydı. Eğer mesele yatırımlar olsaydı, Erdoğan'ı o zaman niye destekliyorlardı? O zaman destekledikleri Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti alçak bir darbeye maruz kalmıştı. Kaldı ki bu, Erdoğan'a değil, laik, demokratik cumhuriyete ve rejime karşı yapılmış ve buna niçin sessiz kaldı Avrupa Birliği? Görünen o ki Batı dünyasının darbeye yaklaşımını 15 Temmuz öncesi siyasi gelişmeler de belirliyor. Türkiye'nin ve Erdoğan'ın açıkça IŞİD'e yardım ettiği gibi haberlerin belgelerinin elden ele dolaştırılması ve görülmesi, içerideki otoriterliğe kayan politikalar, dinin siyasetin odağı yapılması, mülteci krizinde benimsenen söylem, Batı karşıtlığını iç siyaset malzemesi yapması, Erdoğan'a karşı ve ülkemize karşı Batı'da bir nefret ve öfke dalgasının kabarmasına neden oldu.
Türkiye'nin gerçekten bütünlüğe ihtiyacı var Sayın Bakan. Batılıların hepimizin hayatını cehenneme çevirecek bu yaklaşımını boşa çıkaracak, duyguyla değil, akılla üretilmiş politikalara ihtiyacımız var. Kabadayılık zamanı değil şimdi, meydan okumanın sırası da değil. Dinî duygu pompalayarak, öfkemize teslim olarak, intikam duygusuyla hareket ederek bu felaketleri atlatamayız ve bunun üstesinden gelemeyiz. Otoriterliği pekiştirici politikalara ağırlık vererek bu beladan kurtulamayız. Gerçek manada bir demokrasiye ihtiyacımız var. Süratle iç barışı sağlamaya, toplumu bütünleştirici politikaya ihtiyacımız var. İnatla, sabırla bütün kışkırtmalara rağmen atılacak demokratik adımlara ihtiyacımız var. Diyelim ki Batılılar tüm bu yaptıklarını düşmanlığından yapıyor. O zaman, kalkıp da çeşitli konuşmalarla "Biz Taksim'e Topçu Kışlası yapacağız." gibi ayrıştırıcı politikalarda ısrar ederek bu düşmanlıkla baş edemeyiz.
Darbecilerle mücadele ederken işkence görüntüleri yayınlanıyor. FETÖ'yle mücadeleyi cadı avına dönüştürmek, önüne geleni içeriye tıkmak, Batı'da "Ülke giderek demokrasiden uzaklaşıyor." algısını güçlendirmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Kimilerinin içindeki hastalıklı duyguları tatmin etme çabası, Batı'daki Türkiye, Erdoğan nefretini artırmaktan, onların değirmenine su taşımaktan başka hiçbir işe yaramıyor. "Gerekirse ev ev, sokak sokak savaşırız. Bu, bir istiklal savaşıdır." diyen tavsiyeleriyle bir yere varamayız. Ev ev, sokak sokak savaşarak kiminle, neyi kurtaracağız? Yeni Maraşlar, yeni Çorumlar, yeni Sivaslar mı yaratacağız?
İktidarı her gün Batı'ya karşı kışkırtan, Batı'da oluşan Erdoğan öfkesini ve Türkiye öfkesini daha da kabartan yandaş medya, artık millî bir sorun hâline geldi Sayın Başkanım. Erdoğan'ın şahsi, kişisel politikasını değil, sadece kendini değil, Türkiye'yi de hesaba katarak Anayasa'nın 103'üncü maddesi gereği ettiği yemine sadık kalmalı, önceki Cumhurbaşkanları gibi davranmalıdır. Bakınız, son dört gündür arkadaşlar, toplam iki yüz yirmi dakika Sayın Cumhurbaşkanı televizyonlarda boy gösteriyor. Diyebilirsiniz "Gösteriyor, ülkenin Cumhurbaşkanı." Ama, bu ülkenin Başbakanı da var, bakanları da var. Onların konuşması yerine, her şeyde Sayın Cumhurbaşkanının konuşması da kabul edilebilir bir tutum ve davranış biçimi değil.
Sayın Bakan, bugün alınan kararı doğru bulmuyoruz, yerinde bulmuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin elli dokuz yıldır yürütmüş olduğu bu mücadelesinin takipçisiyiz. Bu konuda yapılması gereken her türlü desteği ve katkıyı vermeye hazırız.
2017 yılı bütçesinin Bakanlığınıza ve sizlere hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Saygılar sunuyorum.