KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM MUSTAFA TURHAN (İzmir) - Sayın Başkanım, Komisyonumuzun değerli üyeleri, Sayın Bakanım, kamu kurum ve kuruluşlarımızın kıymetli çalışanları, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi en içten duygularımla saygıyla selamlıyorum.

Kalkınma Bakanlığının bence en önemli yönü hem on yıllık kalkınma planlarını hem orta vadeli programı hazırlıyor olması dolayısıyla aslında ekonomi yönetimindeki stratejik aklı temsil etmesidir. Stratejik akıl stratejik planlamayı gerektirir. Tabii, stratejik planlama için de en önemli belki unsurlardan bir tanesi, sağlıklı bir durum analizi yapmaktır. Sağlıklı bir durum analizi hem içinde bulunduğumuz döneme hem de önümüzdeki döneme ilişkin fırsatları ve tehditleri bizim önümüze serer.

Bildiğiniz gibi, küresel sistem son yirmi yıl içerisinde belki de geçmiş tarihle karşılaştırıldığı zaman akıllara durgunluk verecek ölçüde büyük bir değişim ve dönüşüm geçiriyor. Şöyle yirmi yıl öncesiyle bugünü karşılaştırdığımız zaman, sadece millî gelir sıralamasında dünyanın en büyük ekonomilerinin radikal bir şekilde değişmesi değil aynı zamanda tartışmaları, belki de iktisat kuramını bile derinden etkileyecek parasal genişleme gibi, merkez bankalarının rolü ve işlevi gibi, küresel gelir dağılımındaki çarpıcı değişmeler gibi olguları hep birlikte yaşadık. Ve tabii ki bu kadar kısa süre içerisinde küresel ekonomi politiği bu kadar derinden etkileyen gelişmelerin yaşanması belki de ekonomi politik fay hatları üzerinde olması gerekenden ya da dünya sisteminin taşıyabileceğinden fazla bir gerilim oluşturdu. Bu bakımdan, içinde bulunduğumuz dönemin ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle çarpıcı benzerlikler içerdiğini dikkate almamız gerekiyor diye düşünüyorum. Hatırlanacağı gibi, 1870'te başlayan ve dünya tarihine "Belle Époque" diye geçen o küreselleşme dönemi beraberinde demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ve insan hakları gibi kavramların da dünya siyaseti tarafından içselleştirildiği bir çağı getirmişti. Ancak bu parlak dönemden, bu altın çağın hemen arkasından ülkeler arasında yaşanan buna benzer, bugün yaşadıklarımıza benzer ekonomi politik değişimler ve küresel güç dengelerindeki fay hatlarının aşırı derecede gerilmesine bağlı olarak korumacılığın, içe kapanmanın, çatışmacı milliyetçilik söyleminin yükselmesini, bölgesel iş birlikleri yerine dış ticarette düşmanca rekabetin ve bütün bunları belki de güçlendirici ve bunlarla hep birlikte yürüyen bir eğilim olarak da popülist politikaların yükseldiğini gözlemledik. Ne yazık ki şu an içinde yaşadığımız dönemde de bütün dünyada, en gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere, insan hakları kavramının, demokrasi kavramının en kökleştiğini düşündüğümüz bölgelerde de bu gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde bizi gerçekten zor günlerin beklediğini söylemek yanlış olmaz. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde yaşadığımız gibi devletler, güvenliklerinin ve varlıklarının tehdit altında olduğunu; toplumlar, millî beraberliklerinin ve refahlarının tehdit altında olduğunu algılayarak gerçekten hem siyasette hem ekonomide akıl almaz bir değişim ve dönüşüm yaşadılar. Oysa daha 18'inci yüzyılın başında John Locke'un, Montesquieu'nun kuvvetler ayrılığını çok açık bir şekilde kuramlaştırmasına rağmen, insan hakları kavramının ta 1776'dan itibaren hem kuramsal hem uygulamalı olarak dünya siyasetinde yerini almasına rağmen, hukukun üstünlüğünün genel kabul gören bir prensip olmasını ve bu yönüyle bizim 1876 Anayasamızda da yerini almasına rağmen demokratik siyasetin bu ilkeleri yaşanan ekonomik politik sarsıntının neticesinde önemini kaybetti ve ihmal edilebilir olarak algılandı. Ve bunun neticesinde ekonomi politikaları olgusal gerçeklik yerine kurgusal gerçekliğin, bilgiye dayalı karar alma süreci yerine dogmatik kanaatlere dayalı karar alma sürecinin, rasyonel akıl yerine toplumsal histerilerin, sanrıların egemen olduğu bir alanda, bir iklimde gerçekleşmeye başladı. Ve tabii ki bu ortamın ilk ve en zavallı kurbanı da piyasa ekonomisi oldu. AK PARTİ kurulduğu günden itibaren hem kuruluş bildirgesinde hem bütün seçim beyannamelerinde, kurduğu bütün hükûmet programlarında piyasa ekonomisinin önemini vurgulamıştır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde maalesef bizi bekleyen bu zorluklar içerisinde hazırlayacağımız hem kalkınma planlarında hem orta vadeli programlarda da bu temel ilkeden vazgeçmemek bizim için son derece önemlidir. Çünkü ancak bu yolla geçmişte sanayi devriminde, bilgi devriminde yaşananla kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir paradikmatik değişimin bizi beklediği, kuantum bilgisayarların ve yapay zekânın şekillendireceği gelecekte ekonomimiz ve ekonomik refahtan istifade edecek toplumumuz ayakta kalmayı başarabilecektir.

Sayın Başkanım, hoşgörünüze sığınarak bugünün anlamıyla ilgili birkaç kelime söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum. Sanayi Devrimi'nin arkasından, hepimizin bildiği gibi, Batı toplumları, Batı devletleri elde ettikleri teknolojik güçle dünya siyasetindeki güç dengesini kendi dışındaki toplumlar aleyhine -bu arada tabii bizim de aleyhimize- ve geri dönülmez bir şekilde değiştirdiler ve bundan tabii ki hepimiz çok olumsuz etkilendik. Bu durumu tespit eden o dönemin 19'uncu yüzyıl başındaki siyasi elit de bir modernleşme projesi başlattı ama ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı bu projenin ciddi bir şekilde akamete uğramasına yol açtı. İşte böyle bir dönemde Mustafa Kemal Atatürk gerek İstiklal Savaşı'mıza liderlik eden ve bu yönüyle -her iki dedesi de İstiklal Savaşı gazisi olan bir torun olarak söylüyorum- ortak değerimiz olarak kabul etmeyi istediğimiz bir millî kahraman, aynı zamanda da az evvel bahsettiğim bu modernleşme serüvenini cumhuriyetin ilanıyla bir üst seviyeye taşıyan ve gerçekten de belki bu yönüyle devleti yok olmaktan kurtaran bir ortak değerimiz. Dolayısıyla da tarihsel bir kişilik olarak saygıyla anıyoruz ve saygıyla anılmayı da doğrusu hak ediyor. Ancak Atatürk'ü bu tarihsel kimliğinin ötesinde tarihüstü bir varlık, hele hele de ideolojik siyasetin bir öznesi hâline getirmek, tarihsel dönemselliği içerisinde geçerliliği tartışabilir olan bir toplum mühendisliği projesini onun adını kullanarak bugün de dayatmaya çalışmak Atatürk'e yapılacak en büyük yanlışlık, en büyük haksızlık olur diye düşünüyorum. Peki, bu bahsettiğim acaba sanal bir korku mu, gerçekten bir irrasyonel endişe mi? Ben 1980 12 Eylül dönemini gayet iyi hatırlıyorum. O dönemde darbeci zihniyetin Atatürk adına farklı etnik kökenden, farklı yaşam tarzı tercihine sahip olan insanlara ya da ne ezilen ne ezen hakça bir düzen arayışı içerisinde Türkiye'ye farklı kurtuluş reçetesi üretmek isteyen insanlara nasıl zulmettiklerini gerçekten iyi hatırlıyorum. Keza, 28 Şubat döneminde yine Atatürk adına insanlara nasıl eziyetler edildiğini de herhâlde hepimiz hatırlıyoruz. Dolayısıyla Atatürk'ü ideolojik siyasetin, endoktrinasyonun, toplum mühendisliğinin ve dogmatizmin bir öznesi değil, gerçekten, bugünlerde çok ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğüm milletçe beraberliğin nesnesi olabilecek tarihsel bir şahsiyet olarak algılarsak herhâlde herkes açısından daha doğru bir adım atmış oluruz diye düşünüyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

İBRAHİM MUSTAFA TURHAN (İzmir) - Bütçemizin hayırlı olmasını diliyor, çalışmalarınızda başarılar diliyor, Komisyonumuzu saygıyla selamlıyorum.