| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 28 .12.2016 |
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Sayın Başkanım, Sayın Divan, sayın milletvekili arkadaşlarım; hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Belki bir çok arkadaşımın söylediği gibi bir hatırlatmayla başlayacağım sözlerime: Birçok arkadaşımız Anayasa'nın toplumsal bir mutabakat, bir anlaşma olduğunu söyledi. Evet, ben de buna katılıyorum. Bu anlaşma toplumun tüm kesimlerini ilgilendirdiği için keşke burada Barolar Birliğinden, üniversitede ders veren, bugün açığa alınan ya da görevinden alınan hukukçu öğretmen ve öğretim görevlilerinden, anayasa hukukçularından, STK'lardan, partilerden, kısaca sivil toplum kuruluş örgütleri ve öğrencilerden oluşan bir heyet burada görüşlerini sunsalar ve onlardan da yararlanabilseydik. Dolayısıyla, madem bütün toplumu ilgilendiren bir mutabakat bu; kalıcı, sağlıklı, doğru politika üretebilecek, barışı, hukuku, bağımsızlığı, bağımsız yargıyı, kuvvetler ayrılığını öngören bir anlayışa sahip çıkan ve bunun gereklerini yerine getiren kurum ve kuruluşlar olsaydı.
Ben ilk günden beri Komisyonda yer alıp ben de gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki tamam onlar yok ama hiç olmazsa buradaki ortamın daha demokratik bir işlev ve işleyişe sahip olacağını düşünüyordum. Ama, ne yazık ki bugün de gördüğüm gibi bizim Grup Başkan Vekilimiz Sayın Özgür Özel'e bir söz istediği hâlde, onlarca kez tekrar ettiği hâlde, böyle bir demokratik talebin hayata geçmediğini ve ne yazık ki genel görüşmeler üzerine henüz bu konuşmalar, görüşmeler bitmediği hâlde madde görüşmelerine geçildiğini gördüm, gözlemledim. Dolayısıyla, bu durumun İç Tüzük'e, hukuka, Anayasa'ya, en önemlisi demokrasiye aykırı olduğunu düşünüyorum. Demokrasiye aykırı olduğunu düşünüyorum çünkü gerçekten bunu içselleştirebilseydik çoğunluğun azınlığa tahakkümü dışında bir kişinin dahi düşüncesinin, önerisinin ne kadar önemli olduğunu, ona kulak vermemiz gerekliğini görebilirdik. Dolayısıyla bunu görmediğimiz gibi, bu şekilde devam ediyor.
Bu arada ben özellikle Roboski katliamının yıl dönümü nedeniyle bu katliamı yapanları lanetliyor ve kaybettiğimiz yurttaşlarımızı bir kez daha saygıyla anıyorum.
Evet, on dört yıldır tek başına iktidar olan, istediği zaman istediği konuda ve dilediği yasayı değiştirebilecek bir AKP Hükûmetinin, sanki sistem tıkanmış, eli kolu bağlıymış gibi başkanlık dayatması içerisinde olduğunu görüyoruz. Yönetimde çift başlılık varmış, halkın seçtiği Cumhurbaşkanının yetkilerini kullanamadığı ve halk iradesini yansıtmadığı söyleniyormuş. Bu durum asla doğru değil çünkü zaten fiilî anlamda bir süredir hayata geçen, bu uygulamaları hayata geçiren bir anlayış ne yazık ki aynı zamanda hem bir partinin genel başkanı hem Cumhurbaşkanı hem bakan hem de belediye başkanı ve neredeyse muhtarın yerine koyarak bunu hayata geçirmek durumunda kalmıştır.
Bu durum yeni bir şey değildir, aynı zamanda 2. Abdülhamit zamanını hatırlatan bir yaklaşım ve tutumdur. Sultan Abdülhamit ilk Anayasa olan 1876'daki yapım aşamasına katılıp istediği maddeye dayanarak önce Anayasa'nın mimarlarını sürgüne göndermiş 113'üncü maddeye dayanarak, ardından yine Anayasa'nın bir hükmünden yararlanıp tatile gönderdiği Meclisi otuz yıl boyunca çağırmamış ama zor durumda kaldığı ve mecbur kaldığı dönemde yani 1908'de tekrar mecbur kaldığı için çağırmış. Bu nedenle 1876'da heyet olan Parlamento kanatlarına Meclis adı verilmiştir.
24 Anayasası'nı kabul eden İkinci Mecliste durum çok farklıdır. Yani Mustafa Kemal'in tercih ettiği olmadığı hâlde ama isimlerini tercih ettiği kişilere oradaki Mecliste bulunan vekiller karşı çıkmış ve tasarının daha demokratik bir şekilde işlev ve işlerlik kazanmasını sağlamışlardır. Yapılmak istenen sistem değişikliğinden çok ne yazık ki bir rejim değişikliğidir ve tasarlanan rejim öyle bir rejim ki tüm kurum ve kuruluşlar Recep Tayyip Erdoğan'ın özellikleri göz önünde bulundurularak tasarlanmış bir Anayasa değişikliği teklifidir. Getirilmek istenen değişiklikle insan hak ve özgürlüklerinin teminatı olan kuvvetler ayrılığı ne yazık ki tek bir adamda birleştirilmiştir. 1909 Anayasa değişiklikleriyle başlayan devletin ağırlık merkezinin saraydan Meclise kaydırılması süreci cumhuriyetle taçlandırılmış ama şimdi, ne yazık ki devletin ağırlık merkezi tam yüz yıl sonra tekrar Meclisten saraya devrediliyor.
Bitmiyor tabii. Bir madde ve kelime değişikliği var ki çok önemli. Paketin lafzından çok ruhunu ele veriyor. Meclis genel görüşmelerinin kapsamında yer alan "toplumu ve devlet faaliyetini ilgilendiren konular" ibaresi "toplumu" şeklinde kısaltılıyor ve diğer bir ifadeyle "devlet faaliyetlerini ilgilendiren konular" ibaresi çıkarılıyor ve tüm bu yetkiler ne yazık yine Cumhurbaşkanının yetkisi dâhiline alınıyor. Paketin madde gerekçelerinde bu durum madde 6'da şu şekilde açık açık belirtiliyor: "Yasamanın yürütmeyi denetlemesiyle Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermesi yasamanın görev ve yetkileri arasından çıkarılmaktadır." İfade nettir ve açıktır. Kanun koyma gücü budanan, yürütmeyi denetleme görevi Anayasa'dan çıkarılan, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi veren ve alınan bir Meclis olsa olsa tabela Meclisi olur. Mevcut durumda Meclisin işlevsizleştiğini söyleyebiliriz fakat değişiklik bu fiilî durumun ötesinde. Meclisi kaldırmıyor, bir meclis varmış gibi izlenim yaratmak için açık tutuyor.
İsterseniz Montesquieu'nün iki yüz altmış sekiz yıl önce söylediklerine bir kulak verelim. Montesquieu yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyet olmadığını söyler. Bu konuda Montesquieu'nün düşüncelerini özetlemeden olduğu gibi vermek isterim. 1748 yılında yayınlanan "Kanunların Ruhu" adlı eserinde şöyle diyor: "Eğer aynı idarenin kişilik veya yapısında yasama erki yürütme erkiyle birleşmişse hiçbir şekilde hürriyet yoktur çünkü aynı monarkın veya aynı senatonun zalimce yürütmek için zalimce kanunlar yapmasından korkulur. Yargı erki de yasama, yürütme erklerinden ayrılmış değilse gene hürriyet yoktur. Eğer bu erk yasama erkiyle birleşirse vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare keyfe kalmış bir idare olur çünkü yargıç kanun koyucunun durumuna düşer. Şayet yargı erki yürütme erkiyle birleşirse yargıç korkunç bir zalim kesilir. Bu üç erki de aynı kişi veya kurullar kullanırsa her şey mahvolur. Avrupa'nın çoğu krallıklarında hükûmet hafifletilmiştir. Bu üç erkin padişahın kişiliğinde birleştiği, Türk ülkesindeyse korkunç bir müstebitlik yani despotizm hüküm sürer. Bu cumhuriyetlerde bir vatandaş, ne durumda bulunur artık siz düşünün. Evet, bu müstebit olmak isteyen hükümdarlar da bütün idare otoritesini kendi kişiliklerinde birleştirmekle işe başlamışlar." Korkulan odur ki Montesque'nün 1748'de Türk ülkesi için yazdığı, şimdi yani 2016'da Türkiye Cumhuriyeti'nde gerçekleşmek üzeredir.
Bu tespit, bugün yeni bir şey olarak yutturulmak isteniyor. Daha da ayrıntılı şeyleri arkadaşlarımız günlerce söylüyor. Yani her yönüyle, yapılmak istenen demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, yargı bağımsızlığına hiçbir şekilde ilişiği ve ilişkisi olmayan bir düzenleme yapıldığını anlatıyorlar. İktidar düzenlemeyi savunurken sürekli istikrardan söz ediyor. Bakın, ben bir iki örnek vereyim madem istikrar diyorsunuz. 1 Kasım sonrası özellikle gelişen istikrarın, bir buçuk yıl içerisinde ne yazık ki 21 bombalı saldırıda 411 kişinin hayatını kaybetmesi olduğunu biliyoruz. İstikrarınızın İstanbul'da, Ankara'da, Suruç'ta, Antep'te, Kayseri'de patlayan bombalar olduğunu biliyoruz. Cizre'nin, Sur'un, Şırnak'ın, Yüksekova'nın ve daha birçok yerleşim yerinin yerle bir edilmesi ve yüz binlerce insanın yerini terk etmek zorunda kalması, yaşamını yitirmesi -sivil, asker polis- gözümüzün önünde yaşandığı için görüyoruz. Bu istikrarda savaş dilinin bine yakın askerimizin, polisimizin yaşamını yitirdiği olgusunu değiştirmiyor. Bir de bu istikrar döneminde yüzlerce cana mal olan darbeyi da yaşadık. Darbe fırsatçılığı üzerinden binlerce insan tutuklandı, on binlerce, yüz binlerce kamu görevlisinin işine son verildi, açığa alındı. Yani hilafet, şeriat ve Kürt düşmanlığı gösterilerinden başka hiçbir gösteriye izin vermemenizin de istikrarınızın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Dile kolay geliyor belki ama 3 bin akademisyenin bu süreçte üniversitelerimizden uzaklaştırıldığını, size boyun eğmeyen gazetecileri tutuklamanın, muhalif medya organlarının kapılarına kilit vurmanın, eleştirinin en küçüğüne dahi tahammül edememenin istikrarınız olduğunu söyleyebiliriz.
BAŞKAN - Sayın Yarayıcı, toparlayalım lütfen.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Sayın Başkanım, ben...
GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) - On dakika içinde toparlayacak.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Pardon, ben söyleyeyim.
Ben çok açık söyleyeyim, bugüne kadar çok az konuşurum ama öz konuşurum. Çok da konuşmam, boş da konuşmam. İzin verin, on dört yıldır bu iktidardasınız, konuştunuz, yaptınız, uyguladınız, birkaç dakika tahammül ediniz.
BAŞKAN - Sayın Yarayıcı, biz tahammül ediyoruz ama...
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Tamam, gerekirse...
BAŞKAN - ...bu Komisyon 9'uncu gündür günde on iki saat çalışıyor.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Biliyorum, ben buradayım.
BAŞKAN - Ama siz belki bugün geldiniz. Biz bütün arkadaşlara gerekli tahammülü...
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Başkanım, ben de buradaydım. İlk günden beri buradayım. İzin verin, birkaç cümleyle bitireyim.
BURCU KÖKSAL (Afyonkarahisar) - Saatlerce konuşulur, Anayasa bu, Anayasa. Anayasayı değiştiriyorsunuz, konuşacağız tabii.
BAŞKAN - Buyurun, lütfen devam edin.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Sizin istikrar dediğinizin, halklarımızı etnik ve dinî temeller üzerinden ayrıştırarak birini diğerine düşman etmek olduğunu, kan, ölüm ve gözyaşından başka bir sonuç elde edilmediğini de gördük. Bu nedenle bize daha fazla istikrardan bahsetmeyin lütfen. "İstikrar" dediğiniz şeyin, kavramları ters yüz etmekten ibaret olduğunu da biliyoruz. O hâlde bu başkanlık dayatmanızın nedenlerini çok az da olsa söyleyin. Bombaların patladığı, şehit cenazelerinin geldiği, en büyük ekonomik krizlerin yaşandığı böyle bir dönemde "başkanlık" diye tutturmanın bir nedeni var elbette. Çünkü başta rejim değişikliğini dayatan irade, yıllardır hukuksuzluğunun halklarımıza yaşattığı acıların, Suriye'de meşru bir yönetimi devirme uğruna kafa kesen cihatçı çetelere tırlar dolusu silah ve lojistik destek sunmanın, ülkemizin katillerin üssü hâle gelmesinin; Berkin'in, Ali İsmail'in, Ethem'in, Ceylan'ın, daha onlarca gencimizin öldürülmesinde "Bu emri ben verdim." diyenin elbette bir hesabı sorulacağını biliyorsunuz, dahası yandaş yargı aracılığıyla ayakkabı kutularında ele geçirilen milyon dolarların hesabının sorulacağını da. Ancak o, iktidarını sağlamlaştırmak istedikçe Aylan bebek ve daha nice çocuk bir daha "anne" diyemeyecek; binlerce anne, baba bir daha evladına sarılamayacak; cenazesi bir hafta sokakta kalan Taybet Ananın evlatları bir daha annelerine sarılamayacak; gencecik yaşta evinde sabaha karşı dört buçuk gibi polisin girdiği ve polise sadece "Galoş giy." dediği için yarım metre mesafeden vurulan Dilek Doğan hayata gülümseyemeyecek; Berkin bir daha uçurtma uçurtamayacak, misket oynayamayacak. Ankara Tren Garı, barış talebinin "kan ve ölüm" demek olduğunu anlatıyor bize. Suruç'ta patlayan bomba Kobanili çocuklara oyuncağın dahi çok görüldüğünü gösteriyor bize. Cizre'de, Sur'da bodrumların "canların korunduğu alanlar" yerine "toplu öldürülme" anlamına geldiğini gösteriyor bize. Devrilen çözüm masasının yüzlerce asker, polis evlatlarının babalarına hasret bir ömür anlamına geldiğini de gördük. Dolayısıyla, bugün, özellikle çok yakın, birkaç gün içerisinde 16 askerimizin şehit olduğu bir yerde, onlarca askerimizin yaralandığı bir yerde, Türk Bayrağı'nın yerlerde sürüklendiği ve ayaklar altında çiğnendiği görüntüsü gözler önündeyken, Hükûmetten de sanal medya tosuncuklarından da tek bir tepki görmedik. Buna razı değiliz. Buna razıyken yandaş yazarların katledilen Mehmetçiği Türk askeri olmamakla suçlaması bizi bir kez daha yaktı. Yani Çanakkale'den Antep'e varana kadar Kurtuluş Savaşı'nda şehit olan, kanı yetmezmiş gibi tüm vatandaşlarımıza ilişkin vatan olmak için daha da kana ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan anlayış, anlayış değildir.
Tüm bu acıların elbette bir sorumlusu var ve biz o sorumlunun, o iradenin kim olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, düzenlemede "Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar suç işlerse ne olacak?" sorusunun cevabı tam da bu korkuyu yansıtmaktadır. Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların suç işledikleri zaman yargılanabilmeleri için önce Meclisin 301 milletvekilinin soruşturma açılmasını istemesi gerekecek. Sonra, Meclisin 360 vekilinin...
BAŞKAN - Sayın Yarayıcı...
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Buyurun.
BAŞKAN - Lütfen, toparlayalım.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Toparladım, son cümleler.
BAŞKAN - Çünkü konuşacak diğer arkadaşlar var. Lütfen toparlayalım.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Peki. Bir kez konuştum ama izin verin, işte birkaç kelime daha konuşalım çünkü gerçekten buna ilişkin ihtiyacımız var, halkın bizden bir beklentisi, karşılığımız var bizim.
BAŞKAN - Doğru söylüyorsunuz.
Buyurun.
HİLMİ YARAYICI (Hatay) - Teşekkür ederim.
Evet, düzenlemeden de anlaşılacağı gibi Cumhurbaşkanının yargılanmaması için her ayrıntı en ince detayına kadar düşünülmüş. Hesap verme korkusunun ülkemizi felakete sürüklemesi için izin vermeyeceğiz. Bizde bu yürek attığı sürece direneceğiz. Rejim değişikliği yapmanıza izin vermeyeceğiz. Böyle biline.
Toparlayıp son cümleyi söylüyorum. Sonuç olarak, eğer gerçekten Anayasa değişikliği yapacaksak öncelikle toplumsal barış ve uzlaşır bir noktadan hareket etmek zorundayız. Toplumun tüm kesimlerini, öğrencileri, memurları, yurtseverleri, ilericileri, aydınları, akademisyenleri dışlamadan, Alevileri, yurtseverleri, Kürtleri dışlamadan, barış dilini kullanarak, hem içeride hem dışarıda ortak, eşit vatandaş ilişkisini hayata geçirebilecek bir anlayışı önce tesis etmek zorundayız ki bundan sonra bir Anayasa değişikliği yapalım. Yoksa bu Anayasa ayakları havada, sağlıklı olmayan, kalıcı olmayan, içi boş bir anayasa olacak, bizim tarafımızdan da kabul görmeyecektir.
Teşekkür ederim.