| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | (2/1504) esas numaralı Kanun Teklifi'nin görüşme usul ve esasları hakkında görüşmeler |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 26 .12.2016 |
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan, değerli Komisyon üyesi arkadaşlarım, değerli milletvekili arkadaşlarım, Sayın Bakan, değerli basın mensupları; geçen hafta salı günü başlayan çalışmamız cumartesi gününe kadar belli bir düzeyde geçti. Ne yazık ki cumartesi günü arzu edilmeyen bir noktada ara verildi ve usul tartışmaları çözülmeden bugün Komisyon yeniden gerilimli bir havayla başlamak üzere toplantıya, toplantı açıldı.
Arzumuz, bu görüşmelerin sükûnet ve huzur içerisinde geçmesidir, Anayasa değişikliği gibi bir konunun, öncelikle Meclisin yasama mutfağı olarak tabir edilen Anayasa Komisyonunda, ondan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi görüşmelerinde, eş zamanlı olarak basın aracılığıyla kamuoyunda etraflıca ve sükûnet içerisinde tartışılmasıdır. Çünkü, herkesin bu değişikliğe vehmettiği ağırlık farklı olabilir ama biz bu değişikliğin, ısrarla söylüyoruz, bir rejim değişikliği olduğunu düşünüyoruz. Bunu tartışacağız etraflıca. Biz sizi ikna etmeye çalışacağız siz de bizi ikna etmeye çalışacaksınız. Bu, tartışarak olur. Bu, söz hakkını kısarak olmaz. Bu, usul ihlalleriyle olmaz. Bu, milletvekilinin konuşmasını engelleyerek olmaz.
Değerli arkadaşlar, ağzımızı açtığımız zaman doğru bir şey söylüyoruz, "1982 Anayasa'sı darbe anayasasıydı." diyoruz. Bu sıradan ve basit bir ifade değil; 1982 Anayasa'sı apoletli darbecilerin dayattığı bir anayasaydı. Bu Anayasa, sadece lafzı itibarıyla dayatmadan bahsetmiyorum, yapılış şekli itibarıyla da ki bazı şekil kurallarına özen göstermeye çalışmışlardı Kurucu Meclis gibi ama buna rağmen kamuoyunda tartışılmayan, tartışmak isteyen gazetecilerin hapse atıldığı, gazetelerin kapatıldığı, "hayır" diyenlere konuşma hakkının verilmediği, "evet" diyenlerin sadece konuşma hakkının olduğu bir sürecin sonunda kabul edildi. Önceki anayasaların referandumunda da aynı şikâyetler oldu Türkiye'de sadece 82 Anayasası'nın değil. Darbecilerin usulü sadece apoletli darbecilere mahsus değildir ve darbecilerin yöntemleriyle tartıştırmadan, konuşturmadan, milletin Meclisi öncelikle, ondan sonra da milletin etraflıca konuyu anlamadan kabul edilmesini ya da geçiştirilmesini arzu etmek, hele de böyle içerikteki bir değişiklik teklifinde, ileride tarih önünde bunu yapanlara "apoletsiz darbeciler" sıfatının yakıştırılmasına neden olacaktır. O yüzden, hep beraber, buna fırsat vermeyecek tutum içerisinde olalım.
Bakın, 82 Anayasası, hep söylenir, Aldıkaçtı anayasasıydı; yapılışıyla, şekliyle, içeriğiyle. Cumartesi günkü uygulamalar, bizde şu tereddüdü güçlü bir noktaya taşımıştır: Bu Anayasa da bir kaptıkaçtı anayasasına dönüştürülmek istenmektedir. Buna dikkat edelim. Yani 150 milletvekili arkadaşımızın, o gün burada -partisini saymıyorum, bütün milletvekili arkadaşımızın görüşleri değerlidir- söz talebi var, tutanaklara geçti. Bu söz taleplerinden sırasını değiştiren olmuş olabilir, vazgeçen olabilir, kendisini sonraya bırakmış olan olabilir ama, 150 milletvekili konuşmak için sıra bekliyor, bunun 20 tanesi konuşmuş 130 tanesi konuşmamış. Cumhuriyet Halk Partisinin 6 komisyon üyesi var Anayasa Komisyonunda. Ben, Komisyonun Sözcüsüyüm, bir komisyon üyemiz konuşmuş, ben de dâhil olmak üzere 5 üyemiz konuşmamış. Yani kifayeti müzakere önerisi verilen, verdiğiniz andaki tabloyu anlatıyorum ve burada verilen kifayeti müzakere öneri üzerinde dahi konuşmadan, ne olduğunu daha bilmeden bir öneri oldubittiyle, bizce korsan oylamayla, korsan usullerle burada geneli üzerinde görüşmelerin tamamlandığı ifade edilmiştir. Bunun ifade edilmiş olması gerçeğin böyle olduğu anlamına gelmez. Her usul hatası düzeltilebilir, her yanlış düzeltilebilir. Bakın, başlarken Anayasa'ya aykırılık iddiamızla ilgili aynı usul hatasıyla başlandı ve o zaman da aynısını söyledik, orada da konuşamayan arkadaşlarımız oldu, ama usulsüz bir oylamayla geneli üzerinde görüşmelere geçildi. Şimdi görülüyor ki yine usulsüz bir oylamayla maddeler üzerinde görüşmeye geçilmek istenmektedir.
Bakın, birincisi: Konuşma hakkı tamamlanmadan, geneli üzerinde görüşmeler tamamlanmadan maddelere geçildiği ifade edilmiştir, İç Tüzük'e aykırıdır.
İkincisi: Önergeler arasındaki sıralamaya dikkat edilmeden oylama yapılmıştır, o da ayrı bir garabettir. Çünkü geneli üzerinde görüşmeler başladığında bizim iki önergemiz var, Komisyonunuzun önünde; daha başında, salı günü verilmiş önergeler bunlar, cumartesi günü verilen önergelerden altı gün önce verilmiş önergeler. Bir tanesi "Farklı komisyonlara sevk edilmesi gerekir." diye komisyon üyelerinin imzalayıp verdiği öneri, bir diğeri de uzmanların davet edilmesine ilişkin, uzman kuruluşların isimlerini de belirleyen İç Tüzük'ün 30'uncu maddesine göre verilmiş bir önerge var. Önerge kabul edilir ya da edilmez, ama bu önergelerin öncelikle görüşmelere açılıp, ondan sonra görüşme sonucunda bu işlem tamamlandıktan sonra yine konulacaksa kifayeti müzakere önergesinin ondan sonra işleme konulması gerekirdi.
Şimdi, zaman zaman bu tip usulî hatalar Meclis çalışmalarında olur mu? Gözden kaçabilir, olur, ama düzeltilir. Fakat, özellikle Anayasa değişikliği gibi hem de Türkiye'de güçlerin tek bir elde toplanmasının planlandığı ve bize göre açık bir şekilde egemenliğin yüz yıl önce saraydan alınıp halka devredilmesinin ifadesi olan cumhuriyetin tasfiye edilerek bir karşı devrim hareketinde son noktayı koyup egemenliğin halktan alınıp yeniden saraya verilme projesinin görüşüldüğü bir Anayasa değişikliği görüşmesinde azami özene ve hassasiyete dikkat etmek gerekir.
Sayın Başkan, şimdi, siz, "1'inci maddeye geçilsin." diyorsunuz. İster 1'inci maddeye geçin ister 2'nci maddeye geçin ister 3'üncü maddeye geçin, bu paket bütün maddeleriyle birlikte bir bütündür ve bütün maddeleriyle Türkiye'de bir zorbalık rejimi yerleştirmenin teklifidir, demokrasiyi güçlendirmenin teklifi değildir. Sözü olan her arkadaşımız, Türkiye'deki sistemin aksaklıklarından bahsediyor; parlamenter sistem aksak, topal yürüyor, doğru, eksiklikleri var, biz de diyoruz: "Gelin, eksikliklerini giderelim." Ama bir eksikliği gidermenin yolu o eksikliğe sebep olan kusurlu yönleri tamir etmekten geçer. Eğer eksiklikler kuvvetlerin birbirini denetleme imkânı tanımayan bir sistemdeyse çözüm yolu kuvvetlerin birbirini denetleyeceği bir sistem getirmektir. Bunun için de kuvvetleri ayırmak ve denge denetim sistemini kurmak gerekir. Şimdi, eğer, eksiklik, Anayasa'ya uymayarak, Anayasa'nın verdiği görevleri çiğneyenlerin sebep olduğu eksiklikse, o zaman yapılması gereken şey, Anayasa'ya uymaya davet etmektir. Hepimiz biliyoruz bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını, Sayın Cumhurbaşkanı bir fiilî durum yaratmıştır. Bu, benim ifadem değil, Sayın Devlet Bahçeli'nin ifadesidir ve bu meselenin tekrar Türkiye gündemine 15 Temmuzdan sonra bu kadar güçlü gelmesinin sebebi Sayın Bahçeli'nin grup konuşmasıdır, demiştir ki: "Bir fiilî durum var, ya fiilî durumu Anayasa'ya uyduralım ya Anayasa'yı fiilî duruma uyduralım." Fiilî durumu Anayasa'ya uydurmak Anayasa'ya uygunluktur yani anayasal sınırlara çekilmektir ama Anayasa'yı fiilî duruma uydurmak bir ülkede darbenin bir başka şeklidir ve çeşididir. Darbe yapmak için illa üniforma sahibi olmak gerekmez. Darbe yapmak için illa asker olmak ya da apoletli olmak gerekmez. Tarih birçok sivil darbelerle karşılaşmıştır ve bugün, Türkiye, bir sivil darbenin eşiğindedir. Yöntem de bu değişiklik olur da bir şekilde geçerse Türkiye'nin karşılaşacağı zorba devlet düzenin nasıl olacağını çok açık göstermektedir. Hedeflenen devlet düzeni bir zorba devlet düzenidir; insan hak ve özgürlüklerinin, kişi hak ve özgürlüklerinin olmadığı bir zorba devlet düzenidir, ekonomik özgürlüklerin olmadığı bir devlet düzenidir, iş yaşamından ekonomiye kadar, düşünce özgürlüğünden ifade özgürlüğüne kadar bütün hayat alanının tek bir ağızdan totaliter bir şekilde tespit ve tarif edilmeye çalışıldığı ve buna karşı kimsenin itiraz etme imkânının olmadığı bir zorba devlet düzeni kurulmaya çalışılmaktadır ve ne yazık ki bu zorba devlet düzeni zorba yöntemlerle yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Cumartesi günü yaşadığımız tablo budur. 1'inci maddeye geçtiğinizi söylüyorsunuz, 1'inci madde tarafsızlık ve bağımsızlıkla ilgili ifadenin geçtiği madde. Keşke, bu Anayasa değişiklik teklifinin tümüne bu ruh hâkim olsa. Bir şeyin lafzıyla ifade edilmiş olması o kurumun sisteme dâhil edildiği anlamına gelmiyor.
Değerli arkadaşlar, hangi bağımsız ve tarafsız yargıdan bahsedeceksiniz? Hangi bağımsız ve tarafsız yargıda yargıçların cesaretle karar verebildiği bir Türkiye'den bahsedeceksiniz? Birbirimizi aldatmayalım. Bugün, hâkimlerin, savcıların, önüne gelen "Dosyayı tutuklamaya sevk etmezsem benim başıma iş gelir, ben de tutuklanırım." diye kaygı içerisinde yaşadıkları bir Türkiye'deyiz. Bugün hâkimlerin önüne gelen dosyalarda "Ben tutuklama kararı vermezsem ben de tutuklanabilirim." diye kaygı içerisinde yaşadıkları, korktukları bir Türkiye'deyiz. Bugün hâkim ve savcıların, her şeyden fazla, Cumhurbaşkanına hakaret suçuyla meşgul olduğu ve bütün eleştirileri hakaret sınıfı içerisine sokup daha lise öğrencisi çocukları bile alıp hapse attığı bir yargı düzeninin içerisindeyiz. Şimdi, bu tablo içerisinde bütün bunları değiştirmeye dönük bir anlayışla hareket etmek yerine; moda tabirdir, çok da dikkatli kullanılıyor, bir paradigma değişikliğinden bahsediliyor, Türkiye'de herkesin sustuğu, bir kişinin konuştuğu bir değer sisteminin yaratıldığı bir yeni paradigmanın tarifinde otoriter bir diktatörlükte yargıyı tarif etmekten bahsediyoruz, yargıyı düzenlemekten bahsediyoruz.
Bakın, bu anlayışa, bu yapıya, bu sürece hâkim olan anlayışı ben size söyleyeyim. Hatırlayın, bir zaman Danıştayda bir dava görülürken o anlayış çıkıp demişti ki "Bırakın mahkemeyi, ulemaya soralım." demişti. Mahkemede, yargıda devam eden bir konuyla ilgili ulemayı referans gösteren bir anlayış, şimdi bu çerçevede oluşturulmuş bir anayasa değişikliğiyle yargı bağımsızlığını konuşacak; buna kimse inanmaz, bununla kimseyi aldatmak mümkün değil. Bu anlayış, "ulemaya soralım" referansını devletin tepesine yerleştiren anlayış, 2010 referandumuyla birlikte özellikle Fetullahçı Terör Örgütü'nü, o zaman birilerinin "Hocaefendi" dediği zaman bizim "çete reisi" dediğimiz Fetullahçı Terör Örgütünü yargının en tepesine Yargıtaya, Hâkimler Savcılar Yüksek Kuruluna, Danıştaya, Anayasa Mahkemesine nakış gibi işleyip yerleştirdiler.
Şimdi, yargı bağımsızlığını konuşacağımız bir Türkiye'de, 2010 yılının referandumunda o zaman da Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı vardı, o dönemde referandum yapılırken çete lideri Pensilvanya'dan talimat verip "Ben Yargıtaya 140 kişi istiyorum." dediğinde, dönemin Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu üyesi gelip de onun adına pazarlık yapıp 140 kişi istiyor diye pazarlık masasına oturmuş, buna karşın dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman -Adalet ve Kalkınma Partisinin getirdiği Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır- "Önümüzde dört yıl var, bu ittifakı bozamayız, kabul edelim, gidin, konuşun." diye talimat vermiştir. Bunu ben söylemiyorum, bunu ifade zabıtlarına yansıyan Ahmet Hamsici'nin ifadesi söylüyor. Ahmet Hamsici'nin nasıl büyük bir ikbal ve istikbal merdivenlerini tırmandığını biliyoruz, önünün nasıl açıldığını biliyoruz. Biz açmadık, biz bu tip ön açmalara karşı gırtlağımızı patlatırcasına itiraz ettik ama dinletemedik. Ondan sonra Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, bütün yüksek yargı Fetullahçı Terör Örgütü'nün emrine verildi. Şimdi soruyorum: O ittifak hangi ittifaktı? "Dört yıl var daha önümüzde, ittifakı bozamayız." denen ittifak, Fetullahçı Terör Örgütü çetesiyle AKP iktidarının ittifakıydı. Bu, benim ifadem değil, "ittifak" sözü bana ait değil, ben söyleneni ve yansıyanı anlatıyorum ve biz bu ittifakın Türkiye'ye neler kaybettirdiğini biliyoruz.
Şimdi 15 Temmuz üzerinden bir yeni paradigma tarifi yapılıp da Türkiye'yi AKP'nin on üç yıldan bu yana, on dört yıldan bu yana mahkûm ettiği otoriter rejim, suskun toplum; konuşmayan, düşünmeyen toplum paradigması yeni bir ambalajla sunulmaya çalışılıyor.
Değerli arkadaşlar, yargının bağımsızlığını gerçekten samimi olarak tesis edeceksek, önce bu süreçle samimiyetle hesaplaşmamız lazım. Bunun için kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonunun, daha doğrusu 15 Temmuzu araştırma komisyonunun nelerle meşgul olduğunu biliyoruz. Turistik gezilerle meşgul olup özellikle sorgulanması gerekenleri...
ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) - Ayıp, ayıp ya, yakışmıyor.
BAŞKAN - Sayın Tezcan, bunu 1'inci madde üzerinde de sayıyoruz değil mi? Yargıyla ilgili, yargıyla ilgili olduğu için.
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Anlatıyorum. Neye sayacağımızı konuşacağız Sayın Başkan. Neyse, siz beni kesmeyin Sayın Başkan, zaten saymak istediğinize sayıyorsunuz, onun için siz beni kesmeyin.
Özellikle bu süreç içerisinde sorgulanması gerekenleri çağırıp sormak yerine, Mehmet Dişli'yle ilgili sürecin nasıl geliştiğini çağırıp sormak yerine, devlet içerisinde Silahlı Kuvvetlerden yargıya kadar, bürokrasinin her aşamasına kadar, siyasetin her aşamasına kadar bu çetenin nasıl yerleştirildiğini ve nasıl güçlendiğini sorgulamak yerine, tam tersine abesle iştigal ederek süre doldurma peşinde ve niyetinde olduğunu görüyoruz. Oradaki milletvekili arkadaşlarımızın, Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımızın bütün itiraz ve çabalarına rağmen işin nasıl sulandırmaya çalışıldığını görüyoruz.
Şimdi, bu tablo içerisinde 2010 yılı referandumunu hatırlayın. 2010 yılı referandumuna gidilirken ısrarla biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak demiştik ki "Bakın, devleti ve yargıyı bir çeteye, bir anlayışa teslim etmeyin, bunun altından kalkamayız, bunun altından devlet de kalkamaz. Tahrip ettiğiniz andan itibaren tamiri çok zor bir alandır." dedik ama o zaman da aynı şey söylendi: "Millete gidelim." Gidelim, eyvallah. Millet ne derse boynumuz kıldan ince. Ama millet yanlış söylerse yanlış söylediğini de millete de söyleyeceğiz; anlatacağız, doğruyu anlatacağız, mesele bu.
Şimdi bizim öncelikli görevimiz burada millet adına milletten aldığımız yetkiyle buna geçit vermemek, bunu anlatıyoruz. Buna rağmen buradan geçit verilirse milletin birinci barajı burasıdır, ikinci barajı referandumdur, gider orada konuşuruz. Ama biz, birinci barajda diyoruz ki "2010 yılında bu Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu yeniden yapılandırılırken, Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılırken bir anlayış üzerine yapılandırıldı, "Alnı secdeye değenden zarar gelmez." gibi bir devlet düzeni ve ciddiyetiyle yakışmayacak bir anlaşış üzerine kuruldu ama alnı secdeye değip vicdanında inancın kırıntısı olmayanlara bir ülkenin kaderi ve geleceği teslim edildi. Onun için Türkiye Büyük Millet Meclisinin tepesine bombalar atıldı, o zaman beraberdik burada, bunu unutmayalım. İşte bu anlayış, mahkeme, Danıştayda bir dava görülürken "Gelin ulemaya soralım." anlayışının yansımasıdır, oraya bağlayacağım. Hani başta dedim ya, "Ulemaya soralım." diyen anlayışın şekillendirdiği bir yargı sistemi, "Ulemaya soralım." diyen anlayışın şekillendirdiği bir anayasa ve yargı düzeni.
Değerli arkadaşlar, bu anlayış değil miydi, Anayasa Mahkemesinde şimdi FETÖ'cü olmaktan tutuklanan Anayasa Mahkemesi raportörünü bir gece içerisinde müsteşar yapıp ondan sonra da bir günlük müsteşarlıktan sonra tekrar Anayasa Mahkemesi üyeliğini hak etmediği hâlde tayin eden anlayış bu değil miydi? Bu anlayış değil miydi FETÖ'nün önünde, haşa, Kabe'nin önünde durur gibi durup önünü ilikleyerek yüz sürenleri ve çete reisinin eteğini öpenleri göklere çıkararak devletin her kademesinde yükselten anlayış? Bu anlayış değil miydi devleti bu yapıya teslim eden anlayış? Bunları hamaset için söylemiyorum, aynı tehlikenin eşiğindeyiz, bunu anlatmaya çalışıyorum.
REŞAT PETEK (Burdur) - Usulle ne ilgisi var bunların?
BAŞKAN - Sayın Petek, bir dakika...
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Siz işinize bakın, söz size gelince anlatın. (Gürültüler)
BAŞKAN - Arkadaşlar, lütfen! Konuya davet hakkımız var ama.
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Sayın Başkan Yardımcısı müdahale etmesin.
BAŞKAN - Tamam ama konuya davet hakkımız da var. Konuyla ilgili konuşmaya davet ediyorum.
CEYHUN İRGİL (Bursa) - Sizin kaç tane yardımcınız var?
NURHAYAT ALTACA KAYIŞOĞLU (Bursa) - Bir gün de bu yaptıklarınızdan utanacaksınız.
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Şimdi bu anlayış "Allah verdikçe veriyor." diyen anlayıştı ve en son geldiğimiz nokta, bu noktadır.
Değerli arkadaşlar, ben rahatsızlığın farkındayım ama bunları konuşmazsak bu hatalar tekerrür eder, bunun için anlatıyorum. 2010'da da anlattık, şimdi de anlatacağız; dinleyin, tahammül edin. Yani 2016 yılının sonunda bir yeni anayasa değişikliği yapılırken aynı anlayışla getirilmiş. Yargı da öyle dizayn ediliyor, aynı şekilde. Ama cemaatlerin adı değişiyor, çete reislerinin adı değişiyor, terör örgütleri liderlerinin adı değişiyor; yarın başkaları gelecek ve bu böyle devam ederse bu yapının içerisinde ne yazık ki yeni terör örgütleri tarif etmek zorunda kalacaksınız, kalacağız hep beraber. Bu mecburiyet içerisinde kalmayalım, bunu anlatmaya çalışıyoruz.
Bakın, bu anlayış, biraz önce söyledim, "Ulemaya soralım." diyen anlayıştı dedim ya, başka bir şey daha söyleyeyim: Bu anlayış "Yargı benim için ayak bağıdır." diyen anlayış. Bu Anayasa değişiklik teklifinin mimarı olan anlayış ve memnun etmeye çalıştığı anlayış, yargıyla ilgili konular söz konusu olduğunda "Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum." diyen anlayış. Bu anlayış çerçevesinde şekillendiriliyor. Bu anlayış çerçevesinde önümüze bir tablo getirilmiş. Şimdi deniyor ki: "Bununla beraber biz, Anayasa'nın tarafsız, bağımsız yargı diye hükmünü koyacağız, bunu geçireceğiz." İşte o geçemezsiniz dediğimiz 1'inci maddedeki mesele.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; bakın, bu getirilen teklifte 1'inci maddede ne yazarsa yazsın maddenin bir tanesinde diyor ki: "Bütün bu yargı sisteminin başındaki hâkimleri tayin edecek, onların terfilerini düzenleyecek, özlük haklarını düzenleyecek, disiplin işlerine bakacak, gerekirse ihraç edecek, Yargıtaya atamaları yapacak, Danıştay atamalarının dörtte 3'ünü yapacak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu tek bir kişi belirler." 12 kişi seçeceksiniz oraya, o 12 kişinin 6 tanesini Cumhurbaşkanı belirleyecek diyor. Bir kişi. Cumhurbaşkanın ismi önemli değil, bugün biri, yarın başkası ama bir kişi. Niye 6 tanesini? Burada 5 yazıyor. "Ama bir de Adalet Bakanı var." diyor Adalet Bakanını da bu sistemin içerisinde Cumhurbaşkanı belirliyor. 6 tanesini Cumhurbaşkanı belirleyecek. Geriye kalan 6 taneyi de Türkiye Büyük Millet Meclisinde çoğunluğa sahip partinin belirleyebilme imkânını getiriyor. Güya "beşte 3" demiş ama bugün, Adalet ve Kalkınma Partisinin Meclisteki ve komisyonlardaki çoğunluğuna baktığınız zaman tek başına HSYK'nın 6 üyesinin tamamını Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidar partisi grubu seçebilecektir. Şimdi, böyle bir tablonun içerisinde diyorsunuz ki: "Bir kişinin, o grup ki o siyasi iktidar partisi grubunun, Mecliste çoğunluğu olan grubun ola ki Cumhurbaşkanıyla, seçilecek Cumhurbaşkanıyla kesin biçimde ayrı düşmemesi için de bütün mekanizmalar getirilmiş. Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi getirilmiş, aynı anda seçim sistemi getirilmiş, veto sistemi getirilmiş, fesih sistemi getirilmiş. Bütün bunlar da Meclisi kontrol edebilme mekanizmaları. Kimin kontrol etmesi? Cumhurbaşkanının kontrol etmesi. Yani o hani "Yargı bağımsız, tarafsızdır." diyorsunuz ya, bu söylediğiniz şeyde, o bağımsız ve tarafsız yargıyı belirleyecek olan, düzenleyecek olan en üst kurul, yargının tepesindeki kurulun tamamını bir kişi dilediği gibi belirleyebilecek. Nasıl bağımsızlık, nasıl tarafsızlık sağlanacak? Yetmedi, bu bitmedi. Bu işin bir tarafı.
İki: Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanını yargılayabilecek Yüce Divan sıfatıyla, bakanları yargılayabilecek, Cumhurbaşkanı yardımcılarını yargılayabilecek. O Anayasa Mahkemesinin 15 üyesi olacak, 15 üyenin 12 tanesini de o kişi belirleyecek, bir kişi. Bir kişi! Bir kişi! Padişahlar bile tek başına bunları belirleyemiyorlardı. Orada bile sarayın denetim mekanizmaları vardı. Saray içerisinde ya harem denetlerdi ya Anadolu'daki beyler denetlerdi. ya kapı kulu ocakları denetlerdi ama birileri... Bir şekilde, doğru-yanlış, eksik-fazla sistemin denetim mekanizmaları vardı. Bütün bu denetim mekanizmalarını kaldıran ve bütün bir milleti bir kişinin kapı kulu yapmaya namzet bir teklif önümüzdeki teklif. Milleti kapı kulu yapma teklifidir bu teklif, başka bir şey değil.
Değerli arkadaşlar, buradan bağımsız, tarafsız bir yargı çıkmaz. Anayasa Mahkemesinin 12 üyesini bir kişi belirleyecek, geriye kalan 3 üyesini de yine Meclisteki o bir kişinin tayin edeceği Meclis çoğunluğu belirleyecek. Hadi bakalım, al sana, 15 kişinin tamamı, yasamayı denetleyecek, Yüce Divan sıfatı yapacak yüksek yargının en önemli mahkemesi bir kişinin elinde olacak. Böyle bir tablo olmaz. Bitmedi, öbür yüksek yargı Danıştay. Danıştayın dörtte 1'ini yine o Cumhurbaşkanı seçecek. Şimdi, şunu diyebilirsiniz: Ya bugünkü Anayasa'da da bu var, bunu değiştirmedik ki, Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın, Danıştayın seçimi değişmedi. Evet, doğru, değişmedi de bugünkü Cumhurbaşkanının niteliği değişti. Bu değişiklik geçtikten sonraki Cumhurbaşkanı bu değişiklikten önceki Cumhurbaşkanı olmayacak. Bunu siz de biliyorsunuz, tarif ediyorsunuz. Bütün yürütme yetkisi elinde toplanmış, tek başına Bakanlar Kurulunun, başbakanın, bakanların bütün yetkilerini kullanacak, bürokrat atacak, disiplin soruşturması başlatacak, düzenleyici işlem yapabilecek, neredeyse kanun gücünde anlamına gelecek kararnameler çıkarabilecek bir Cumhurbaşkanına bu yetkileri veriyorsunuz, yargıyı böylesine kontrol etme yetkisini.
Danıştayın dörtte 1'ini seçecek. Sonra geri kalan dörtte 3'ünü de -biraz önce söyledim- o Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu belirleyecek. Ne olacak? Danıştayın tamamı bu Cumhurbaşkanının işlemlerini denetleyecek. Çünkü bu Cumhurbaşkanı artık idarenin başı, eskisi gibi değil yeni tarif edilen Cumhurbaşkanı. Yargıtaya yine aynı şekilde cumhuriyet başsavcısını, başsavcı vekilini seçecek, Yargıtay üyelerini de yine o HSYK seçecek, bu Cumhurbaşkanının tayin ettiği HSYK ve buradan bir yargı bağımsızlığından söz edeceksiniz.
Değerli arkadaşlar, hangi hükûmet sistemini konuşursanız konuşun, hangi hükûmet sistemini tartışırsanız tartışın, demokratik bir sistem istiyorsanız... Bakın, rejim tartışması ayrı, onu koydum. Oradaki rezervimiz çok net. Bunun için rejim değişiyor diyoruz zaten ama sizin tercih ettiğiniz dilden söylüyorum: Hükûmet sisteminde bile hangi hükûmet sistemini koyarsanız koyun bir sistemin demokratik olup olmadığını ölçü alıyorsanız yargıya bakacaksınız. Denetim mekanizmalarında başkanlık sistemi de deseniz -eğer bozulmamış, saf demokratik bir başkanlık sistemi istiyorsanız- parlamenter sistem de deseniz her ikisinde de yargının pozisyonu değişmez. Başkanlık rejimi ve parlamenter rejimlerde yasamayla yürütmenin, yani Meclisle hükûmetin ilişkileri değişir, birbirlerini etkileme, denetleme, birbirlerine karışma düzeyleri değişir ama yargı meselesi, eğer sistem demokratik olacaksa her ikisinde de yasamadan da yürütmeden de yargı bağımsızdır. Demokrasinin güvencesi budur, demokrasinin. Sistemin güvencesi değil. Otoriter sistemlerin güvencesi buradan geçmez. Otoriter sistemlerin güvencesi yargıyı Führer'in kontrolü altına sokmaktır, tıpkı Alman faşizminde olduğu gibi. Ne diyorlardı yargıçlar Almanya'da? "Bir konuda karar vereceğiniz zaman Führer bu konuda ne derdi, ne düşünürdü diye bakıp ona göre karar vereceksiniz." diyordu. Evet, o sistemlerde yargı bir kişinin kontrolüne girer; faşizmde, Nazizm'de, diktatörlüklerde, otoriter rejimlerde, totaliter rejimlerde yargı bir kişinin kontrolü altına girer ama sistemin demokratik olduğu iddiasındaysanız yargıyı bağımsız yapmak zorundasınız. Başkanlık sistemlerinde Amerikan Başkanının bugün federal yargıç atama yetkisi dahi yoktur. Başkanlık sistemlerinde Amerikan Başkanı kapıdan girdiği zaman, salona girdiğinde herkes ayağa kalkar ama yüksek yargıçlar ayağa kalkmaz. Türkiye'deki gibi yüksek yargıçları toplayıp açılış konferansında, hiçbir demokratik ülkede yargının tepesindekiler, devletin başında, yürütmenin başındakini ayakta alkışlamaz. Ayakta alkışlıyorsa o ülkede yargı ayaklar altına alınıyor demektir.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bununla ilgili çok anekdot söyleyebiliriz ama hepsini ben söylemeyeceğim, söyler arkadaşlarımız. Böyle bir tablo içerisinde bağımsız yargıyı kuramıyorsanız demokratik bir hükûmet sistemi de kuramazsınız, demokratik bir rejim de kuramasınız, demokratik hukuk devleti de kuramazsınız, demokratik cumhuriyet de kuramazsınız. Onun için ilk dört maddeye aykırı diyoruz. Aykırılık sebeplerinden birisi bu. Bu sebeple tablo böyledir diyoruz.
Anayasalar sadece kâğıtlarda yazan, kitapta yazan metinler olsaydı hepsine anayasa denirdi. Ama biliyoruz ki anayasalar, iktidarları denetlemek üzere ortaya çıkmıştır ve her şeyde olduğu gibi bu süreçlerde de anayasacılık hareketlerinde de bozulmalar meydana geldiği için bugün anayasa doktrininde "sahte anayasalar" ifadesi vardır. Sahte anayasa yani gerçekte güçleri sınırlıyormuş ve dengeliyormuş gibi görünen ama gücü bir elde toplayan anayasa. İşte bu teklif bir sahte anayasa yaratma teklifidir. Bir anayasacılık geleneği içerisinde kural, demokrasiye gidiştir, güçlerin sınırlanmasıdır, iktidarın sınırlanmasıdır ama anayasacılık görüntüsü içerisinde güçleri bir elde toplama girişimleri de tarihte yaşanmıştır. Bunun adına da anayasa teorisinde "suistimalci anayasacılık" denmiştir. Almanya bir Reichstag yangınını yaşadı. Bu, defalarca tekrar ettiğimiz ve unutmamamız gereken bir tarihî örnektir, Alman faşizminin yükselişinin ilk ve önemli işaretidir. Alman Parlamentosunda özellikle Hitler yanlılarının çıkardığı bir yangının muhaliflere mal edilerek Almanya'da bir kırımın yaratılmasının ve Parlamentonun yetkilerinin Führer'de, bir kişinin elinde toplanmasının yolunun açıldığı gündür. Biz 15 Temmuz darbesine karşı mücadele ederken, şehitler verirken, tepemizden bombalar atılırken ertesi gün dedik ki: Buradan Türkiye için bir demokrasi fırsatı yaratalım, buradan Türkiye'de bir diktatörlük sonucu çıkaracak sapmaya, savrulmaya yönelmeyelim. Ama, görüyoruz ki 15 Temmuz, Türkiye'nin Reichstag'ı olmak yolundadır; 15 Temmuz, Türkiye'de bir yeni Reichstag yangınına dönüştürülme noktasındadır. O yüzden 20 Temmuz, apoletsizlerin yaptığı yeni bir sivil darbeye dönüşmüştür.
ADEM YEŞİLDAL (Hatay) - Darbecilere darbe, evet.
BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Her darbe kendi hukukunu yaratır. Her darbe kendi geleceğini güvence altına alacak, kendi güç ilişkilerini tarif eden bir hukuk yaratır. Türkiye'de darbeler tarihine dönüp baktığımızda; 1960 darbesi, kendine göre hukukunu, anayasasını yaratmıştır; 1971 muhtırası, kendi anlayışına göre bir Anayasa değişikliğiyle sistem tarifi yapmıştır; 12 Eylül 1980 darbesi, kendi Anayasa'sını 1982'de metne geçirmiştir. Şimdi yeni bir darbeyle karşı karşıyayız. Tıpkı Reichstag yangınından sonra Almanya'da Parlamentonun devre dışı bırakılıp gücün tek bir elde toplandığı gibi, Türkiye'de de 20 Temmuzda olağanüstü hâlin ilanıyla fiilî sistem daha da güçlendirilerek, OHAL uygulamalarıyla açıkça anayasal bir kılıfa da sokularak güçler artık tek bir kişinin elinde toplanmıştır. Şimdi bunun anayasası yapılmaya çalışılıyor, yapılmak istenen budur. 20 Temmuz yeni bir darbe sürecidir ve bu Anayasa değişiklik teklifi 20 Temmuz darbesinin anayasasıdır. Türkiye, 15 Temmuzdan sonra demokrasiye yönelmesi gerekirken, 20 Temmuz OHAL darbesiyle apoletsiz yeni bir darbeci sürecin, diktatörlüğün içerisine girmiştir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; daha uzatabilirim ama aşağı yukarı meramımız belli. Burada, bütün bu tablo içerisinde, tekrar başa dönüyorum, yaratılmak istenen zorbalık düzenine uygun zorbalık yöntemleriyle görüşmeler tamamlanmaya çalışılıyor. Milletvekillerinin konuşma hakkı verilmeden -gasp edilerek- burada özellikle geneliyle ilgili görüşmeler bitmeden maddelere geçilmesi usule aykırı bir şekilde oylanmıştır. Bu korsan oylama geçersizdir. Bu nedenle, geneli üzerindeki görüşmelerin tamamlanmadığını, bu usul eksikliğinin Başkanlığınız tarafından giderilmesi ve geneliyle ilgili görüşmelere devam edilip konuşma hakkı olan arkadaşlarımızın -sınır getirilecekse o görüşülebilir ama- konuşmalarını tamamlamaları, ondan sonra Divanınızdaki iki önergemizin görüşülüp oylanması, sonra kifayetimüzakere önergesi oylanacaksa bunun oylanması gerekir diyorum, hepinize teşekkür ediyorum.