| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi(2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 22 .12.2016 |
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Sayın Başkanım, çok değerli milletvekili arkadaşlarım; hepinizi hürmetle selamlıyorum.
Anayasa teklifimizin geneli hakkındaki görüşmelere kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu vesileyle, dün Fırat Kalkanı Harekâtı'nda El Bab'da hayatlarını yitiren şehitlerimize Allah'tan rahmet ve mağfiret diliyorum. Ailelerine sabrıcemil, aziz milletimize de başsağlığı diliyorum. Cenab-ı Hak böyle acı haberleri değil de, inşallah daha sevinçli haberleri almayı nasip etsin. Ancak, biliyoruz ki sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, acılar da paylaşıldıkça azalır. Bu konuda inşallah daha güzel haberler alacağımız günleri hep beraber yaşamayı niyaz ediyorum.
Değerli arkadaşlar, bu vesileyle, tabii Suriye'de, Halep'te olup bitenler, Irak'ta olup bitenler, dünyada olup bitenler ile bizim buradaki çalışmalarımız arasında da bir irtibat olduğunu da ayrıca ifade etmek isterim. Bu çalışmalar, aslında, işte bu acıları yaşamamak için yapılan çalışmalardır. Dolayısıyla, biraz sonra kendi görüşlerimi temellendirirken kısa bir tarihî perspektif içerisinde bugünleri daha iyi anlamamıza vesile olabilecek bir temellendirmeyi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dün uzun uzun görüşlerini ifade eden farklı siyasi partilere ait değerli milletvekillerimizin yaklaşımlarını beraberce dinledik ve çeşitli partilerdeki arkadaşlarımız "Bizi ikna edin, bizi ikna etme çabası görmüyoruz." şeklinde birtakım tatlı serzenişlerde bulundular. Ben bu konuşmamı bu amaca matuf kılmak istiyorum müsaadelerinizle. Ancak, şunu da takdirlerinize sunmak isterim ki daha önceki konuşmacılara da baktığımızda birçoğunda hakikaten kahir ekseriyetle -üçüncü gün çalışmadayız- muhalefet partisinden arkadaşlarımızın yoğun bir söz alması, görüşlerini beyan etmesi söz konusu oldu. Bizim hani o konuda sizleri ikna edebilecek konuşmayı yapma imkânını da âdeta yeni elde ettiğimizi de ifade etmek isterim.
Ve ben şunu temellendirmek istiyorum en başta: Güzel bir söz var, "İdeolojiler müşterek bir aldanış olmaksızın ayakta duramazlar. Düşünce ise müşterek bir aydınlanmayı gözetir." Dolayısıyla, düşünmeye, düşünceye, karşılıklı olarak birlikte müzakere etmeye açığız ve davetimiz bunadır. Yine, Ziya Paşa'nın bir sözü aklıma geldi: "Barikayıhakikat müsademeyiefkârdan doğar." yani hakikat güneşi farklı fikirlerin çarpışmasından, ortaya konmasından neşet eder, doğar. Evet, büyük bir savrulmanın içinden geçiyor dünya. Bugün Suriye, Irak bu yönde ama dün Bosna'da, Avrupa'nın göbeğinde, bir Avrupa devletinin içinde büyük katliamlara şahit olduk. Srebrenitsa katliamı bu zulmün en büyük zirvesi olarak karşımıza çıkmıştı.
Dün, çok değerli konuşmacılar ortak geçmişimizden bahsetti, ortak geçmişe sahip olduğumuzdan. Aynı devletin vatandaşları, aynı bayrağın altında gölgelenen yurttaşlar olduğumuzu güzel bir şekilde ifade ettiler. Acılarımızın ortak, sevinçlerimizin ortak olduğunu dile getirdiler. Hepimizin ortak duygu ve düşüncelerine farklı siyasi partilerden temas edenler oldu. Ben bu ortak payda üzerine bina edilecek bir konuşma yapmak istiyorum ve bu alanda asgari müşterekleri azami dereceye nasıl çıkarabilirizin yaklaşımı içerisinde olmak istiyorum. Temel yaklaşımımın bu olduğunu, o nedenle de sunumumuzun, konuşmamızın, düşüncelerimizin bu perspektifte değerlendirilmesini hassaten istirham ediyorum.
Değerli milletvekilleri, dünya büyük bir maddi ve manevi savrulmanın içerisinden geçiyor. Bu kaostan, kaotik ortamdan bütün insanlığın lehine, hem ulusumuz hem de uluslararası ilişkiler babında bütün insanlık lehine nasıl bir çıkış yolu bulabiliriz, bunu hep beraber ortaya koyma iradesini gösterebilmeliyiz diyorum. Bu sebeple, düşünceye, tefekküre ve hakikate kendimizi açmalıyız, hakikate kendimizi kapamamalıyız diyorum. Evet, bu duygu ve düşüncelerle bu temellendirme ışığı altında, şöyle kısa bir tarihî seyir içerisinde Anayasa geçmişimize baktığımızda, siyasi tarihimizde, Abdülhamit döneminde, 1876 yılında modern anlamda ilk anayasayla tanıştığımız bir süreci beraberce yaşadık. Bu 1876 Anayasası, daha sonra 1908'te yeni formuyla yeni bir anayasa olarak karşımıza çıkıyor.
O günlerde yaşanan siyasi olayları özetleyebilecek bir cümle bugün de tazeliğini koruyor. Abdülhamit uzun bir dönem Osmanlı'da, Türkiye'de bir devre mührünü vuran kişi, büyük bayındırlık faaliyetleri yapmış hakikaten; geçenlerde açtığımız Avrasya Tüneli'nin temellerini, Boğaz Köprüsü'nün hayallerini kurmuş bir insan ve maarif alanında, eğitim alanında, lise, üniversite alanında büyük hizmetler, idadiler, rüştiyeler, üniversiteler kurmuş bir insan, teknolojik hamleler yapmış bir insan ve Harem-Medine, 2.500 kilometrelik büyük dünya projesini gerçekleştirmiş bir insan; bir ufku olan, bir iddiası olan, dağılmaya yüz tutmuş devleti kendi öncelik verdiği politikalarla toparlamaya çalışan bir insan. Bu kişiye "müstebit padişah" diyor muhalifleri. Nedir bunun anlamı bugünkü Türkçeyle? Diktatör cumhurbaşkanı demek. Dün Abdülhamit'e "müstebit padişah" diyenler, yüz yıl sonra "diktatör cumhurbaşkanı" diyorlar. Arada bir ilişki var. Bu ilişki bizi... O tarihe biraz daha yakından bakmak ve "Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi?" yaklaşımından hareketle bir "zoom"lamak gerekiyor; neler yaşadık o tarihten bu tarihe; ulusal anlamda, uluslararası ilişkiler anlamında neler yaşadık. Evet, aynı olaya bakarak farklı yorumlamalar ve farklı sonuçlara varabiliriz. Bu da eşyanın tabiatına uygundur ve farklı fikirlerin, farklı yaklaşımların demokratik bir şekilde, özgür bir ortamda sunulması da gayet doğaldır. Biz bu yaşadıklarımızı kendi zaviyemizden nasıl değerlendirdiğimizi sizlere anlatmak ve bunları paylaşmak istiyorum.
Evet, aynı zamanda, Abdülhamit Han, çeşitli suikastlara da muhatap olmuş. Maalesef "Attın ama vuramadın ey şanlı avcı!" şeklinde de birtakım, o günün entelektüel ve medya dünyasıyla ilgili çeşitli örgütlerin, çeşitli yaklaşımların sözlerine muhatap olmuş. Bu dönemde yaşanan ilişkiler gerek ulusal gerek uluslararası ilişkiler bakımından hakikaten ibret alınacak sosyal ve siyasal bir laboratuvar olarak karşımıza çıkıyor. İbret ve ders almak, geleceğimizi isabetli bir şekilde planlamak için bu tarihî gerçeklikleri tekrar hatırlamakta büyük fayda var diye mülahazamı ifade etmek istiyorum.
Bu çerçevede, tarihî kronoloji içerisinde, 1897 yılında, İsviçre'nin Basel şehrinde önemli bir kongrenin toplandığına şahit oluyoruz Abdülhamit Han döneminde, 1897 yılında, İsviçre'nin Basel şehrinde bir kongre icra ediliyor Theodor Herzl liderliğinde. Efendim, bu kongrede, Türkiye topraklarında bir operasyon yapılması, bir ameliyat yapılması kararına varılıyor ve üç aşamalı bir plan orada ilan ediliyor, deklare ediliyor. Birinci adım alarak Abdülhamit'in Türkiye'nin yönetiminden, başından uzaklaştırılması ve Osmanlı'nın Türkiye'nin paramparça edilerek Osmanlı topraklarında, Türk topraklarında, Filistin'de bir farklı devlet kurulması kararı alınıyor. İkinci adım olarak da bu yeni kurulan İsrail devletinin Nil'den Fırat'a, Mısır'daki Nil Nehri ile Türkiye'deki Fırat Nehri arasına kadar vadedilmiş topraklar olarak inanılan sınırlara kadar genişletilmesi ve büyük İsrail'in gerçekleştirilmesi deklare ediliyor. Üçüncü adım olarak da bir ve ikinci adımlarla neticeye varan bu uluslararası yapı, ki Rothschildlerin vesairelerin finanse ettiği bu siyasi, ekonomik yapı, bir dünya düzeni kurmak ve bu şekilde hâkimiyetini dünyada yeni dünya düzeni olarak, dünya imparatorluğu olarak gerçekleştirmek istiyor. Bunun adımları teker teker atılıyor, bu büyük hedefe, bu stratejiye yönelik çeşitli plan ve projeler hayata geçiriliyor. Ve bu plan ve projeler, siyasi, ekonomik plan ve projelerin arkasında, ardında büyük bir dinî akide, bir inanç temeli yatıyor. Bunun dinî, sosyokültürel, ekonomik ve siyasal anlamda uygulamaya konulduğunu, tarihi incelediğimizde rahat bir şekilde görüyoruz.
1876 Anayasası'nın yeni formuyla yürürlüğe sokulması 1908'de gerçekleşiyor, İkinci Meşrutiyet'le beraber. İkinci anayasa deneyimimiz; bu topraklarda bulunan hepimizin dedelerinin dönemi; 1908, hatta kimilerimizin babalarının dönemi diyebileceğimiz yakın bir tarih. Ya babamızın veyahut da dedemizin yaşadığı bir süreci anlatıyoruz. Evet, bu yıl önemli bir yıl; 1908, İkinci Meşrutiyet, ikinci bir anayasa ve 1909'de bir darbe gerçekleşiyor arkadaşlar, 1909. Bu darbeyle, Abdülhamit Han, otuz üç yıl devleti yöneten, devleti çökmekten kurtaran, yeni bayındırlık faaliyetleri, yeni dünya projeleriyle hakikaten bir arada tutan, büyük işler başaran ve dünyada kendisini ortadan kaldırarak farklı bir düzen kurmak isteyenlere gerçekten millî politikalarla kafa tutan ve mücadele eden bir kimse alaşağı ediliyor bir darbeyle ve 1909'da darbecilerle iş birliği içerisinde olanlar işbaşına geliyorlar. İşbaşına gelen bu yönetimle beraber, maalesef, nüfuz edilen yapılarla... 1897'yi yakın tarihin ilgi ve alakası nedeniyle başlattım ama bunun öncesi var; Tanzimat Fermanı var, Islahat Fermanı var vesaire, daha da gerilere gidip farklı bir zaman dilimine oturtmayalım temellendirmemizi. "1876, birinci anayasa deneyimimizi, tecrübemizi esas alarak ondan sonra olan kritik tarihleri sadece hafızamızın bir kenarına nakşedelim ve bugün ile dün arasındaki irtibatı ve niçin böyle bir anayasa teklifi hazırlama ihtiyacı duyduğumuzu sizlere aktaralım." için bu konuşmayı yapıyorum.
Sözlerimin başındaki paradigmayı temellendirmeyi, niçin böyle bir tarihî perspektif içerisinde meseleyi ele aldığımı tekrar hatırlatmak isterim. Yoksa, kıymetli zamanınızı almak babında, hakikaten sözü uzatmak babında asla bir amacım olmadığını samimiyetle ifade etmek isterim. Ama, bir mantaliteyi, bir paradigmayı olabildiğince kısa süre içerisinde, tarihî temelleriyle... Hani, "Kökü mazide olan atiyim." diyor ya Yahya Kemal, bugünümüzü anlamlandırabilmek, geleceğimizi doğru inşa edebilmek noktasında dünümüzü beraberce, hep beraber; ortak paydamız olan dünümüzü, babalarımızın ve dedelerimizin yaşadığı dünümüzü, gelecek nesillerimizin kuracağı, yaşayacağı dünyayı iyi anlamlandırabilmek noktasında bu serzenişim. Yoksa, vaktinizi çalmak için -bütün samimiyetimle- değil. Dünkü "Bizi ikna edin." gibi çeşitli samimi yaklaşımlara aynı samimiyetle kendi zaviyemizden, kendi bakış açımızdan... Bunu kabul edip etmemek sizin takdirinizdedir. Eleştirilerinizi getirmek, kendi önerilerinizi, kendi düşüncelerinizi ortaya koymak platformudur zaten. Bu noktada da biz de bu çerçevede kendi temellendirmemizi yaptığımızı ifade etmek ihtiyacını tekrar hissettiğim için bunu söyledim.
Evet, bir yeni yönetim geliyor. Bu noktada, çeşitli sivil toplum kuruluşlarına, o günün çeşitli medya faktörlerine, o günün çeşitli terör örgütlerine, ulusal ve uluslararası örgütlerine sızan, bu bahsettiğimiz amacı gerçekleştirmek isteyen bir üst akıl, bir yaklaşım olduğunu tecrübemiz ve tarih bilgimiz, yaşadığımız olaylar bize gösteriyor. Ben görünür ve görünmez yönleriyle dün yaşadıklarımızın anekdotlarını ortak hafızamıza bilgi olarak sunmak istiyorum.
Evet, 1912 yılına geldiğimizde, darbecilerle iş tutmuş kişilerin ferasetsiz ve basiretsiz, kimilerinin de maalesef hainane yaklaşımları nedeniyle 1912'de bütün Balkanlar elimizden gidiyor. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Göstermelik bir bahanenin ardına saklanmış bir yeryüzü paylaşımı; özelde, Türkiye'nin, Osmanlı topraklarının, bizim vatanımızın ve bizim insanımızın, bizim değerlerimizin paramparça edilmesi. Birinci Dünya Savaşı, bizim imha edilme planımızdır; bizim ulus olarak tarihten silinmemizin, vatanımızın parçalanmasının ve medeniyetimizin artık bir daha alternatif bir medeniyet olarak tarih sahnesine çıkmanın tamamen engelleneceği bir uluslararası operasyondur.
İkinci Dünya Savaşı ise Birinci Dünya Savaşı'ndaki paylaşımların formatlanması, yenilenmesine yönelik Batı'nın kendi içindeki kavgasıdır. İkinci Dünya Savaşı'na girmeyeceğiz, merak etmeyin ama Birinci Dünya Savaşı, bizim tarihimizde...
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Girebiliriz, bizce sorun yok.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Estağfurullah.
Ama; hakikaten İkinci Dünya Savaşı'na girmeyeceğiz. Birinci Dünya Savaşı'nda yakinen...
MURAT EMİR (Ankara) - Çok keyifli.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Keyifli mi efendim?
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Yok, gerçekten keyifli.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Teşekkür ediyorum. Ben de keyif almanızdan dolayı keyiflendiğim için teşekkür ediyorum, hakikaten.
Evet, Birinci Dünya Savaşı'nı beraber yaşadık. Bakınız, oradan bir yere gelmek istiyorum. Sykes-Picot'u yaşadık ya, bugün dillendiriyoruz hep beraber; bütün parti liderlerimiz, bütün milletvekillerimiz, bu ortak hafızamız yani neyi ıskalıyoruz acaba? Iskalamayalım bazı şeyleri beraberce, aynı geminin içindeyiz çünkü. Bakın, 15 Temmuzda bomba atıldığında bütün partilerin temsilcileri ortaktık. Şimdi de Allah korusun bir terör saldırısı olsa sadece AK PARTİ'lileri yok edecek bomba herhâlde henüz imal edilmedi, sadece CHP'lileri, sadece HDP'lileri, sadece MHP'lileri, sadece Saadet Partilileri veya Vatan Partilileri imha edecek bir bomba henüz icat edilmedi. Ortak geminin içerisindeyiz. Bu derdimizi anlatmaya çalışıyorum. Milletimizin derdi, 80 milyonun tamamının derdi bizim derdimizdir. Yani bir kısmının derdi değil, 80 milyonunun tamamının derdi bizim derdimizdir ve biz öyle bir medeniyetin çocuklarıyız ki bin yıldır bu topraklarda, bu coğrafyada bütün insanlığın derdini çeken bir liderliği, bir öncülüğü yapmış bir milletin çocuklarıyız. 1071 Malazgirt'le beraber bu toprakları vatan edinen, yurt edinen insanlarımızın o haletiruhiyesini, o yaklaşımını, bir insanı öldürenin, haksız yere öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi; bir insanı kurtaranın da bütün insanlığı kurtarmış gibi olacağı evrensel ilkesini bütün gönlünde, zihninde gerçekten samimi bir şekilde iliklerine kadar hisseden ve bu çerçevede hareket eden ve İngiliz tarihçi Arnold Toynbee'nin ifadesiyle, Platon'un, Eflatun'un ideal devletini yeryüzünde gerçekleştirmiş bir Osmanlı'nın devamı olarak cumhuriyetin çocuklarıyız, hep beraber.
Dolayısıyla, ortak akıl dediğimiz, ortak düşünce dediğimiz ve ideolojik saplantılardan kurtularak hakikate odaklı düşünce merkezli çıkış noktalarını beraberce bu kaostan, ulusumuzu ve uluslararası ilişkiler bağlamında insanlığı nasıl kurtarabiliriz? Çünkü, yaptığımız bütün ameliyeler, işler, ulusal ve uluslararası politik kararlar, sonuçta bileşik kaplar teorisi gereğince bütün insanlığı etkiliyor. Ve 3 milyon insanımıza ister istemez ama samimiyetle, kardeşlik hukuku çerçevesinde kucaklayarak ve kuşatarak biz bakıyoruz. Bu, medeniyetimizin üstünlüğünün bir göstergesidir. Dostluğun, kardeşliğin, birlikte yaşamanın hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun, hangi mezhepten olursa olsun birlik ve beraberliği temsiliyetin ve insanların yaralarını sarmanın, kucaklamanın somut, süreklilik arz eden bir küçük fotoğrafıdır, bugüne yönelik fotoğrafıdır.
Evet, değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri, Değerli Başkanım, 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı, Türkiye'nin paylaşılmasıdır Birinci Dünya Savaşı. 13 milyon metrekare ki daha önce 26 milyon metrekareden yarıya inmiş, ondan sonra da 13 milyon metrekarenin tamamından sürülmek istenen bir milletin diriliş destanıdır, Birinci Dünya Savaşı'nın akabindeki Birinci istiklal mücadelesi, Millî Mücadele. Evet, 1916 yılına geldiğimizde değerli arkadaşlar, bir gizli anlaşma söz konusuymuş, tarih bize bunu hatırlatıyor: Sykes-Picot Anlaşması. Bunu, değerli arkadaşlar hep beraber bugün dillendiriyoruz değil mi? Suriye, Halep, Şam, Irak'la ilgili, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili bir meseleyi ele aldığımızda hemen hemen bütün partilerimiz, onların sözcüleri, temsilcileri . Sykes-Picot'ya tam yüz yıl sonra atıfta bulunuyorlar. Evet, neydi acaba bu . Sykes-Picot'nun amacı? Eğer Sykes-Picot'yu, 1916'yı, 1917'yi, 1918'i, 1920'yi, 1921'i, 1921 Anayasası'nı, 1924 Anayasası'nı iyi idrak edemezsek, doğru anlamlandıramazsak bugünü ıskalarız. Bugünü ıskalamamız demek geleceğimiz ıskalamamız demektir. Onun için, dünü tekrar hatırlamakta bu sebeple fayda var.
1897 yılını ifade etmiştik, bir kongre toplanmıştı, uluslararası bir kongre. Bir amaç etrafında, bir hedef birliği etrafında, akidevi, dinî temelleri olan, siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel çıktıları, sonuçları olabilecek bir yaklaşım, bir perspektif. İşte onun 1916'da ete kemiğe bürünmüş şekliyle, somutlaşmış bir şekilde farklı devletler eliyle, mesela Sykes-Picot'nun tarafları olarak daha önce Rusya da işin içinde ama Bolşevik İhtilali nedeniyle 1917 yılında başka bir kulvarda yoluna devam etme durumunda kalıyor. Ama İngiltere ve Fransa arasındaki Sykes-Picot Anlaşması... (Gürültüler)
Birazcık sessizlik olabilirse, uğultuyu birazcık dindirebilirsek benim de konuşma korelasyonum herhâlde dağılmayacaktır. Dün biz hakikaten değerli milletvekillerimizi iki saat, bir buçuk saat, bir saatlik zaman dilimi içerisinde kıymetli fikirlerini ortaya koyan değerli milletvekillerimizi hakikaten bir hakaret olmadığı müddetçe herkes sükûnetle, uhuletle ve suhuletle dinledi. Bu da zaten eşyanın tabiatına, buranın mehabetine uygun olan tavırdır. O sebeple, sessizlik istirham edeceğim.
Değerli arkadaşlar, değerli dostlar, değerli milletvekilleri; 1916 Sykes-Picot Anlaşması, önemli bir anlaşmadır. Türkiye'nin bölünüp parçalanmasının devletler arasında müzakere yapılıp hayata geçirildiği bir anlaşmadır. 1897 Basel Konferansı'nın bu anlaşmayla net, somut bir şekil aldığını ve 1917 yılında da Balfour Bildirgesi'yle kuvveden uluslararası hukuk düzeninde fiile çıktığını, tarihî tecrübemiz, bilgimiz, dedelerimizin yaşadığı gerçekler ve sonra yaşananlar, bu teorilerin, bu kongre kararlarının bu savaş sonucunda nasıl bir şekilde hayata geçirildiğinin göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. 1918'e gelindiğinde Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna Mondros Mütarekesi'ni imzalıyoruz biliyorsunuz ve Filistin, Mekke, Medine, Suriye, Irak, Yemen, bütün bu vatan toprakları işgal ediliyor, elimizden çıkıyor. Ameliyat devam ediyor yalnız, işgal edilmekle ameliyat son bulmuyor. Ameliyat devam ediyor, aslında Sevr'i gerçekleştirmek istiyorlar. Sevr'le beraber, dediğimiz gibi, milletimizi; adalet ve merhamet düzeninin sancaktarlığını yapmış, nizamıâlemi kurmuş ve bütün insanlığın can, mal, ırz ve namus emniyetini, din, akıl, nefis özgürlüğünü, hürriyetini gerçek manada adalet nizamıyla sağlamış bir medeniyeti tarihin derinliklerine atmak ve bir daha oradan yüzünü asla gösteremeyecek şekilde imha etmek planı uygulanmış. Bunun hep beraber şahitleriyiz. Ancak, millet bir yeni mücadele başlatmış, biz buna "Millî Mücadele" diyoruz, milletin tamamının mücadelesi, Millî Mücadele. Son Osmanlı Mebusan Meclisinin aldığı karar, Misak-ı Millî ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğinde, önderliğinde toplanan Gazi Meclisin aldığı, 23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisinin aldığı ilk karar, Osmanlı Mebusan Meclisinin aldığı son karar İstanbul'da, Ankara'da Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Mecliste alınan, yeni Meclisimizde alınan ilk karar Misak-ı Millî. Millet, herhangi bir organizasyon olmadan, Türkiye'nin dört bir tarafında "Esarete hayır." diyerek büyük bir istiklal mücadelesini başlattı ve bu istiklal mücadelesi Gazi Meclisimizin önderliğinde hakikaten konsolide edilerek, düzenli hâle getirilerek büyük bir zafere hep beraber imza atıldı. Büyük milletimiz büyük bir zafer kazandı ve 23 Nisan 1920'de açılan Meclisimiz 1921 Anayasası'nı yaptı biliyorsunuz, 1921 Anayasası'nı. 29 Ekim 1923'te de yeni bir rejime geçildi, o rejimin adı "cumhuriyet" olarak ilan edildi. 29 Ekim 1923 Gazi Meclisin kazanılan zafer, Millî Mücadele sonucunda istiklal mücadelesi sonucunda kazandığı zafer bir düzene, bir rejime kavuşturuldu. Meydanda kazanılan zafer, "Egemenlik bilakaydüşart milletindir." şeklinde millî egemenliğin menşei ve sahibi, maliki aziz milletin tamamıdır, büyük millettir, büyük Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsil edilen Türk milletinin temsilcileri vasıtasıyla, milletvekilleri vasıtasıyla kullanmış olduğu bu egemenlik, 29 Ekim 1923'te cumhuriyet rejimiyle taçlandırıldı. Ve Türkiye'de rejim sorunu o günden bugüne kadar ilanihaye kapanmıştır. Milletimizin seçtiği ve razı olduğu seçim, cumhuriyet rejimidir.
1923 akabinde 1924 Anayasası gerçekleşti değerli arkadaşlar, 1924 Anayasası. Ve cumhuriyet rejimi 1924 Anayasası'na ilka edildi, yazıldı, temel bir prensip olarak bütün dünyaya deklare edildi. Burada, farklı hükûmet sistemleriyle bu Meclis 1950'ye kadar tek parti şeklinde devam etti, 1950. Dediğim gibi, kısaca önemli tarihleri vurgulamak istediğimi beyan etmiştim. 1950'ye kadar tek parti dönemi sonrasında yapılan seçimlerle yine Cumhuriyet Halk Partisinin içinden çıkmış Demokrat Parti, millete farklı bir program, farklı bir yaklaşım, farklı bir siyaset önceliği, farklı bir politik sunuş ortaya koydu ve milletimiz özgür iradesiyle bir sonuç belirledi. Demokrat Partiyi işbaşına getirdi. 1950 ile 1960 yılları arasında Demokrat Parti yaklaşık on yıl Türkiye'yi yönetti. 1960 yılına gelindiğinde bir darbeyle karşılaşıldı. Atatürk'ün içinde bulunduğu Meclisin liderliğini yaptığı Türkiye'nin anayasası, 1960 yılında yapılan darbeyle rafa kaldırıldı, ilga edildi ve 1961 yılında yeni bir Anayasa ortaya kondu, 1961. Demek ki 1876'dan başlatmıştık, 1876 birinci tecrübemiz, 1908, 1921, 1924 ve 1961. Evet, anayasal süreç siyasi hayatımızla beraber, ulusal ve uluslararası ilişkilerimizle beraber devam ediyor.
1961 Anayasası yürürlüğe girdi, 1970'li yıllarımız sağ-sol mücadelesiyle geçti. Kabaca, tabiri caizse sağ ve sol ayrımı yapılmak suretiyle ki o zaman Alevi-Sünni ayrımları palazlandırılmak istendi ve bir kaotik düzen maalesef oluştu. Anarşi dediğimiz, terör dediğimiz olaylar yaygınlaştı ve sıkıyönetim mahkemesi zabıtlarından ortaya konan gerçeklere göre birtakım uluslararası mahfillerin, silah ağalarının, babalarının sağcı veya solcu diye nitelendirilen, Alevi veya Sünni diye nitelendirilen gruplara aynı el tarafından silahların temin edildiği görüldü ve 1971 muhtırası söz konusu oldu. Akabinde 80 darbesini hep beraber yaşadık. 80 darbesini yapanlar, "Şartların olgunlaşmasını bekledik." diye kendi beyanlarıyla itirafta bulundular ve "Our boys -bizim çocuklar- başardı." denildi, değil mi? Bu, hep beraber ortak hafızamızda.
1982 Anayasası bu şekilde husule geldi, 1982. 1982 Anayasası'na baktığımızda, yaşanılan büyük tarihî tecrübeler de yansıtılmaya çalışıldı. Ben hatırlıyorum, ben 1968 doğumluyum. Fahri Korutürk Bey'i hatırlıyorum çok rahat, net bir şekilde. Efendim, defaatle Cumhurbaşkanlığı turları söz konusu oldu, bir Cumhurbaşkanı seçilemedi. Yeni seçimlere de gidilemedi. Bir çıkmazın, bir açmazın içine Türkiye içeriden, dışarıdan kilitlendi, darbenin şartları hazırlandı, darbe yapıldı ve 1982 Anayasası'nda bu darbeyi yapanların uluslararası odaklarla beraber yerli iş birlikçilerinin iş tuttuğu, aynen Abdülhamit döneminde olduğu gibi, aynı Gazi Mustafa Kemal döneminde, istiklal mücadelesinde olduğu gibi, aynen bugün, efendim, 1982'deyiz -tarihî kronoloji olarak bugünlere geleceğiz- 1982 yılında da bir Anayasa hazırlandı. Vesayet odakları yerleştirildi. Anayasa milleti güçlü millet, büyük millet; devleti büyük devlet olmak üzere değil de yerinde patinaj yapsın, birtakım yetkiler bölünsün, parçalansın, farklı mekanizmalarla farklı vesayet odakları üzerinden kimi zaman jüristokrasi, kimi zaman apoletli veya cüppeli oligarşik bürokrasi, kimi zaman idari bürokrasi tarafından kilitlenecek ve yeri geldiğinde müdahale edilebilecek, millet ile devletin arasını açmaya yönelik, milletin değerlerini devlete taşımamaya yönelik bir devletle, daha doğrusu devleti yönetenlerle, bu devlet bu milletin devleti, Türkiye Cumhuriyeti devleti 80 milyonuyla bu milletin devleti. Dolayısıyla devlet milletin emrinde ve hizmetinde olmalı, ancak darbeyi yapanlar, yaptıranlar, kuklalar ve kuklacılar bir amaca matuf olarak siyasi bir neticeyi elde etmek babında yeri geldiğinde kullanabilecekleri birtakım vesayet odağı şeklinde tezahür edebilecek yapılanmaları ona göre dizayn ettiler, ona göre uygulamak istediler.
Evet, tabii, 82 Anayasası sonucunda yürütme daha da güçlendirildi daha evvelki tecrübelerden hareketle. Oraya müsaadenizle bir uluslararası tur yaptıktan sonra, kısa bir tur yaptıktan sonra tekrar gelmek istiyorum.
Evet, bu dönemden 1990'lara gelindi değerli arkadaşlar, dünyada 1990'lara. Soğuk savaş döneminin sonucunda iki kutuplu dünya, Rusya'nın ve Amerika'nın önderliğini yaptığı iki kutuplu dünya Gorbaçov döneminde "glasnost" ve "perestroyka" politikalarının neticesinde farklı bir hâl almaya başladı ve tek kutuplu bir dünyaya dönüştü. NATO ve Varşova Paktı... Artık Varşova Paktı'nın ortadan kalkmasıyla NATO Paktı'na kaldı bütün dünyayla ilgili düzenlemeler ve "Amerika dünyanın jandarması." denilmeye başlandı o yıllarda. Ki biz o yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenciydik. İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenciydik deyince bir anekdotumu da hatırlamak isterim, oraya da geleceğim. 1987 girişliyim. 1987'de İstanbul Hukuk Fakültesinde o zaman yardımcı doçent doktor olan Burhan Kuzu Hoca'mız anayasa derslerimize gelirdi ve o gün Türkiye'nin kurtuluşunun başkanlık sisteminden geçtiğini ifade ederdi. Bunun şahidi olduğumu ifade ediyorum, 1987. 1987'de muhtemelen Burhan Kuzu Hoca'mız da...
ÜNAL DEMİRTAŞ (Zonguldak) - Çok büyük bir talihsizlik.
LEVENT GÖK (Ankara) - İyi bir şahitlik değil o ha.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Doğru manada yani, doğrusu bu.
Derslerde anlatıyordu, 1987, 1988, 1989 dönemli arkadaşlarımız varsa İstanbul Hukuktan, herkes şahididir çünkü dönüp dolaşıp değerli hocamız bunu anlatıyordu. Özallı yıllar, biraz sona geleceğim. Yani, Recep Tayyip Erdoğan Bey için, Sayın Cumhurbaşkanımız için önerdiği bir sistem değildi yani 1987'de öğrencisi sıfatıyla değerli hocamızın bu ikrarına şahitlik ettiğimi de sizin huzurunuzda beyan ettim.
Evet, 1990'lı yıllar arkadaşlar, değerli dostlar, 1990'lı yıllardayız ve "Demir Leydi" lakaplı bir Margaret Thatcher vardı, İngiltere Başbakanı, Demir Leydi Margaret Thatcher. Bunlar önemli anekdotlar yalnız, bugünü anlamaya, bu teklifin altyapısında olan felsefeyi, paradigmayı anlamaya yönelik, geleceğimizi inşaya yönelik önemli. Yoksa hikâye olsun diye, zaman çalmak için anlatmadığımı tekrar beyan etmek isterim.
Değerli arkadaşlar, evet, 1990'ın başında Margaret Thatcher bir NATO toplantısında, bir NATO asamblesinde şöyle bir beyanda bulundu, hafızamızı tazeleyelim -komünizm yıkıldı, Varşova Paktı çöktü- "Düşmansız ideolojiler yaşayamaz. Yeni düşmanımız İslam'dır." dedi. Margaret Thatcher, Önemli, İngiltere'yi temsil ediyor, Balfour Bildirgesi'ni yüz yıl önce deklare etmiş bir dışişleri bakanının ülkesinin başbakanı, Sykes-Picot Antlaşması'nın mimarı olan bir ülkenin temsilcisi. Evet, dedi ki 1990'da... Ki daha öncesine dayalı şeyler bunlar ama kronolojik olarak 1990'da bunu dünya gündemine deklare etmesi münasebetiyle hiç yorum yapmıyoruz, kendi beyanlarını sadece hatırlıyoruz ve naklediyoruz şu ana kadar. Biz bir yorum yapmıyoruz. 1990'da dedi ki: "Düşmansız ideolojiler yaşayamaz. Bundan sonra düşmanımız, yeni düşmanımız İslam'dır." Ve NATO tatbikatlarında kızıl kuvvetlerin yerini mavi kuvvetlerin karşısında yeşil kuvvetler aldı ve biliyorsunuz, 1978'lerde Afganistan-Rusya savaşı münasebetiyle bir "yeşil kuşak İslam'ı" şeklinde nitelendirilen bir yapı üst akıl tarafından peydahlanmıştı. Hani, ılımlı veya radikal versiyonlarıyla İslam dinine, Müslümanlara format atmak isteyen bir yapı söz konusu. Bugünkü FETÖ'yü ve DAEŞ'i anlamlandırabilmek, anlayabilmek için bu analizi iyi yapmak gerekiyor. Nevzuhur, başta, efendim, olmayan yeni çıkmış bir hareket değil, bu biraz evvel bahsettiğim paradigmanın içerisinde yer tutan bir önemli manivela, önemli bir odak olarak karşımıza çıkıyor. İçeride yaşadığımız FETÖ, dışarıda yaşadığımız DAEŞ veya PKK/PYD vesaire gibi çeşitli örgütler.
Evet, değerli arkadaşlar, bu açıklamanın arkasından, 1990'da Körfez krizi söz konusu oldu ve Birinci Körfez Savaşı 1991'de Batılı güçlerin konsolide olmasıyla, 500 bin askerin bir araya gelmesiyle Bağdat'a bir ramazan günü sahur vaktinde bir saldırı söz konusu oldu ve Birinci Körfez Harekâtı'nda 32'nci, 36'ncı paralellerle ilgili Birleşmiş Milletler Kararlarıyla bir karar alındı. Yıllar önce gazeteci yazar Sayın Güneri Civaoğlu'nun henüz savaş başlamadan önce yazmış olduğu bir makale vardır, tarihe not düşen bir makale. 2 Amerikalı yarbayın henüz savaş başlamadan önce planları gazetecilere anlatmasına ilişkin bir makaledir. Onun okunmasında fayda mülahaza ediyorum.
Değerli arkadaşlar, İkinci Körfez Harekâtı'na gelindi daha sonra biliyorsunuz. Onun tarihi de 11 Eylül 2001. İkiz kulelere bir saldırı sonucunda yeni bir konsept oluşturuldu, Batı paradigma değişikliğine gittiğini bu şekilde deklare etti. Önceden planlanan yapıları, önceden bunu bir kanaviçe gibi, Birinci Körfez Harekâtı'yla İkinci Körfez Harekâtı sırasında çeşitli örgütlerle temaslarıyla bugünleri ve yarınları düzenlemek için temellendirdiği, yüz yıl öncesine kısaca değindiğimiz planların bugünkü versiyonlarını gerçekleştirebilmek adına bir paradigma değişikliğine gidildi ve bu paradigma değişikliğini 11 Eylül 2001'in hemen akabinde Henry Kissinger ağzından duyduk. Ne demişti Henry Kissinger? "Bundan sora mücadele 90'da, 91'de olduğu gibi Batı ile İslam arasında değil, İslam'ın, Müslümanların kendi içinde olacaktır." dedi ve buna yönelik bir formatlamanın, buna yönelik bir çalışmanın mesajlarını verdi.
Evet, bunlar tarihî gerçekler olarak dünyada hep beraber yaşadığımız önemli hadiseler. Türkiye'deki anayasacılık hareketiyle Türkiye'de ve dünyada olup biten önemli bazı olaylara temas etmiş oldum.
Şimdi, konuşmamın bu bölümünde bu temellendirmeye bağlı olarak bugün niçin böyle bir anayasa teklifiyle hep beraber buradayız? Bunu açmak istiyorum. 1982 Anayasası, yaşanılan tarihî tecrübelerden hareketle de daha başka bazı düzenlemeler getirdi. "Ama bu düzenlemeler olabilir ki bizim istediğimiz şekilde kontrol altına alınamazsa ne olur? Ya millet devlete, kendi devletine tam manasıyla kendi rengini verirse ne olur? Bunu gerçekleştirmemek adına ne yapmalıyız, nasıl bir düzenlemede bulunmalıyız? Hangi argümanlara hangi fonksiyonlar yüklemeliyiz?" Bu da düşünüldü ve o gün darbe anayasasının başında olan Kenan Evren, onun şahsı da fonksiyonları da yetkileri de düşünülerek ve 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası arasında yaşanan hükûmet, Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesaire, çeşitli tecrübelerle Meclisin, yasamanın, yürütmenin ve yargının nasıl şekillenmesi gerektiğine ilişkin bir çalışma sonucunda yürütme gücünü daha da kuvvetlendirici bir sonuç doğdu. Daha önce 1961 Anayasası'nda Meclis ve Senato ikilemi yerine bu sefer yetkileri son derece artırılmış, sorumsuz makam olan Cumhurbaşkanlığı makamının sorumsuzluk ve temsiliyet misyonunu çok aşan bir şekilde yasama, yürütme ve yargıya yönelik büyük yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı profili düzenlendi 1982 Anayasası'nda ve "Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır." şeklinde bir hüküm getirildi. Tabii, aynı konulara ilişkin hemen hemen aynı zamanda Başbakan ve Bakanlar Kurulu da yetki sahibi. Başbakan ve Bakanlar Kurulu, yürütme âdeta çift başlı bir şekilde inşa edildi 1982 Anayasası'nda. İki başlı yönetim daha önce 1961 Anayasası'nda yasamada -oraları geçiyoruz- iki farklı Meclis, Senato ve Meclis söz konusuydu, bu sefer 1982 Anayasası'nda yürütme çift başlı hâl aldı. Bunun yansımalarını hep beraber yaşadık, mesela yakın dönemde rahmetli Özal ile Başbakan Yılmaz arasında, Demirel ile Çiller arasında, Ecevit ile Ahmet Necdet Sezer arasında. Yani özellikle birbiriyle aynı partiden veya dünya görüşünden gelen insanlardan kimisi Cumhurbaşkanı, kimisi Başbakan olunca birtakım krizler ve kaoslar yaşadık değerli arkadaşlar. Aynı siyasi geçmişten, ortak bir geçmişten gelen kişilerin bile aynı konulara ilişkin çift başlı yetkilendirmenin olumsuz sonuçlarını 1980'lerde, 1990'larda, 1994 krizinde, 2000'lerde, 2001, 2007 vesaire, çeşitli ekonomik krizlerle, siyasi krizlerle hakikaten Türkiye yaşadı. Bunlar önemli deneyimlerimiz.
1982 Anayasası'nı ortaya koyanlar sisteme kendilerince şekil verebilecekleri bir ruh yüklediler. Lafzıyla ve ruhuyla yürürlüğe sokulan Anayasa, o ruhun içerisine kimi zaman jüristokrasi dediğimiz yargıçlar iktidarıyla kimi zaman apoletli veya apoletsiz şeklinde bürokratik oligarşiyle girerek kendince şekil vermeye, devleti milletten koparmaya, milleti kendi devletiyle çatıştırma noktasına getirmeye yönelik birçok ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal bir süreç yaşadık. Bunun en somut örneklerinden bir tanesi 28 Şubattır değerli arkadaşlar. 28 Şubatı yaşadı bu millet, biz, hep beraber. Seçilmiş bir iktidarı, egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu ve milletin kendi temsilcileri eliyle kendini yönettiği bir anayasal düzen içerisinde bir 28 Şubat yaşadık ve "Bin yıl sürecek." dendi. Devleti yönetenler milletin devletine, kendi devletine milleti düşman etmek ve çatıştırmak için âdeta ellerinden gelen her şeyi yaptı. Evet, bu millet ve devletin arasının açılmasıyla o boşluğu bürokratik oligarşiyle onlara dışarıdan birtakım sufleler üfleyen, ruhu şekillendiren üst akıllar ile birtakım mekanizmalar arasındaki bağlantılar bugünlere gelmemize neden oldu. Evet, seçilmişlerin rolü çalındı, durumdan vazife çıkaran kimseler devreye girdi, aynen 1980 darbesinde olduğu gibi "our boys"lar diyerek nüfuz eden birtakım yapılar bu bahsettiğimiz süreci yaşamamıza vesile oldu.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Bugün devleti ele geçirme noktasında hakikaten önemli bir noktaya gelen FETÖ, 28 Şubatın sonucunda palazlanmış ve devlete, devletin bütün kurumlarına nüfuz etmiştir. 28 Şubat onun için hakikaten iyi incelenmesi gereken bir süreçtir. Millî yapıların tasfiye edildiği, uluslararası odakların, bugün bazı Avrupalı liderlerin söylediği gibi "Türkiye'de İslam fazla, İslam'ın azaltılması lazım." diye seçim propagandalarında net bir şekilde ifade ettikleri ırkçı yaklaşımlarını hep beraber görüyor ve duyuyoruz. İşte, İslam'ın azaltılmasına ilişkin uluslararası bir projenin yansımasıdır 28 Şubat ve FETÖ bütün ulusal ve uluslararası alanda yapılanmasını 28 Şubat süreciyle yaygınlaştırmıştır.
Değerli arkadaşlar, uluslararası güçler bir taşla âdeta kuş katliamı yaptılar 28 Şubatta. Ordu ile milleti, devlet ile milleti karşı karşıya getirdiler, milletin değerlerine savaş açtılar. Mesele Türkiye'yi öbek öbek karıştırmak, karşı karşıya getirmek, çatıştırmak, Türkiye'yi güçsüzleştirmekti. Hakikaten uluslararası amaç Sykes-Picot'larda, 1916'larda, 1897'lerde alınan kararların, uygulamaların son noktasında taşı gediğine koymak üzere planlanmıştı. Ancak milletimizin siyasi feraset ve basireti ve gerçekten devlet adamlarımızın basiretleri, millî yapıların direnci elhamdülillah o badireleri atlatmamıza vesile olacak süreçleri yaşattı ve arkasından hakikaten 28 Şubatı planlayanlar Ergenekon diye bir yapıyla ki kurunun yanında yaşın da yanacağı bir şekle büründürerek bir süreç yaşanmasına vesile oldu. "Tavşana kaç, tazıya tut." denildi. 28 Şubatı yaptıranlar da Ergenekon yapılanmasıyla ilgili birtakım farklı mekanizmaları işletenler de aynı yerden emir alıyorlardı. Evet, bunu aslında biz Hacivat ve Karagöz oyunundan çocukluğumuzdan itibaren biliriz. Nedir o? Bir perde vardır, perdeye arkadan bir ışık verilir ve sağ eliyle Karagöz'ü, sol eliyle Hacivat'ı oynatan ve birisini kalın sesle, birisini ince sesle seslendiren aynı odaktır, aynı kişidir. Dolayısıyla, sağ eliyle bugün FETÖ ve DAEŞ'i, sol eliyle PKK, PYD, DHKP-C gibi terör örgütlerini oynatan yapılar aynı mahfillerle, aynı odaktan yönetilen yapılardır.
MURAT EMİR (Ankara) - O hâlde biliyorsunuz. Yüksek sesle kim olduğunu söylerseniz biz de bilmiş olalım Sayın Akbaşoğlu.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - Sizden duymak isteriz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Gayet açık ve net konuşuyorum ve devam ediyorum.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - Kimlerdir?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Söz aldığınızda lütfen siz de fikirlerinizi söyleyiniz.
MURAT EMİR (Ankara) - Kim olduğunu söyleyin de bakalım.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - Yani isimlerini duymak isteriz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Uluslararası siyonizm ve emperyalizm. Siz konuşmamızın başında var mıydınız, bilemiyorum.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - "Amerika vardı." diyebiliyor muyuz?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - 1897'den meseleyi ele aldım ve bugüne kadar tarihî perspektif içerisinde ulusal ve uluslararası boyutlarıyla 1876, 1908, 1921, 1924, 1961, 1982 anayasalarına geldim.
TANJU ÖZCAN (Bolu) - Sayın Milletvekilim, "Amerika vardı." diyebiliyor muyuz?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - 1982 Anayasası'nın içine giriyorum şu anda. Niçin böyle bir teklif yaptığımızın paradigmasını, temellendirmesini hafızamızı tazeleyerek ortak geleceğimizi inşa etmek babında, ortak geçmişimizden hareketle sizlere arz etmeye çalışıyorum. Dün dediğim gibi biz farklı partilere mensup çok değerli milletvekillerimizin çok aykırı, çok farklı fikirlerini bir hakaret söz konusu olmadığı müddetçe burada bulunan herkes uhuletle ve suhuletle âdeta nefes almadan dinledi, hepimiz dinledik.
BAŞKAN - Sizi de aynı şekilde dinliyoruz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Çok teşekkür ediyorum değerli Başkanım.
TUFAN KÖSE (Çorum) - İsrail de siyonist mi, İsrail?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Şimdi, değerli ve aziz arkadaşlarım, değerli milletvekilleri; bir önemli dünya projesinden bahsettim. Adım adım bugünlere nasıl gelindiğiyle ilgili Türkiye'de ve dünyada yaşanan bazı olaylara atıf yaparak hatırlattım. "Bu tarihî tecrübe içerisinde yarınlarımızı, bizden sonra gelecek nesillerimizi daha güçlü, müreffeh bir Türkiye'yle ve bütün insanlığın vicdanı olan Türkiye'nin ve bu aziz milletin önderliğinde, yeniden büyük Türkiye'nin önderliğinde yeni, adil ve merhametli bir dünyanın sesi olmanın gerekli şartlarını nasıl oluşturabiliriz?"in düşünceyle, tefekkürle, tarihî tecrübeyle bugüne yansıyan iz düşümüne bakmak istedim. Kısaca biraz evvelki konuşmalarımı yeni gelen arkadaşlar için bu şekilde özetleyebilirim.
Şimdi, 1982 Anayasası'nın içerisine girmiştik, orayı biraz açıp yürütme ve başkanlık, demokrasiyle ilgili, cumhuriyetle ilgili, Parlamentoyla ilgili ve yürütme gücüyle ilgili bugün getirdiğimiz sistem değişikliğinin mukayesesini ortaya koyup gerekçelendirmek istiyorum.
Değerli arkadaşlar, değerli dostlar, değerli milletvekilleri; amaç Türkiye'nin yok edilmesidir, amaç Türkiye'nin imha edilmesidir. Yanı başımızda olan biten hadiselerin özü ve özeti: Dünya sisteminde asıl hedef Türkiye'dir.
Evet, daha önce Birinci Dünya Savaşı sonrasında vatanımız, parçalandı, bölündü ve içimizden 40 tane devlet çıkardılar. 780 bin kilometrekarelik vatan toprağını dedelerimiz hep birlikte Millî Mücadele'yi yaparak, elhamdülillah, bağımsızlık mücadelesiyle, istiklal mücadelesiyle, istikbal mücadelesiyle bizlere emanet etti. Biz bu emanetin farkında olarak ve emanetimize sahip çıkarak bizden sonraki nesillere müreffeh, büyük Türkiye'yi bırakmak için çabalıyoruz.
Dün farklı kavimler üzerinden, farklı yapılar, farklı ilişkiler üzerinden 40'a bölen yapı, üst akıl; bugün ise, biraz evvel, sözlerimin başında ifade ettiğim, 1897'deki Nil'den Fırat'a büyük İsrail projesini Kürdistan geçiş devletli büyük İsrail projesi olarak yürürlüğe sokmak; Irak'ı, Suriye'yi parçaladığı gibi, Türkiye'yi de parçalayarak yok etmek, imha etmek istiyor. Yüz yıl sonra yeni Sykes-Picot'ların anlamı budur değerli arkadaşlar. Bu sebeple bugünü yaşıyoruz.
En önemli argüman da Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması", Francis Fukuyamaların "Tarihin Sonu" tezleriyle ortaya konulan, bin yıl bu topraklarda insanlığa ışık tutmuş, gerçek manada insan hak ve özgürlüklerini karşılıksız, bütün insanlığa yaşatmış olan bir ecdadın torunları olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin öncülüğünde yeni bir medeniyet anlayışının, yeni bir düzenin dünyada kurulmasını engellemek ve kendi medeniyetlerini yenilmez bir medeniyet olarak ortaya koyarak köle ve sömürü düzenlerini devam ettirmeye yönelik bir yaklaşımla, bir operasyonla karşı karşıyayız. Evet, böyle bir yeryüzü imparatorluğu kurmak isteyen bir yapı söz konusu.
Değerli arkadaşlar, işte tam bu noktada 15 Temmuzu yaşadık. 15 Temmuz yeni Türkiye'nin, yeni yapının, yeni yönetim biçiminin, güçlü Türkiye'nin, geleceğimizi kurmanın önüne geçmek için yapılmış bir uluslararası darbe ve işgal operasyonudur. 15 Temmuz o sebeple hep beraber ikinci istiklal mücadelemizdir. Bu istiklal mücadelesini bu millet yediden yetmiş yediye, kadınıyla erkeğiyle, farklı siyasi partilere ve görüşlere mensup insanlarıyla net bir şekilde ortaya koymuştur. 15 Temmuz "Yeni anayasa yapmayalım, yeni bir gelecek tasavvur etmeyelim." diyenlerin müdahalesiydi. Oradan hareketle, Türkiye'yi eskiye götürmenin, Türkiye'yi zaafa uğratmanın, güçlü bir yönetimi ortadan kaldırarak kaotik bir yapıya tekrar dönüştürmenin bir operasyonuydu. Aynen 12 Eylül 1980 darbesinde, aynen 28 Şubat 1997'deki postmodern darbede, aynen 1960'ta yapılan müdahalelerde olduğu gibi.
Evet, değerli arkadaşlar, biz niçin böyle bir teklifi, niçin böyle bir çalışmayı ortaya koyduk? 1982 Anayasası çift başlı bir yönetim öngörmüştü. Biraz evvel örneklerini verdiğim rahmetli Cumhurbaşkanları, Özal ve Başbakanlar, Yılmaz ile Demirel, Çiller; Ahmet Necdet Sezer, Ecevit arasındaki münasebetlerin yansımalarını siyasi ve ekonomik olarak hep beraber yaşadık; bunun sonuçlarını, bu büyük krizleri hep beraber gördük. Şimdi, tekrar Türkiye'yi eski Türkiye olmak yerine ve sistemde güçlendirilmiş Cumhurbaşkanı yetkileriyle donatılmış bir, âdeta 1982 Anayasası'nın ortaya koyduğu düzenlemeyle "yarı başkanlık" diyebileceğimiz bir sistemi güçsüz yönetimlerle, parçalı yönetimlerle, parçalı yürütme ve idareyle hakikaten geleceğe taşımak güçlü bir devlet yapısını ve müreffeh bir millet ortamını sağlama imkânı söz konusu olamayacak. Bu nedenle, tarihî seyir içerisinde yürütmenin güçlendirilmesi babında bu çift başlılığı, vesayet odağı oluşturabilme argümanlarını sistemden temizlemek; bu konuda söz, yetki ve kararın, egemenliğin sahibi olan milletin, doğrudan demokrasinin gereği olarak da yasamayı ve yürütmeyi doğrudan belirleme imkanını getirebilmek adına biz böyle bir teklifi ortaya koyduk.
Her sistem önerisini kendi bağlamında değerlendirmek gerekir. Elma ile armudu kıyas ederek neticeye varmak isabetli sonuçlar doğurmaz. Dolayısıyla parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasındaki münasebetleri, ilişkileri ve sistemin kendi dinamiklerini kendi bağlamında, kendi ilkeleri çerçevesinde doğru tespit etmek, buna göre kıyas yapılacaksa yapmak ve değerlendirmek gerekir.
Değerli arkadaşlar, parlamenter sistem İngiltere odaklı, biliyorsunuz, İngiliz örneğinden alınan ve kendi tarihî tecrübesi içerisinde gelişen bir sistem. Fransa örneğinde olan yarı başkanlık sistemi farklı bir yönetim biçimi. Bir de Amerikan modeli olarak ifade edilen bir başkanlık modeli söz konusu. Dolayısıyla 1921-1924 anayasalarıyla farklı yönetim biçimlerini benimsemiş Türkiye. 1961 Anayasası'yla özellikle parlamenter sistemi tatbik etmek suretiyle 1982 Anayasası'na da parlamenter sistemin ana omurgasını yerleştirmek; bununla beraber yürütmeyi güçlendirmek suretiyle âdeta yarı başkanlığa doğru bir geçişi de beraberinde taşımış.
2007'de başka bir kriz yaşadık, biliyorsunuz. Tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir düzenlemede toplantı nisabı ile karar nisabının birbirine eşit olmadığı bir farklı tezle Cumhurbaşkanı seçtirilmedi, mevcut sistem içerisinde seçtirilmedi arkadaşlar. 1982 Anayasası sistemi içerisinde çeşitli yorumlarla... Vesayet odaklarının devreye girmesi dedik ya, kimi zaman bürokratik oligarşi, kimi zaman bu, jüristokrasi olarak bir karar verildi ve sistem içerisinde "367 krizi" diye bilinen bir kriz yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti devleti Parlamentosu kendi Cumhurbaşkanını seçemedi. Büyük bir kriz yaşandı, hakikaten utandıracak bir krizdi ülkemiz adına, uluslararası camiada da. Ama tabii, burada uluslararası camia, bu sonuçtan kimi camialar da memnun oldu, o ayrı.
Şimdi, parlamenter sistemin özü, temsili demokrasinin gereği millet, egemenliğin sahibi olan millet kendi temsilcilerini, vekillerini Parlamentoya, Meclise gönderir. Yasama Meclisi içerisinde bir yürütme gücü, hükûmet çıkar ve bu hükûmeti güven oyuyla iş başına getirir, güvensizlik oyuyla iş başından düşürür. Bu, parlamenter sistemin temel omurgasıdır. Ve cumhurbaşkanları daha çok sembolik anlamda, temsili anlamda görev deruhte ederler.
Batıya baktığımızda, özellikle İskandinav ülkelerinde ve çeşitli Avrupa ülkelerinde, parlamenter sistemlerin cari olduğu ülkelerde Cumhurbaşkanlığı yoktur, cumhurbaşkanlığı makamı birçoğunda yoktur; onun yerine krallık vardır. İsveç, İngiltere başta, krallıktır.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - İstikameti gördük.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Teşekkür ediyoruz, evet.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Sezar'a kadar bağlayacağız.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Lütfen, nereye bağlayacağımı bana bırakırsanız...
Şimdi, değerli arkadaşlar, bir kıyas yapıyorum. Parlamenter sistemler, Batı tarihi içerisinde baktığımızda, İsveç'inden İspanya'sına kadar, İngiltere'sinden Danimarka'sına kadar hepsi krallıktır, krallıklarla yönetilir. Burada yürütmeyi başbakan temsil eder, milletin oyunu temsil eden başbakan ve bakanlar kurulu hükûmeti, yürütmeyi yetki ve sorumlulukla eş değer bir şekilde ortaya koyar. Kral veya kraliçelerin sembolik, tarihî, temsilî bir anlamı söz konusudur. Bu ülkelerde parlamenter sistemin cari olduğu ülkelerde ayrıca bir cumhurbaşkanı söz konusu değildir. İşte krallıkla yönetilmeyen, cumhuriyetle yönetilen rejimlerde parlamenter sistemin tatbik edilmesi durumunda cumhurbaşkanları daha sembolik anlamda bir temsiliyetle sistemde yerlerini alır.
Değerli arkadaşlar, Almanya federal cumhuriyettir, biliyorsunuz Almanya federal cumhuriyettir ve parlamenter sistemle yönetilir. Çeşitli devletlerden müteşekkil bir cumhuriyet rejimi, bununla beraber federal, adı üzerinde, bir yapıya sahip ve parlamenter sistemle yönetilen bir ülkedir. Yani Cumhurbaşkanını tanımayız, Can Dündar'ı kabul etmeseydi herhâlde yüzünü de görmezdik belki ama sonuç itibarıyla Merkel'i biliriz genel olarak, bütün dünya kamuoyu olarak, Merkel ön plandadır yürütmenin başı olarak. Efendim, Amerika Birleşik Devletleri ise başkanlık sistemiyle yönetilen ve federal bir cumhuriyettir. O da federal bir cumhuriyettir, o da başkanlık sistemiyle yönetilen bir cumhuriyettir. Kendi tarihî tecrübesi içerisinde İngiltere'si de, Fransa'sı da, Almanya'sı, Amerika'sı da kendi yönetim biçimlerini ortaya koymuşlar ve kendi argümanlarıyla bir yönetim modeli geliştirip bunu yürütmüşlerdir.
Değerli arkadaşlar, biraz sonra teklifimizin içeriğini aydınlatmaya gelince bizim sistemimiz, önerdiğimiz sistem, "sui generis", kendine özgü bir cumhurbaşkanlığı modelidir. Başkanlık sistemini ana eksen olarak alan, ama Türk tipi, Türkiye'ye özgü bir model ortaya koyan, kendi tarihî tecrübemizi, millî ve yerli bakışımızı evrensel anlamda ortaya koyacak bir perspektif ve bir düzenlemedir. Kendi bağlamında, kendi sistematiğinde doğru ve isabetli bir şekilde değerlendirilmelidir.
Değerli arkadaşlar, parlamenter sistemle ilgili ifade ettiğim tarihî tecrübe, Avrupa'nın kendi tarihî, sosyoekonomik, siyasi tecrübeleri sonucunda böyle bir model ortaya çıkmış. Dediğim gibi, cumhurbaşkanı olan ülkeler çok az, krallıklarla yönetiliyor parlamenter sistemde birçok Avrupa ülkesi, onlar da, krallar da tamamen temsilî bir görev deruhte ediyorlar sembolik anlamda ama 82 Anayasası, parlamenter sistemi model olarak aldığı ifade edilirken, ana omurgasını buna yaslandırırken, böyle bir temellendirmeye dayarken, öbür taraftan da cumhurbaşkanına, hakikaten, yasama, yürütme ve yargıya yönelik olağanüstü yetkiler vermek suretiyle âdeta yarı başkanlık sistemini öngörür vaziyette bir mantaliteye oturtulmuş ve yönetim, yürütme çift başlılığa endekslenmiş. Aynı konulara ilişkin hem cumhurbaşkanı yürütmenin başı sıfatıyla yetkilendirilmiş hem de başbakan ve bakanlar kurulu ayrı yetkilerle donatılmış, önde başbakan ve bakanlar kurulu arkada her an bu yetkilerini kullanmaya hazır bir yarı başkanlık sisteminin mümessili bir cumhurbaşkanı gibi bir dizayn söz konusu 82 Anayasası'nın ana mantığında. Daha önce cumhurbaşkanları belki çok fazla görünür ve çok fazla müdahale eder gibi bir konumda görünmediler, olsalar da görünmediler. Millî Güvenlik Kurulunda, mesela, Türkiye'nin bütün meseleleri, daha önce 82 Anayasası'ndan AK PARTİ'li iktidarlara kadar, orada her şey görüşülüyor ve gereği neyse o şekilde yapılıyordu veya hükûmetin kararlarını, yasamanın çıkarmış olduğu kanunu cumhurbaşkanı veto etmek suretiyle veya Anayasa Mahkemesinde farklı bir şekilde bir sonuç alma durumu söz konusu olunca cumhurbaşkanları belki daha sembolik kalıyorlardı. Başbakanlar, bakanlar kurulu bu yetkilerini öncelikli olarak kullanıyordu ama geçmişte biliyoruz ki rahmetli Özal'ın da, Demirel'in de bakanlar kurulunu kendi başkanlığı altında toplamasıyla önemli, çok önemli kararlara imza atıldı çünkü buna elverişli bir yasal düzenleme Anayasa'da söz konusuydu. "Yürütmenin başı" sıfatıyla cumhurbaşkanı bakanlar kurulunu başkanlığında toplama imkânına sahipti.
Değerli arkadaşlar, başbakan ve bakanlar kuruluyla ilgili bu düzenlemeyle, cumhurbaşkanının kendi yetkilerini de görünür hâle getirmesiyle, işte Özallı yıllarda başlayan, biraz daha görünür şekilde kamuoyuna yansıyan görüntüleriyle cumhurbaşkanının yetkilerinin gerçekten fazla bir şekilde, güçlü bir şekilde Anayasa'ya dercedildiği tebellür etmiş oldu, kamuoyunda tebellür etti. Yoksa bu 82 Anayasası'nda vardı, yeni ihdas edilmiş değildi. Özal'ın bunları kuvveden fiile çıkarıp ilk defa kendi başkanlığında Çankaya'da bakanlar kurulunu toplaması şeklinde bir görüntüyle bunlar tartışmaya açıldı. Sonra Demirel cumhurbaşkanı oldu. Aynı şekilde yine bakanlar kurulu, "yürütmenin başı" olarak zikredilen cumhurbaşkanının başkanlığında da toplantı yaptı ve 2007'ye gelindiğinde, biliyorsunuz, bir sistem krizi oluştu.
2007'de milletimiz, milletimizin Parlamentosu, devletimizin organı, cumhurbaşkanını seçemedi 367 kriziyle. Büyük bir krizdir, hukuki bir katliamdır hukukçuluk yönünden bakıldığında, hukuki değerlendirme itibarıyla. Toplantı yeter sayısı ile karar yeter sayısının eşitlendiği, bir yeni kural ihdasıyla, olmayan bir kuralın ihdasıyla Anayasa'nın o her şekle, her kalıba giren ruh yapısıyla o gün karşımıza böyle bir anayasa yorumu, anayasa maddesi yorumu ve Anayasa Mahkemesi kararıyla farklı bir sonuç çıkartıldı. Bu da bir hukuk darbesidir, hukuki darbedir. Hukukla ilgili yapılan darbedir manasında söylüyorum, yoksa hukuka uygun değil. Hiçbir darbe hukuka uygun olamaz. Hukuk manivela olarak kullanılarak yapılan, Anayasa Mahkemesi kararıyla yapılan, sistemin içine yerleştirilen, vesayet odakları oluşturma, yeri geldiğinde bunları kullanabilme anlayışının tezahürü olarak karşımıza çıkan bir sonuçtur.
Evet, değerli arkadaşlar, bu yönde 1982 Anayasası 2007 yılında böyle bir sonuç verince artık milletin temsilcileri olan Parlamento milletin cumhurbaşkanını, milleti temsil eden, 82 Anayasası'na göre başkomutan olan, devletin başı olan ve milleti temsil yetkisini haiz bulunan cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesini referandum neticesinde kabul etti ve sistem yeni bir şekil aldı, yeni bir formata büründü. Parlamenter demokrasi ana omurgasında şekillenen 82 Anayasası yürütmenin çift başlı bir şekilde ve cumhurbaşkanının yürütmenin başı olarak yasama, yürütme, yargıya yönelik büyük yetkilerle donatıldığı 82 Anayasası'nda cumhurbaşkanlığı makamı 2007 yılında halkın doğrudan seçeceği bir hukuki zemin buldu ve nihayet 2014 yılına gelindi, 2014.
Değerli dostlar, 2014'te referanduma gittik. Referanduma giderken çeşitli siyasi partiler adaylar gösterdiler. Demokratik bir seçim yapıldı. Herkes -her cumhurbaşkanı adayı- Türk tarihinde ilk defa halk oyuyla devletin başına "başkomutan" sıfatıyla milleti temsil yetkisini haiz bulunacak şekilde bir karar verecekti. Herkes, bütün adaylar kendilerini deklare ettiler: "Ben geldiğimde şöyle davranacağım, ben geldiğimde böyle bir yönetim sergileyeceğim." Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da seçimlere girerken şunu bütün Türkiye'ye ve dünyaya deklare etti, dedi ki: "Ben alışıldık bir cumhurbaşkanı olmayacağım, anayasal yetkilerimi sonuna kadar kullanacağım."
ALİ ŞEKER (İstanbul) - "Anayasa'nın dışına çıkacağım." demedi ama.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - "Anayasa'nın dışına hiç çıkmayacağım -o manada- Anayasa'nın dışına hiç çıkmayacağım, anayasal yetkilerimi sonuna kadar kullanacağım..."
MURAT EMİR (Ankara) - O hâlde fiilî durum ne?
ALİ ŞEKER (İstanbul) - "Anayasa'yı tanımayacağım."
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - "...koşan, koşturan, takip eden..."
LEVENT GÖK (Ankara) - Yoran, Anayasa'yı yoran... (Gürültüler)
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Müsaadenizle efendim.
Şöyle: Benden sonra Cumhuriyet Halk Partisinin çok değerli milletvekillerinin, efendim, zannediyorum, hemen benden sonra geliyor değil mi? Murat Emir Bey mi?
(Oturum Başkanlığına Başkan Vekili Reşat Petek geçti)
BAŞKAN - Orayı biz belirleyeceğiz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Doğru, bir sıra yapıldı da...
BAŞKAN - Arkadaşlar, muhalefet milletvekili arkadaşlarıma kısa bir açıklama yapayım. "Bizi konuşturmuyor." diyorsunuz ya, biz iktidar milletvekillerini bile istediği kadar konuşturuyoruz. Size herhangi bir sınırlama yok.
Sayın Akbaşoğlu, buyurun, devam edin.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Ben keyifle dinliyorum.
BAŞKAN - Biz de keyif alıyoruz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Efendim, ben de sizin keyif almanızdan dolayı keyiflendiğimi ifade ediyorum. Çok teşekkür ediyorum, nazik beyanlarınız için hakikaten teşekkür ediyorum.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - En aşağı altı saat daha bekliyoruz.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Yok, bitireceğim, sonuna geldik.
UĞUR BAYRAKTUTAN (Artvin) - Yok, acele etmeyin. Hiç öyle bir şeyimiz yok.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Teşekkür ediyorum. İnşallah, karşılıklı birbirimizden istifade etmemiz lazım.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - İstifade ediyoruz zaten topyekûn.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Sözlerimizin başında "Bârikayihakikat müsademeyiefkârdan doğar." dedik, Ziya Paşa'nın hakikaten güzel bir cümlesi ve sevdiğimiz...
BAŞKAN - Sayın Akbaşoğlu, lütfen konuya dönelim.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - "Bârikayihakikat müsademeyiefkârdan doğar." yani hakikat güneşi fikirlerin çarpışmasından ortaya çıkar.
BAŞKAN - Sayın Akbaşoğlu, gündeme dönelim lütfen.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Dolayısıyla, değerli arkadaşlar...
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Fikirlerin yok sayılmasından çıkmıyor bir şey ama.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Hangi fikirler çarpışıyor?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Efendim, ben, hatırlarsanız, bir beş dakikalık konuşma yapmıştım...
BAŞKAN - Sayın Akbaşoğlu, lütfen gündeme dönün.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Tabii, devam ediyorum ama şu açıklamayı yapmak babında değerli arkadaşlarımızın bilgisine sunayım.
Bakınız, efendim, biz birinci günün gecesinde, ikinci gün olmuş oldu gece on ikiyi geçince malum, ikinci günün başlarında diyelim, değil mi, tarih olarak? İkisi de doğru. Efendim, saat iki sularında, iki buçuk sularına doğru bir söz aldık ve orada nükteli cevaplara da bir nükte yaptık. Hatırlarsanız, hani, bir nükteli cevap da verdik.
LEVENT GÖK (Ankara) - Ördek meselesi.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Ördek meselesi, tabii, yani ilgi ve alaka. Onda nasıl bir ilgi ve alaka varsa... Tabii, çok teşekkür ediyorum.
Şöyle, orada olayı anlattık. Olay bu yani. Şimdi, "Hava yağmurlu." demekle "ördek" demenin arasındaki irtibat neyse, "Anayasa'nın ilk dört maddesine aykırıdır." tezi, bizim getirdiğimiz Anayasa'yla irtibatı budur manasında bir nükteli, yaklaşık dört beş saatlik bir konuşmaya cevap olarak dört beş dakikalık bir cevap sadedinde bir nükteydi efendim.
LEVENT GÖK (Ankara) - O sözlerin kime ait olduğunu biliyor musunuz?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Şimdi, oraya geleceğim, şunu söyleyeceğim, şunu müsaadenizle...
LEVENT GÖK (Ankara) - O, ördek meselesinin kime ait olduğu biliyor musunuz?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Ben olayı anlattım efendim. Olay buna benziyor işte. Ondan önce de biliyorsunuz bir başka nükte daha vardı, hani Hoca yüzüğünü samanlıkta kaybetmiş... Önemli olan, Hoca'yı da zikretmedik, Nasrettin Hoca'yı da zikretmedik, şöyle dedik hatırlarsanız orada: Yüzüğünü samanlıkta kaybeden kişinin sokak ışığı altında araması gibi, yani burada farklı bir tez, farklı bir sistem, millî, yerli bir farklı yapı söz konusu, bir teklif söz konusu.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - "Millî, yerli" ne demek bir açıklar mısınız?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Bu teklifin dışında, varsayımsal olarak birtakım postülalarla, birtakım farklı öncüllerle arzu ettiğimiz sonuçlara varmaya yönelik bir kurgu söz konusu olursa o zaman samanlıkta aramak yerine sokak lambasının altında aramaya çalışırız ama beyhude bir uğraşla uğraşırız mealinde bir güzelleme, bir aforizma, bir nükte vesaireydi.
LEVENT GÖK (Ankara) - Sayın Akbaşoğlu...
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Şimdi, sözlerime müsaadenizle devam ediyorum.
LEVENT GÖK (Ankara) - Sayın Akbaşoğlu, sözünüzü kesmek istemiyorum...
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Değerli arkadaşlar, lütfen, o zaman içine girmeyelim yoksa devamı gelir.
BAŞKAN - Arkadaşlar, Başkanlık Divanı olarak, bir saniye...
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Değerli arkadaşlar, bakın, biz fikirlerimizi ortaya koyuyoruz. O zaman dedik ki hatta: Birinci günün sonunda 145 sayfalık bir tutanak söz konusu oldu. Bu 145 sayfalık tutanağa baktığımızda iktidara ait, iktidar milletvekillerinin hakikaten çok az bir söz alma durumu söz konusudur. "Söz vermiyorsunuz." sözüne yönelik, sadece ilk güne yönelik bir saptama olarak, bir tespit olarak bunu ifade etmiştim.
Değerli arkadaşlar, nerede kaldık şimdi? Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
BAŞKAN - Tabii, buyurun.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Samanlıkta arıyorduk bir şeyler, orada kaldık.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - O, ilk gün aldığımız konuşmada, ilk günkü konuşmamızda, davranışların ne manaya geldiğine ilişkin bir betimleme, bir tasvirdi; kendi bağlamında, kendi güzelliğinde ve özelliğinde. Değerli konuşmacılarımızın nüktelerine, teşbihlerine ki kendileri de ifade ettiler, gecenin bu saatinde biz de böyle bir teşbihte bulunalım, bir nüktede bulunalım ortamı yumuşatalım diye ama gerçeği de tespit edelim babında beş saatlik konuşmanın karşılığı olarak beş dakikada özetleyebileceğimiz bir nükteyi ortaya koymaya çalıştık değerli arkadaşlar.
Şimdi, geliyoruz teklifimize: Evet, parlamenter sistem ana omurgayı oluşturuyor ama Cumhurbaşkanını 82 Anayasası büyük yetkilerle donatıyor; lakin bu yetkiyi kimisi kullanmış, kimisi kullanmamış. İsteyen Cumhurbaşkanımız kullanır, isteyen kullanmaz; kendi takdiridir. "Niye kullandın?" demeyiz, "Niye kullanmadın?" demeyiz. O günkü şartlar içerisinde Başbakan ve Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanının münasebetleri içerisinde o dengeler, o uyum, vesaire içerisinde devletin birlik ve beraberliğini, uyumunu sağlamak, gözetmekle yükümlü olan, anayasal bir kurum olan, yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı kimi yetkilerini kendi kullanır, kimileri zaten Başbakan ve bakanlar kullandığı için müdahale de etmeyebilir ama Özal'la beraber -dediğim gibi- sistemde Cumhurbaşkanının yetkilerini kullanması dönemi biraz daha görünür ve kamuoyu önünde tebellür etmişti; bunu dillendirdik. Demirel'le devam etti, Sayın Abdullah Gül, Sayın Ahmet Necdet Sezer bir yönetim sergiledi, 2007'ye gelindiğinde bir yönetim krizi çıktı, 367 kriziyle Türkiye Cumhuriyeti devleti, Cumhurbaşkanı seçemeyen bir noktaya kilitlendi ve o gün çok önemli bir karar aldı Meclis, tarihî bir karar. Ve bu kriz, Türk milletinin ve Türk devletinin karşı karşıya kaldığı uluslararası odakların 1897'de -bahsettiğim 1876 Anayasası'ndan temellendirerek geldik- İsviçre'nin Basel şehrinde önemli bir kongrede alınan kararlardan, 1909'da Abdülhamit'e yapılan darbeden -1982 Anayasası sonrasında- 1912 Balkan Savaşları, 1914 Birinci Dünya Harbi, 1916 Sykes-Picot Anlaşması, 1917 Balfour Bildirgesi, 1897'deki kongrenin kuvveden fiile çıkıp Sykes-Picot'nun 1916'daki ve 1917'deki Balfour Bildirgesi'nin 1918'de, efendim, karşılık bulması ve Filistin'in elimizden kopartılması, evet yüz yıl sonra da Nil ile Fırat arasında büyük operasyonun bugüne iz düşümü. İçimizden kırk tane devletin çıkartılarak, milletin, devletin paramparça edilerek, alternatif tek medeniyet olabilecek medeniyetimizin yeryüzünden silinerek imha edilmesi planının adım adım yüz yıl sonraki iz düşümünü kısaca size anlattım değerli arkadaşlar ve 82 Anayasası'na geldim, niçin böyle bir teklifi ortaya koyduk? 15 Temmuz, 1897'de, 1990'da Margaret Thatcher'ın, 2001'de Henry Kissinger'ın tezlerinin 15 Temmuzda Türkiye'ye yansıtılması diye kısaca yeni gelen arkadaşlarımıza da konuşmamızı özetlemiş olduk.
Değerli arkadaşlar, bir taraftan, tabii, böyle sakin, gerçekten bu hakikatleri rahat bir ortamda birbirimizi güzel bir şekilde dinleyerek bugüne kadar geldik, bundan sonra da böyle inşallah devam edeceğiz; dinliyoruz. Yani hakikaten uzun soluklu konuşmalar yapıldı üç gündür, dolayısıyla biz de -gerçekten "Bizi ikna edin."- gerçekten "ikna edin" sözünün karşılığı olarak kendi paradigmamızı temellendirmemizi sizlere ilk defa arz etme imkânı buluyoruz; ilk defa.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - "Bizi ikna edin." demedik, "İkna etmek için hiçbir çabanız yok." dedik.
BAŞKAN - Sayın Akbaşoğlu, siz, lütfen, devam edin.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Sayın Beştaş, ben, işte, o bahsettiğiniz taleplerinize karşılık olmak üzere, tarihî seyir içerisinde anayasal hareketlerimizi ve siyasi ulusal ve uluslararası ilişkiler çerçevesindeki ana kırılma noktalarını hatırlatarak, ortak geçmişimizden hareketle ortak geleceğimizi hep beraber inşa edelim düşüncesiyle bunları anlatıyorum, yoksa zamanınızı çalmak noktasında isterseniz... Lütfen, dinlemek istemiyorsanız, sonuca gelmemi istemiyorsanız gerçekten sonuçlandırabilirim konuşmamı. ("Hayır, hayır." sesleri) Peki, teşekkür ediyorum. Sonuçlandırayım evet, sonuçlandırıyorum arkadaşlar.
BAŞKAN - Sayın Akbaşoğlu, lütfen efendim.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Sonucu bitiriyorum.
Değerli arkadaşlar, bizim teklifimiz, işte, biraz evvel bahsettiğim, yüz yıldır yaşadığımız, yakın tarihinde örneklerini net bir şekilde ortak hafızamızda tekrar bulabileceğimiz, bizden önceki nesillerin, babalarımızın veya dedelerimizin yaşamış olduğu şu süreçlere tekrar muhatap olmamak, bizden sonra gelecek olan nesillere güçlü bir Türkiye, müreffeh bir Türkiye, lider ülke Türkiye ve gerçekten bin yıldır bu topraklarda hakikatin, adaletin, merhametin örneklerini bir düzen şeklinde, nizamıâlem şeklinde bütün insanlığa hediye etmiş olan bir milletin evlatları olarak bugüne düşen iz düşümde yarını nasıl şekillendirebiliriz, gelecek nesillerimize geçmişimizden tevarüs ettiğimiz bu emaneti, birliğimizi, beraberliğimizi, üniter devlet yapımızı tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet kırmızı çizgilerimize asla halel gelmeksizin bizden sonrakilere nasıl intikal ettirebiliriz? Bu amaca matuf olarak, bu gayeye matuf olarak bir teklif ortaya konuyor. Değerli arkadaşlar, çalışmamızın özü, özeti hakikaten budur.
Değerli arkadaşlar, bakınız...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Millet neresinde bir de onu açsanız.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Millet merkezinde, temelinde. Millet temelinde, merkezinde ve ulusal egemenliğin sahibi olan milletimiz...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Bu taslağın neresinde?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Taslağın tam özünde çünkü milletin nerede olduğuyla ilgili, milletin temsilcileri burada. Bakınız, milletin temsilcileri olarak hep beraber bir araya gelindi, uzun bir Uzlaşma Komisyonu çalışması sonucunda bir süreç yaşandı. Bu süreçte farklı sonuçlar yaşandı biliyorsunuz. Sonuçta, bu Uzlaşma Komisyonu "Uzlaşılan maddeleri de yürürlüğe sokalım." dediğimiz hâlde böyle bir durum söz konusu olmadı ve hep beraber, 1897'lerin, 1914'lerin, 1921'lerin, millî bağımsızlık mücadelemizin, istiklal mücadelemizin bugüne yansıyan iz düşümü olarak 15 Temmuzu yaşadık. Devletimize, vatanımıza ve milletimize bir başka uluslararası operasyonla karşı karşıya kaldık. Bu, darbe ve işgal girişimini milletimiz büyük bir şecaatle, büyük bir cesaretle, büyük bir azim ve kararlılıkla birbirine kenetlenerek defetti. Bütün kuklalara ve arkasındaki uluslararası şer odaklarına, kuklacılara cevabını vereceğini ilan etti. Milletimiz yeni bir anayasa talebini bütün seçim sathımailinde her an dile getirdi ve güçlü bir yönetimi, geleceğe taşıyacak yönetimi bir sistemik yapı olarak talep etti. Şahıslara bağlı olmaksızın, birtakım gruplara bağlı olmaksızın sistemsel anlamda Türkiye'nin önünü açacak bir anayasal düzenlemeyi talep etti. Ve biz, iki parti olarak, Milliyetçi Hareket Partisi ve AK PARTİ olarak, belirli bir metinde, milletimizin talebi doğrultusunda uzlaşarak bir teklifi, somut, yerli, millî ve evrensel nitelikte fonksiyon icra edecek bu Anayasa değişiklik teklifini yeni bir sistem modeli olarak önerdik. Türkiye'nin kendi gelişimine uygun bir şekilde yeni bir model... Yeni bir model derken şu değerli arkadaşlar: Cumhurbaşkanı ve Başbakan, Bakanlar Kuruluna çeşitli zamanlarda vesayet odağı oluşturulup aralarının açılması ve bu açıklığa da bürokratik oligarşinin, vesayet odaklarının, farklı vesayet odaklarının oraya konuşlanabilerek farklı sonuçlara varmasını engellemek adına, yönetimdeki çift başlılığı ortadan kaldırmak ve bundan böyle yasamayı belirleyen, doğrudan belirleyen milletin yürütmeyi de doğrudan belirleyeceği bir sistem, bir yaklaşım, yürütme modeli ortaya koyduk değerli arkadaşlar. Dolayısıyla, bu yürütme modelini bir rejim değişikliği şeklinde sunmak gerçekle alakası olmayan, varsayımsal bir postüla, bir ön yargıya dayalı bir önerme olarak ancak telakki edilebilir. Dolayısıyla, gerçekliğe dönmek, teklife dönmek, teklifin kendi mantığını, mantalitesini doğru kavramak ve kendi önermesi çerçevesinde yasama, yürütme ve yargı sistemini, erklerini, kuvvetler ayrılığı prensibini tam manasıyla devreye sokan, hayat kazandıran bu teklifi doğru tasvir etmek, betimlemek, teşhis etmek gerekir. Yoksa, kendi kafamızdan, kendimizce birtakım sonuçlara varmak için kurguladığımız varsayımlarımızda böyle bir değerlendirme bu teklife haksızlık olur, yersiz olur, isabetli olmaz.
Dolayısıyla, değerli arkadaşlar, bizim bu konuda düşüncelerimiz net, berrak; millet egemenliğinin yansıması olacak Parlamentomuz temsiliyet çerçevesinde, anayasal olarak öngörülen sınırlara uygun bir şekilde, 330 milletvekilini aşarak veya 367 oy alsa dahi yine milletimizin iradesine başvurarak yeni bir teklifte bulunuyor. Bu teklif geleceğimizi hakikaten güçlendirecek, ortak geleceğimize güç katacak önemli bir teklif. Bu yönden yapılan iş nedir? Bugünkü sistemde, bugünkü düzenlemede, Anayasa'da her şey olduğu gibi kalıyor. Türkiye devletinin bir cumhuriyet rejimi olduğu tartışmasız bir gerçektir, 29 Ekim 1923'te bu konu kapanmıştır. Farklı hükûmet modelleri süreç içerisinde denenmiştir. Son olarak, bizim teklifimiz de yeni bir anayasadaki tarihî seyir içerisinde ve cumhurbaşkanının zaten yetkilendirildiği, güçlendirildiği bir sistemde âdeta yarı başkanlık sistemi öngörülerek hazırlanmış 1982 Anayasası'nda milletin de oylarıyla doğrudan seçilen bir cumhurbaşkanının ikinci defa seçilebilir olarak siyasi sorumluluk da taşıması münasebetiyle layüsel olan, sorumsuz olan, sadece vatana ihanetten sorumlu tutulan bugünkü yapının yetki ve sorumluluk dengesi içerisinde sorumluluğunu da düzenleyen ancak çift başlılığı ortadan kaldırarak istikrarsızlığın önünü engelleyen, vesayet odaklarının devreye girmesini sonlandıran ve ikincil anlamda egemenliğin kullanılmasından ziyade doğrudan millet egemenliğinin, doğrudan kullanılabildiği, yürütme organı olan cumhurbaşkanının doğrudan, milletvekillerinin seçildiği gibi, yasama organının seçildiği gibi milletçe doğrudan seçildiği bir sistem, bir yapı, bir yaklaşım söz konusudur, bir model söz konusudur. Dolayısıyla, bunu doğru anlamlandırmak, rejim tartışmalarının dışında bunları görmek gerekir.
Hep beraber 7 Haziran krizini yaşadık arkadaşlar. Türkiye Cumhuriyeti devletinde 1923'ten bu tarafa kurulan hükûmetler, biliyorsunuz, yaklaşık neredeyse bir buçuk yıllık bir zaman dilimine denk gelecek şekilde bir yönetim sergilemiş vaziyette.
HÜSEYİN ŞAHİN (Bursa) - On altı ay.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Evet, bir buçuk yıl bile değil yani on dört-on beş aya denk gelir bir hükûmet süresi, on dört-on beş aylık. Şimdi, bu, Anayasa'nın ruhuna, milletin egemenliğine, milletin vermiş olduğu yetkiyi isabetli bir şekilde kullanmaya uygun bir tablo mudur? Hayır. 7 Haziranda ortaya çıkan sonuç, vahim bir sonuçtur hakikaten, hükûmet kurulamadı. Türkiye'nin on iki-on üç yıldır istikrarlı bir şekilde ekonomik, sosyal ve siyasi yönden istikrarı, bu kriz, elhamdülillah, farkına varmadan geçmemize vesile oldu. Ama sistem, kriz üretmeye müsait bir düzenlemeyi içinde barındırıyor. Dolayısıyla, dün Sayın İnce bir söz sarf etmişti, hem "Hakikaten bizi ikna edin." cümlesi yanında hem de dedi ki: "CHP olarak mesela, Cumhurbaşkanı bizde, Başbakan bizde, Bakanlar Kurulu bizde, her şey bizde olsaydı biz bu durumda böyle bir teklifi getirmezdik." şeklinde bir beyanda bulundular. Bize de, AK PARTİ Komisyon üyelerine ve milletvekillerine yönelik olarak da "Siz kendi ayağınıza sıkmıyor musunuz? Kendi ayağınıza sıkıyorsunuz." gibi bir ifadede bulundular. İşte, tam da burada değerli arkadaşlar -konuşmamım belki de tam da can alıcı noktası burasıdır- biz bunu kendimiz için değil, şahıslarımız için değil...
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Tayyip Erdoğan için.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ...Tayyip Erdoğan için değil, AK PARTİ için değil; Türkiye'nin geleceği için, milletin büyük bir millet olarak yoluna kesintisiz, krizsiz devam edebilmesi için, devletimizin ebet müddet, hakikaten, badirelerle karşılaşmaması için; şahıslar için istemiyoruz, biz sistemsel anlamda Türkiye'nin önünü açmak için istiyoruz.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - On dört senedir niye kapattınız o zaman?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - İşin özü, özeti gerçekten bu yöndedir. Değerli arkadaşlar, bizim talebimiz, şahıslar için bir talep değil, sistemsel bir taleptir. Dolayısıyla, değerli arkadaşlar, biz bu teklifi bu argümanlarla, bu paradigma ve tarihî tecrübe sonucunda iki parti olarak uzlaşmak ve milletimizin hakikaten, taleplerine cevap vermek adına böyle bir teklifi hazırlayarak Komisyona getirdik. Komisyonda bunları müzakere edeceğiz. Genel Kurulda, inşallah, bunları hep beraber müzakere edeceğiz. 330 oyu aştığı takdirde, 367 oyu aştığı takdirde -fark etmiyor- her hâl ve şart altında, egemenliğin kayıtsız ve şartsız...
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Saray'a...
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ...millete ait olduğu bir düzende Anayasa'daki değişiklikleri halkımızın iradesine sorarak, onların onayını almak kaydıyla yürürlüğe sokacağımızı beyan etmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla, millet bu Anayasa'nın tam merkezindedir, bu Anayasa'nın tam bir şekilde temelinde, dayanağı, omurgası milletimizdir ve milletimizin vereceği karar hepimizi bağlayıcı karardır. Gelin, hep beraber ortak geçmişimizi ortak geleceğimize taşıyalım. Bu manada, biz birliğimizi, beraberliğimizi, birbirimizle dayanışmamızı ortaya koyarak, farklı fikirleri tartışarak ama yeni Türkiye'yi, yeniden büyük Türkiye'yi hakikaten, beraberce inşa ve ihya ederek bütün insanlığın vicdanı olan Türkiye'yi daha güçlü bir yürütmeye, daha güçlü bir yapıya, daha güçlü bir yasamaya, daha güçlü bir yargıya, daha güçlü bir geleceğe hep beraber taşıyalım. Bizim arzumuz, yaklaşımımız, bakışımız gerçekten budur değerli arkadaşlar.
Ben bu duygu ve düşüncelerle size teşekkürlerimi arz ediyorum.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Başkan, bitirme ne olur? Ben burada bunu kabul etmek istiyorum ama bizi ikna edin.
BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, hatibe sataşmayalım.
Sayın Akbaşoğlu, siz devam edin lütfen.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Ben bu konuda düşüncelerimizi size kısaca... Dün gelen talepler nezdinde, biz de tarihî perspektif içerisinde bugünü anlamlandırma ve yarını daha iyi değerlendirebilme adına bu samimi çabamızı ortaya koymaya çalıştık, takdir vicdanlarınızın, takdir sizlere aittir.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Terörü bitirecek mi?
MUSTAFA AKAYDIN (Antalya) - Gazi Meclisi şehit edeceksiniz, şehit!
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Biz nasıl ki birinci istiklal mücadelemizi Gazi Meclisimizin önderliğinde yaptıysak ikinci istiklal mücadelemizi de Gazi Meclisimizin öncülüğünde yapıyoruz. Tarihin tevafukudur, hakikaten, eski binamızda yürütülen, eski Meclis binamızda yürütülen...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Meclisi asıl siz öldürüyorsunuz, siz!
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ...birinci istiklal mücadelesinin işte, bugüne bakan iz düşümünde uluslararası şer odaklarının öncülüğünde, birtakım kuklaların, Türkiye'de kuklaların operasyonuna maruz kalmış bu aziz Gazi Meclis gerçek manada, hem manevi anlamda gazidir hem de aldığı fiziki yaralarla maddi anlamda da gaziliği tescil edilmiştir. Bu Gazi Meclisin şerefli bir üyesi olmaktan onur duyuyorum ve geleceğime sahip çıktığım gibi tarihime sahip çıkıyorum. "Kökü mazide olan atiyiz." diyen şairin hissiyatını taşıyorum, "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın." diyen Akif'in yolunda yürüyorum.
Ben Çankırı Milletvekiliyim arkadaşlar, darbe saatlerinde Çankırı'daydım. On buçuk gibi darbe girişimlerini, işgal girişimlerini haber alır almaz il başkanlığımızın önünde, meydanda diğer parti il başkanlarımızla beraber, sivil toplum kuruluşlarımızla beraber, Çankırı'nın hakikaten tamamıyla beraber meydanda istiklalimize ve istikbalimize hep birlikte sahip çıktık, orada bunu haykırdık. Millî Misak'a, millî andımıza Meclis-i Mebusanın ve ilk Büyük Millet Meclisinin sahip çıktığı gibi sahip çıkacağımıza, din ve devlet, vatan ve millet müdafaasında her şeyi göze alacağımıza Allah'ın huzurunda ve milletin önünde söz verdik. Buna herkes şahittir. 15 Temmuz bu manada yeni bir milattır ve milletimizin ikinci istiklal mücadelesidir. Bu, parti, patırtı meselesi değil; bu, din meselesi, devlet meselesi, vatan meselesi, millet meselesidir. Buna yürekten inanan bir insanım ve Çankırı'nın o gün her parti ve görüşten yiğit evlatlarıyla beraber bu ufku, bu tasavvuru, bu geçmişi ve geleceği o meydanda nasıl ifade ettiysek bugün de hem Çankırı'nın hem Türkiye'nin milletvekili olarak burada, milletin meydanında aynı kararlılık, aynı samimiyet ve aynı inançla hakikaten haykırıyorum.
Değerli arkadaşlar, şu anekdotu da sizlere aktararak sözlerime son veriyorum...
MEVLÜT DUDU (Hatay) - Olmaz ama ben ikna olmak üzereydim, biraz daha!
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - İkna olmanız için anlatıyorum: Nasıl ki birinci istiklal mücadelesinde dedelerimiz...
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Ya, istiklal mücadelesini geçti, Anayasa'ya gel.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Anayasa'yla doğrudan irtibatı var, bu Anayasa istiklal mücadelesinin sonucu. 15 Temmuzda yeni Anayasa'yı yaptırmamak için uluslararası güç odakları devreye girdiler, yönetimi, egemenliği milletin ve temsilcilerinin elinden almak istediler. Ona karşı biz burada mücadele ediyoruz.
ALİ ÖZCAN (İstanbul) - 15 Temmuzu kim yaptı?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Sözlerimin başında bunu temellendirmiştim.
ÜNAL DEMİRTAŞ (Zonguldak) - Eski ortaklarınız onlar, eski ortaklarınız.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - Evet, birinci istiklal mücadelesinde İnebolu-Kastamonu, Ilgaz-Çankırı-Ankara yolu müseccel bir istiklal yoludur. Birinci istiklal mücadelemiz dedelerimizce bu yol takip edilerek gerçekten neticeye vardırılmıştır, zafere ulaştırılmıştır. Allah hepsinden razı olsun. Bütün şehitlerimize rahmet diliyorum, bütün gazilerimizi hayırla yâd ediyorum.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Mustafa Kemal'den de razı olsun.
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - İkinci istiklal mücadelemiz de yine tarihin tevafukudur ki...
ALİ ÖZCAN (İstanbul) - 15 Temmuzu kim yaptı? Ben merak ediyorum, bunu izah et!
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ...Sayın Başbakanımızın, Sayın Cumhurbaşkanımızın milletimizi meydana davet ederek bütün bu güç odaklarına karşı...
ALİ ÖZCAN (İstanbul) - O güç odakları kim?
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ..."Direnin." talimatına başkomutan sıfatıyla, milletin başı, devletin başı sıfatıyla bu çağrıya hep beraber uymak suretiyle ve Sayın Başbakanımızın -yine tarihin tevafukudur ki hakikaten- Ilgaz-Çankırı-Ankara yolunu takip ederek Çankaya'ya ulaşması sonucu yine zaferle neticelenmiş ve bu darbe ve işgal girişimi bizi yeryüzünden silmek, parçalamak, bölmek ve imha etmek isteyen uluslararası güç odaklarına ...
ALİ ÖZCAN (İstanbul) - 15 Temmuzu kim yaptı Sayın Milletvekili? Güç odakları kim? Siz biliyorsunuz, açıklayın!
MUHAMMET EMİN AKBAŞOĞLU (Çankırı) - ...ve onların kuklalarına gerekli cevap hakikaten bütün milletimizce yekvücut hâlinde birlik ve beraberlik içerisinde verilmiştir.
Akif ne güzel söylemiş: "Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez." Bizim yüreğimiz Çankırı'da da, Türkiye'de de topluca vurdu ve elhamdülillah hem kuklalar hem de kuklacılar püskürtüldü.
Değerli arkadaşlar, bu hâletiruhiye içerisinde, bu inanç ve temellendirme içerisinde biz geleceğimizi gerçekten beraberce inşa edelim diyor, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ederim.