KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM MUSTAFA TURHAN (İzmir) - Sayın Başkan, Sayın Bakanım, değerli milletvekilleri; öncelikle hepinizi en içten duygularımla saygıyla selamlarım.

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif'in çok sevdiğim dizeleri vardır, diyor ki:

"İnsan kıssadan hisse alırmış, ne masal şey.

Şu kadar bin yıllık kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?"

İktisatçı olmakla beraber, bu yaklaşım benim bütün akademik hayatıma ışık tuttu. Onun için, ekonomipolitik olayları mutlaka tarihsel süreçler içerisinde incelemek, tahlil etmek ve çözümlemek gerektiğini düşündüm; bundan da çok istifade ettim. Şimdi, dolayısıyla, müsaade ederseniz Sayın Bakanım, önümüzdeki döneme ışık tutmak açısından çok kısa bir analiz yapmak istiyorum bu çerçevede.

Evet, tespitler doğru, gerçekten dünyada popülist siyasi akımlar her yerde müthiş bir yükseliş içinde. Amerika Birleşik Devletleri'nden Avrupa'ya, her yerde insanların en temel ama aynı zamanda da en ilkel güdülerine, korkularına hitap eden ve bunları belki biraz da kışkırtarak netice almaya çalışan siyasi akımlar belirleyici oluyor. Bu yönüyle de hakikaten dünyanın manzarası âdeta bu İkinci Dünya Savaşı öncesi -hani benzetmek gibi olmasın, Allah esirgesin diyorum- tabloya benziyor. Önce büyük bir ekonomik ve finansal kriz Amerika'da başlayıp bütün dünyaya yayılıyor tıpkı 1929 buhranında olduğu gibi, arkasından bu popülist siyasi akımlar güç kazanıyor, dünyadaki küresel entegrasyon çözülüyor, düşmanca rekabet artıyor ve sonuçta hepimizin dehşetle izlediği bir tablo çıkıyor ortaya. Bu bakımdan tabii, çok dikkatli olmakta yarar var fakat bir başka açıdan daha çok dikkatli olmakta yarar var bence çünkü genellikle ülkeleri idare eden siyasi kadrolar anlık gelişmeleri nazarıdikkate alarak dünyanın gittiği istikameti, küresel düzenin aldığı yeni biçimi yanlış okurlarsa ki Türkiye'de de bu, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce ne yazık ki yapılmış, kuşkusuz o dönem sorumluluk sahibi olan kadrolar ülkenin iyiliğini düşündükleri için olsa gerek bu dünyadaki genel gidişi görerek Türkiye'nin politikalarında da buna benzeyen, buna yakınsayan bir yönelime girmişler. Oysa biliyoruz ki İkinci Dünya Savaşı'yla sonuçlanan bu gerilim savaşın arkasından liberal demokrasinin, özgürlükçü demokrasinin egemen olduğu bir dünya düzeniyle sonuçlandı ve bu yanlış okumayı yapan ülkeler, Türkiye de dâhil olmak üzere, bunun neticesinde bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Sanıyorum Kore'ye Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra en büyük askerî birlik göndermemizin sebebi NATO'nun kuruluşunda hemen içinde yer alıp o soğuk savaş yılları boyunca Sovyetler Birliği'ne karşı belki de ülkemizin bütün sosyoekonomisini, hatta ve hatta siyasal yaşamını etkileyecek tarzda bir askerî harcama yapmak mecburiyetinde kalmamız bununla ilişkili olsa gerek. Oysa küreselleşmeyle birlikte siyasette yeni kategoriler oluşmuştu yani sanayi toplumundan sonra emek-sermaye çelişkisi temelinde örgütlenen siyaset, 1980'lerin sonuna geldiğimizde küresel entegrasyondan yana olanlar ve karşı olanlar temelinde âdeta bütün siyasal yapıların yatay bir şekilde kesilmesiyle yeniden şekilleniyordu. Hatta bundan biraz güç alanlar, umutlananlar "Acaba gerçekten bütün insanlığın daha hakça, daha adil bir şekilde katıldığı, şeffaf, açık, hesap verme sorumluluğu, yükümlülüğüne sahip ve sorumluluk sahibi bir küresel federasyona doğru gitmek mümkün müdür arayışına girmişlerdi ki Avrupa Birliği de aslında bu arayışın bence bir rol modeli, küçük bir yansıması olarak görülmeli. Tabii, bu arada başka bir şey daha oldu, 1999 yılında yani G20 kurulduğunda, G20'nin içerisinde gelişmiş ekonomilerin ağırlığı yüzde 87, gelişmekte olan ekonomilerin ağırlığı yüzde 13'tü. Oysa 2013 yılına gelindiğinde bu ağırlıklar yüzde 71 ve yüzde 29 olarak değişmişti yani küreselleşmenin etkili olduğu bu dönemde gelişmekte olan ülkeler, yükselen piyasa ekonomileri -o tabirle- gelişmiş ülkelerle aralarındaki farkı çok ciddi ölçüde kapatmışlardı. Üstelik küreselleşme karşıtlarının bütün eleştirilerine rağmen, 1988-2008 arası, dünyadaki gelir gruplarının bu yirmi yıllık dönemdeki gelir artışlarına baktığımız zaman şöyle enteresan bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz: Nüfusun hani böyle, yüzde 5'lik, en alttan en üste kadar gelir gruplarına göre ayrıldığı zaman dünya nüfusu, en altta kalan yüzde 10 gerçekten hemen hemen bu küreselleşmenin getirdiği imkânlardan hiç yararlanamamış, bu da normal çünkü bu insanların biliyoruz hangi şartlarda yaşadıklarını. Ama en alttaki yüzde 15'ten kümülatif olarak gittiğiniz zaman yüzde 65'e kadar çıkan gelir gruplarının gelirleri bu yirmi yıllık dönemde reel olarak yüzde 60 ila yüzde 80 arasında artmış. Yani aslında bu görece yoksul kesimler küreselleşmeden oldukça istifade etmişler. Oysa gelir gruplarının kümülatif olarak yüzde 75 ile yüzde 95 arasındaki kısmı yani eskinin orta sınıfları sadece Sayın Bakanım, ortalamada yüzde 12 artırabilmişler reel olarak gelirlerini aynı dönemde. Bu da aslında nispi olarak aradaki farkın kapanması yani orta sınıfların bu alttan yükselen yeni dalga karşısında kendilerini yoksullaşmış, kendilerini geçmişteki imkânlarından mahrum kalmış hissetmelerine sebep oldu. Üstelik küreselleşme öyle bir düzen öngörüyordu ki dünyanın az gelişmiş ülkelerinde dahi olsanız küresel rekabet içerisinde evrensel bir değer üretebiliyorsanız dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesindeki bir kişiden geri kalmıyordunuz. Tam tersine, Westphalia Barışı sonrasında kurulan ve dünyaya aşağı yukarı üç yüz elli yıl hâkim olan ulus devlet kurgusundaki ulus devletlerin kendi vatandaşlarına sağladıkları o koruma imkânları, onlara tanıdıkları bu ayrıcalık imkânları hızla ortadan kalkıyordu. İşte, bu travmadır ki bugün karşımızda gördüğümüz bu yükselen popülist siyasi akımların iktidara gelmesini sağlayan yani böyle sanıldığı gibi toplumun en yoksul kesimleri değil, tam tersine orta sınıflardan kaynaklanan, tıpkı İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Hitler'i iktidarı taşıyan bir dip dalga gibi bir dalgayla karşı karşıyayız. Ama benim burada vurgulamak istediğim husus, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce düşülen hataya düşmememiz yani bu evrensel insanlık değerlerinden umudumuz kesmememiz gerektiğidir. Ben inanıyorum ki tıpkı Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanana benzer bir süreçle karşı karşıyayız. O dönemde iktidara gelen entegrasyon yanlısı siyasi partiler gerçekten liberalizmi en "vulgar", en kaba şekliyle uyguladılar ve toplumlara kendilerini uyumlaştıracak hiçbir imkân bırakmadılar. Bunun neticesinde de ikinci seçimleri, ilk seçimleri değil ama ikinci seçimleri bütün bu ülkelerde ulusalcı, entegrasyon karşıtı ya da eski komünist partiler kazandı. Hâlbuki kısa bir süre sonra, beş ila sekiz yıllık bir dönem içerisinde bu ülkelerin tamamında görüldü ki bu partilerin sağlayacağı bir şey yok, bir vaatleri yok, tam tersine daha kötü bir durumu getirdiler ve insanlar bu manzaradan çok rahatsız oldular.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Ek süre veriyorum.

Buyurun.

İBRAHİM MUSTAFA TURHAN (İzmir) - İşte, benim odur ki önümüzdeki dönemde, belki evet, yakın dönemde bu yükselen akım bizi ürkütebilir, endişeye sevk edebilir, bununla ilgili bazı önlemler almamız gerekebilir ama Sayın Bakanım, lütfen, evrensel insanlık değerlerinden ve bu değerleri temsil eden entegrasyondan umudumuzu kesmeyelim. Hakça, adil bir şekilde bütün insanlık ailesinin temsil edileceği bu ideali Türkiye olarak temsil etmek bize yakışır.

Ben zatıaliniz gibi bu konularda entelektüel olarak da donanımı olan değerli bir siyasetçinin bu Bakanlık vazifesini deruhte etmesini Türkiye için bir kazanım olarak düşünüyorum.

Size ve çalışma ekibinize başarılar diliyor, bütçemizin hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Çok teşekkür ederim.