| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | Bazı Vergi Kanunları ile Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı (1/884) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 05 .10.2017 |
MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, Sayın Bakan, Komisyonumuzun saygıdeğer üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Uzun bir aradan sonra yeni yasama döneminin Parlamentoya, ülkemize, yurttaşlarımıza hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum. İyi bir yasama dönemi geçireceğimizi ümit etmek isterim ama Parlamentonun açıldığı gün hemen bir torba kanunla karşılaşmamız tabii ki bizi şaşırtmadı, geleneksel bir durumla karşı karşıyayız.
Mehmet Şimşek, Sayın Ağbal ve Sayın Lütfi Elvan'ın, orta vadeli programın açıklandığı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sevk edilen 3'ü geçici 129 esas maddeden oluşan 132 maddelik torba yasa tasarısında 13 ayrı vergi kanunu, gelir, kurumlar, ÖTV, özel iletişim vergisi, MTV, veraset ve intikal, gayrimenkul sermaye iratları, stopajı ilgilendiren 30 değişiklik maddesi yer almaktadır. Bunun yanı sıra hazine yasası, fonlar yasası, bütçe yasası, kamu maliyesiyle ilgili değişiklikler de bu torba kanun içerisinde yer almaktadır. En önemlisi, hazine borçlanma yetkisiyle ilgili değişiklik, 70'inci maddede yer alan düzenlemeyle 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere hazineye 37 milyar TL tutarında ilave borçlanma yetkisinin verilmesidir. Benden önceki konuşmacılar da bunu çok detaylı bir şekilde açıkladılar. 2017 yılı Bütçe Yasası'nda bu tutar 52 milyar TL idi ve şimdi 89 milyar TL'ye çıkartılıyor. 76'ncı maddede ise hazineden fonlara yapılacak aktarmalarla ilgili düzenleme getirilmektedir.
Orta vadeli program ve 132 maddelik bu ayrıntılı torba yasa tasarısının eş zamanlı olarak sevk edilmesi bu yasa değişikliklerinin çok önceden hazırlanıp tasarlandığını da göstermektedir. 16 Nisan referandumu öncesinde bol keseden dağıtılan 207 milyar TL tutarındaki hazine garantili KGF ve KOSGEB kefaletli faizsiz ya da düşük faizli krediler, kaynaklar vergi ve KDV indirimleri, istihdam seferberliğinde vazgeçilen gelir vergisi ve sosyal güvenlik primleri gelirleri, beyaz eşya, mobilya, konut ve yatlarda yapılan ve süresi 30 Eylülde dolan KDV, ÖTV muafiyetleri bütçeyi ve hazine kaynaklarını sıfırladı; bütçe açığı katlandı, hazine borçlanmaya hız vermek zorunda kaldı. Hazine yüksek miktarda borç almaya başlayınca faizler yükseldi, hazine 2017 yılı borçlanma limitlerini tüketti, son olarak açıklanan ekim-aralık dönemi, üç aylık borçlanma programına göre 29,4 milyar TL daha borçlanma yapılacak. Torba yasada buna ilave olarak 37 milyar TL daha borçlanma imkânı getiriliyor.
Bütün bunlara rağmen genel olarak ekonomik tabloya baktığımızda, ülkemiz olağanüstü hâl koşullarında hak ve özgürlüklerin askıya alındığı bir konjonktürün içinden geçmektedir. Böylesi bir konjonktür kendisine uygun bir ekonomiyi de ister istemez inşa etmektedir. Hak ve özgürlükler gibi kaynak ve ulusal gelir de demokratik biçimde değil, keyfî biçimde dağıtılmakta, gelir adaletsizliği ve çarpık büyüme ülkemizin önemli sorunlarının başında gelmektedir. IMF'ye ait son veriler, küresel büyümenin 2017 yılında yüzde 3,5'a ulaşacağını, Türkiye'nin dâhil olduğu çevre ülkelerde 2017 büyümesinin ortalama yüzde 4,5'u bulacağı şeklindedir. Başka bir ifadeyle, Türkiye'de büyüme çevre ülkelerde yaşanan büyüme eğiliminden farklı değildir ve olmayacaktır. Parıltılı büyüme verilerinin arkasından dönemsel dış dünya konjonktürünün lehte esen rüzgârları ve bunun yanında AKP rejiminin bütçeyi riske ederek açtırdığı bol kepçe kredi akışı ana kaldıraçlar olarak iş görmüştür. Bunlardan dış kaldıraç, sadece bu yıl 10 milyar dolara yakın sıcak para akışını, bunun da üçte 2'sinin borç olarak girmesini getirmiş, bu giriş dolar kurunu aşağı çekerek ithalatı artırmıştır. Bu kaldıraçla büyüme artarken öte tarafta dış borç stoku kabarmış, firmaların döviz yükümlülükleri yeniden yükselmiştir. Dış iklimde şemsiyenin ters dönmesi hâlinde, ki eninde sonunda da bu kaçınılmazdır, yeniden dolar tırmanışı borçlulara zor günler yaşatacaktır. İçeride açılan bol kepçe kredi genişlemesine kefil olan devlet hazinesi, belli bir riski de üstlenmiştir. Kredi dönüşlerinde aksama hem banka sistemini hem de hazineyi zor duruma sokabilecektir. Sıcak para ve kredi genişlemesi kaldıraçlarının üstünde yükselen büyüme, ikinci çeyrekte iç tüketime fazla yaslanmamış, daha çok ihracata ve inşaat yatırımlarına odaklanmıştır. Büyük çevre tahribatı, tarih ve doğa varlıklarını ranta açmaya dayalı bir inşaat furyasına karşılık sanayiyi geliştirecek makine, teçhizat yatırımlarında artış değil, beş çeyrektir gerileme gözlenmesi de vahim bir olgudur. Öte yandan, ihracatın büyümeye katkısı mercek altına alındığında, bunun dolar kurunun cazibesi ve düşük tutulan ücretler sayesinde sağlanan bir imkânla yapıldığı anlaşılmaktadır. Dış ticaret hadleri, Türkiye'nin birim ithalatı daha pahalıya, birim ihracatı ise daha ucuza yaptığını; bu anlamda yoksullaştıran bir dış ticaret ve büyüme patikasında olduğunu göstermektedir.
Özetle, yüksek enflasyon, işsizlik, yüksek bütçe ve cari açık ile sıcak para girişine dayalı büyümenin 2017 için değilse de 2018 için sürdürülmesi çok kolay görünmemektedir. Mevsimsel, takvimsel ve de iç ve dış konjonktürün etkilerini bir kenara ayırdığımızda ülke ekonomisinin nasıl büyüdüğünü birkaç cümlede açıklamak mümkündür. Öncelikle, son çeyrek büyüme rakamlarının da ortaya koyduğu şekilde, millî gelirdeki artışın kaynağı giderek üretken sektörlerden uzaklaşmakta, toplumsal refaha ve istihdama katkı sağlamayan sektörler üzerinden gelir artışı sağlandığı görülmektedir. Üretken olmayan bu sektörler arasındaki parlayan yıldız inşaat olurken tüm sermaye, ülkenin doğasını, kentsel dokusunu katleden rant paylaşımından pay kapma yarışına girmiştir. Oysa bilindiği gibi, inşaat ve inşaatla paralel çalışan hizmetlere ait sektör kolları üretimi artırmayı değil, üretilmişe el koymayı, gelirden daha fazla payı üretimsiz bir şekilde paylaşmayı amaçlamaktadır. Üretim artmayınca istihdam da artmaz, üretim teknikleri ve yeni teknolojiler gelişemez, ülke ekonomisi bir çöküntüye ve yozlaşmaya doğru sürüklenir, çoğunluğu genç nüfustan oluşan iş gücü de bu karanlık sona doğru sürüklenmiş olur. Tüm üretimini ithalata bağımlı olarak sürdürebilen, ileri tekniklerin tümünü dışarıdan sağlayan bir ülke gençliğine taşeronlaşmadan başka ne vadedilebilir bunu da merak ediyoruz.
İşte bu nedenledir ki, örneğin son çeyrek verilerinden yola çıkarsak, yüzde 5,2 büyüyen bir ekonomi aynı zamanda yüzde 10'un üzerinde seyreden işsizliği de üretmektedir. Hatta gençler arasındaki işsizlik oranının yüzde 20'yi aştığı açık ve nettir. İktidar, mali yönden sıkıştıkça vergi sopasını hatırlıyor ama vergilendirmediği kesimleri vergilendirmek -sınıfsal tercihleri gereği- bir türlü aklına gelemiyor. Yeni yıl için öngörülen vergi sağanağının hangi ihtiyaçlara karşılık geldiği sorusuyla şöyle başlayabiliriz.
Birincisi: Geçen yıl yapılan vergi ve sosyal sigorta indirimlerinin, ertelemelerinin bir şekilde telafisi gerekiyordu; indirimler vergisini ödemeyenlere, ceremesi halk kitlelerine diyebiliriz, bunu böyle açıklayabiliriz. Çünkü indirimler özellikle beyaz eşya ve benzerlerinde, 150 metrekareyi aşan konutlarda belirli ölçülerde halk tüketimine de yansıdı. Öte yandan, getirilen vergiler, MTV artışı ve gelir vergisinin üçüncü dilimine yüzde 3'lük zam dışındakiler geniş kitleleri fazla rahatsız edecek türden değildi. Gerçi gelir vergisi kaynakta kesildiği için orta-üst düzey ücretlilerin tepkisi de gecikmelidir. Meyveli gazoza yüzde 25 ÖTV uygulanacak olması ise, fiyatlar içine gizleneceği için, görünmez kılınabilir ama dahası da var.
İkincisi: Vergi barışlarının birinci derecede sorumlu olduğu ama diğer siyasi, idari etkenlerin de katkıda bulunduğu nedenlerle Maliyenin vergi tahsilat oranları dramatik ölçülerde gerilemiştir. Vergisini ödemeyen iş adamlarının vergi kaçırması önlenemediği gibi âdeta teşvik edilmiştir. Bu nedenle getirilen vergi artışları vergiden kaçınmanın çok güç olduğu alanlardadır. MTV, talih oyunları, mali kurumların kurumlar vergisi, bunlar sermaye kesimini de çok rahatsız edecek türden değildir.
Üçüncüsü: Vergi kaçakçılarına yönelik olarak yapılan vergi, sigorta primi indirimi ve ertelemelerini aşan daha kapsamlı teşvikler gündeme getirilmişti. Bunların da telafisi gerekiyordu. Kredi Garanti Fonu üzerinden açılan 250 milyar liralık kredi bunun en görünen yüzü oldu ama bu başlığı, köprü, havalimanı, hastane yapımcılarına verilen araç, yolcu, hasta sayısı garantilerine ve bunların artık bütçeye yansımaya başlayan yüklerine kadar götürmek gerekir.
Dördüncüsü: Bütçeden savunma harcamalarının artışı ve daha da artmasının beklenmesi. Bunun için Savunma Sanayi Destekleme Fonu'na da yeni aktarımlar gündemdedir. Yukarıdaki diğer etkenlerle birlikte uzun zamandır ilk kez bütçe açıklarını başlangıç ödeneklerinin oldukça üzerine taşırmıştır. Nihayet, bu indirimlerin ertelemelerde, Kredi Garanti Fonu gibi teşviklerde asıl amaç, durgunluk işaretleri veren ekonomiye kritik bir referandum döneminde canlılık kazandırmak veya durgunluk hâlini ertelemek, bu arada zora düşebilecek şirketleri kurtarmaktı. Nitekim, Başbakan Binali Yıldırım yaz başında "Eğer 250 milyar liralık kredi hacmi oluşturulmasaydı bugün 30 bin sanayici, iş adamı göçmüştü, bankalar zora girmişti, ekonomi de maalesef zora girecekti." diyebilecekti.
Bütününe baktığımız zaman, teşviklerin yükünün geniş kitlelere aktarıldığı açıktır. Şirketler, bankalar zora düştüğünde yardıma çağrılanlar yine geniş halk kitleleridir, bunların düşük bireysel tasarruflarıdır, eğer tasarrufları yoksa tüketimlerinin tayınlanmasıdır. Ama bu daha başlangıçtır. Şimdi getirilen vergi artışlarıyla, bu yılki bütçe açıklarının telafisinin bile mümkün olmadığı görülmektedir. 2017 bütçesinin ek açıkları, torba kanuna eklenen ek borçlanma yetkisi veren maddeye göre, 37 milyar TL'dir. Oysa, getirilmek istenen vergi artışlarının getirisi 28 milyar TL olarak hesaplanmaktaydı. Dolayısıyla, hem yeni vergi, fiyat artışları gündeme gelebilir hem de zaten Orta Vadeli Program'da üç yıl üst üste 10'ar milyar dolarlık özelleştirme gelirleri tahmini, artık satılacak mal mülk azaldığı için doğrudan toplumsal tüketim alanlarına yönelebilir. Düşük memur ücretlerinin telafi mekanizması olarak çalışan kamu lojmanlarının satışının şimdiden dile getirilmesi bunun dışa vurumudur.
Şimdi gelelim vergilere dönük halk tepkilerine karşı iktidarın geri adım atmasına. Aslında bu vergilerden en görünür ve yakıcı olanı araç sahipliğine getirilen zamlardı. Bunlar hem araç parkının yarısından biraz fazlasını oluşturan özel otomobil sahipliğine hem de ticari araç sahipliğineydi ki ticari araçların büyük bölümü de esnafın kullandığı hafif ticari araçlardı. İktidar, tepkiden çekindiği için olacak, zam oranını da gizleyerek açıklamıştı. Her yıl yeniden değerleme oranıyla yükseltilen sabit miktarlı tarifede 2018 için öngörülen yüzde 40'lık zam oranı esasen devasa bir artıştı ama asıl artış oranlarını gizliyordu. Yüzde 40'lık artış sadece 1.300 santimetreküp altındakiler ile 1300-1600 santimetreküp arasında olup vergisiz değeri 40 bin TL'yi aşmayan taşıtlarda geçerliydi. Yani 20 basamaklı olarak oluşturulan tarifenin sadece 2 basamağı için geçerliydi. Bu iki basamak toplam satışlar içinde yaklaşık üçte 1'lik bir pay almaktadır. Bu silindir hacimlerinde kalan ama değeri 40-70 bin TL arasındaki taşıtlarda artış oranı yüzde 54'e, 70 bin TL'yi aşanlarda da yüzde 68'e yükseliyordu. Tarifenin izleyen dilimlerindeki daha yüksek silindir hacimlerinde de artış oranı alt matrah basamağında yüzde 54, üst matrah basamağında ise yüzde 68 olarak düzenlenmişti. Ama şu çarpıklığa bakar mısınız: Değeri 475 bini aşmayan 4.001 santimetreküp üstü bir araçta artış oranı yüzde 54 iken, değeri 70 bin TL'nin üzerinde ama 1.300 santimetreküp altındaki bir aracın MTV'si yüzde 68 arttırılabiliyordu. Maliye bu çarpıklığı gizlemesin de ne yapsın?
Tepkiler bir vergi sağanağı olarak algılanan düzenlemelerin bütününe oldu ama asıl tepki MTV'ye yönelikti çünkü giderek bir lüks ulaşım aracı olmaktan çıkan ve taşıt sahibi olmayan alt gelirli kesimlerin de ulaşmaya çalıştığı bir tüketim biçimini cezalandırıyordu. Bir başka ilginçlik de şuydu: Köprü yapımcılarına asgari araç geçişi üzerinden güvenceler veren siyasi iktidarın araç sahipliğini caydıracak düzenlemelerle kendi hazinesinin yükünü arttırmayı göze alması, kendi topuğuna silah sıkmasıydı.
Görüşmeye başlanan torba kanun dar gelirlileri yoksullaştıracak, bütçe kaynaklarının büyük şirketler lehine transfer sonucunu doğuracak çok sayıda mali düzenleme içermektedir. 130 maddeden, 76 sayfadan oluşan bu torba yasa tam 53 ayrı kanunda değişiklik yapmaktadır. 53 kanunu değiştirme iddiasındaki bir torba, 16 Nisan şaibeli referandumun büsbütün işlevsiz kıldığı Parlamento üzerinde ağır bir test sürüşünden başka hiçbir şey değildir.
Uçağa binen herkesin kişisel verilerini işleyip paylaşmaktan özel eğitimli silahlı güvenlik görevlisi bulundurmaya, Saraçoğlu Mahallesi'nin satışından WhatsApp vergisine, İslami finansman kapsamındaki mudaraba-muşaraka araçlarının kullanımından fikir, sanat eseri çoğaltan cihaz ithalatçılarından kesilen paraların bütçeye aktarılmasına, ek bütçe kanunuyla getirilmesi gereken 37 milyar TL borçlanmanın araya sıkıştırılmasına kadar upuzun bir listedir. Bu uzun liste Mecliste sadece iktidar partisi varmış gibi yasalaşacaktır.
Torbadaki bir madde, şirketlerin döviz borcu yükümlülüğünün kaygı sebebi olduğu anlamına geliyor. Malum, reel sektörün döviz borçluluğu önemli bir risk. Merkez Bankası Kanunu'nda bu riski izlemeye dönük bir değişiklik yapılıyor. Tasarıya göre, Merkez Bankası artık sadece bankalar ve mali kurumlardan değil, şirketlerden de bilgi isteyebilecektir. 37'nci maddede gerekçe şöyle anlatılmış arkadaşlar: "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının temel amacı olan fiyat istikrarın sağlanması ile finansal sistemde istikrarı sağlayıcı para ve döviz piyasalarıyla ilgili düzenleyici tedbirleri almak gibi birçok görevi bankanın sağlıklı, doğru, güncel ve sistemli olarak veri elde edebilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan bankanın sadece bankalardan ve mali kuruluşlardan bilgi alması da yeterli olmayabilecektir. Reel sektörün yabancı parayla borçlanmasından kaynaklanan borçlanma ve kur riskinin bilinmesi değerlendirilmesi de bankanın amaç ve görevlerine hizmet edecektir." denilmektedir. Bu düzenleme, aslında Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in aylar önce açıkladığı "Sistemik Risk Veri Takip Modeli"yle uyumlu. Şimşek, geçen martta reel sektörün kur riskine yönelik sağlıklı bir gözetim imkânının oluşturulması, doğru politikaları belirlemek üzere çalışıldığını haber vermişti. Buna göre, toplam yabancı para borcunun yüzde 83'ünün borçlusu olan 2 bin firmaya dair detaylı veriler toplanacaktı. Oluşturulan veri setiyle de firmaların stok döviz pozisyonu ve kısa vadeli döviz nakit akışı izlenebilecek. Reel sektörün borç yükünde ekonomiyi canlandırmak amacıyla kullandırılan fakat nasıl kullanıldığı bir miktar şüpheli de olan Kredi Garanti Fonu kredilerinin payı büyük. Torba kanunun belki de en işlevsel maddesi, fotoğrafın tamamını gösterecek verileri derlemeye dönük bu madde olacak fakat bu konuda da olumlu düşünmeyi gölgeleyen bir başka düzenleme, yine aynı bu torba kanunda, tasarının Türk Ticaret Kanunu'yla uyumlu olması adına, Merkez Bankasındaki denetim kurulunun kaldırılmasını öngörüyor. Merkez Bankasının Denetleme Kurulu, her türlü işlemi denetleyerek rapor hazırlayıp sunma yetkisine sahipken yapılmak istenen değişikliğin gerçekten TTK'ya uyum mu yoksa bir başka nedene mi dayandığının tasarının görüşmeleri sırasında ortaya çıkacağını ve Sayın Bakanın ve ilgili Merkez Bankası yetkililerinin buraya gelerek bununla ilgili bizi geniş anlamda bilgilendireceğini ümit etmek istiyoruz.
Sonuç olarak, sanayileşme hamlesini tamamlamamış hiçbir ülke gelişmiş bir ülke hâline gelemez. Bunun yanı sıra, istihdam odaklı, öncelikli sektörlerdeki bölgesel kalkınmaya yönelik sanayileşmeyi hedeflemedikçe sanayi hamlelerinden bahsetmek olanak dışıdır. Ülkemizin acil olarak halkçı, devrimci, emekten yana iktisadi bir yaklaşıma ve modele ihtiyacı vardır. Emeği, mühendisliği, bilimi, tekniği, sanayileşmeyi toplumsal refah amacına doğru yönlendirmeye, ülke kaynaklarını etkin bir dağılımla üretken ve istihdam yaratan sektörlere yönlendirmeye, dolayısıyla toplumsal refahı sağlayıcı bir büyümeye gereksinim vardır. Tüm bunlarla sıkı sıkıya bağlantılı olarak bilimsel düşünce ve üretimin yasak ve sınırlamalarla yok edilmediği, özgür düşüncenin suç sayılmadığı, eğitim ve çalışma yaşamının gericileşmeye terk edilmediği, laik, demokratik bir anlayışa ihtiyaç giderek büyümektedir.
Bu dilek ve arzularla yeni yasama döneminde Parlamentoya ve Plan ve Bütçe Komisyonuna başarılar diliyorum, saygılar sunuyorum.