| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/887) ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/861) hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 13 .11.2017 |
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım; 2018 yılı mali bütçe tasarısını sizlerle burada konuşmaktan büyük memnuniyet duyuyorum. Geç saatte Bakanlığımızın bütçesine vakit ayırdığınız için hepinize teşekkür ediyorum.
Tabii, Avrupa Birliğini konuşacağız. Avrupa Birliğiyle ilgili son bütçe görüşmesinden bu tarafa, burada paylaştığım fikirlerden sonra ne aşamadayız, bunları sizinle yakın bir şekilde paylaşmak istiyorum. Ama biraz bu Avrupa Birliğindeki gelişmelerin nasıl bir çerçeveye oturduğu konusunda da bazı görüşlerimi sizlere aktarmak isterim.
Özellikle bu son yılda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte açık seçik bir tablo ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş sonrası oluşan geçici dengenin sarsıldığı, yeni güç odaklarının belirdiği yeni bir döneme giriyoruz. Şu açıktır: İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan liberal düzen ve kurumlar artık sarsıntı geçirmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan düzenin sarsıldığını, bundan sonra güç ilişkilerinin daha kaotik olacağını, daha ciddi sıkıntılarla, daha ciddi belirsizliklerle karşı karşıya kalacağımızı net bir şekilde söylemek lazım. Kişisel öngörüme göre de bugünden sonra artık dünya bugün gördüğümüz, bugüne kadar alıştığımız dünyadan daha zor bir dünya olacak. Bununla ilgili görüşlerimi belli oranda sizlerle paylaşacağım.
Avrupa Kıtası da yeni gelişmelere ve yeni birtakım süreçlere gebe, kritik bir süreçten geçiyor. Nitekim şu anda olmasa da 2019'da Konsey ve Komisyon başkanlıklarının yenileneceği dönemle birlikte Avrupa Birliğinde de köklü değişimler göreceğiz. Ciddi bir reform talebi var, ciddi bir reform talebiyle karşı karşıyalar. Bugün bu talep ertelenmektedir ama bununla kaçınılmaz bir şekilde yüzleşmek zorunda kalacaklar. Tabii, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri de gerek küresel sistemde yaşanan bu değişimden gerekse Avrupa Birliğinin içindeki bu değişimlerden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu ilişkiler de bu dinamiklere bağlı olarak değişmektedir, şekillenmektedir. Büyük resme baktığımızda, bugün Avrupa Birliği 3 temel meydan okumayla karşı karşıyadır: Birincisi, Brexit yani İngiltere'nin Avrupa Birliğinden ayrılma kararı; ikincisi, yeni Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin Avrupa Birliğine yaklaşımı; üçüncüsü ise aşırı sağın yükselişidir. Kuşkusuz ekonomik kriz, terörle mücadele, göç gibi konular Avrupa kamuoyunun gündemindeki temel sorunlar olarak yerini korumaktadır ama bahsettiğim gibi bu saydığım 3 temel meydan okuma Avrupa Birliğinin karşı karşıya olduğu tehditleri, riskleri, fırsatları tanımlamaktadır. Aynı zamanda da bu aşırı sağın yükselmesiyle birlikte, Avrupa'nın tümünü kapsayan bir değerler kriziyle karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Tabii, Birleşik Krallık'ın ayrılma kararı herhangi sıradan bir siyasi tehdit ya da siyasi bir meydan okuma ortaya çıkarmamıştır. Bizim tanımlamamıza göre, açık bir şekilde varoluşsal bir kriz ortaya çıkarmıştır. Esasında, bu kararın ortaya çıkması, benim açımdan, kişisel olarak da şaşırtıcı oldu. Kuşkusuz İngiliz halkının kararına saygı duyuyoruz fakat bugün Avrupa Birliğini oluşturan tartışmalar, Avrupa düzeni fikri esasında Napolyon savaşlarından sonra ilk olarak İngilizlerin ortaya attığı bir fikirdi. Şöyle bir şey düşünmüşlerdi: "Bir daha nasıl bir düzen kuralım da Avrupa'nın sınırlarını altüst eden Napolyon Dönemi gibi birtakım gelişmelerle karşı karşıya kalmayalım?" Dolayısıyla, aslında İngilizlerin öncülük ettiği bu "Avrupa düzeni" fikri çeşitli şekillerde evrildi ve bugünün Avrupa Birliğine kadar geldi. Dolayısıyla, Brexit kararının ortaya çıkması çok açık varoluşsal bir krizdir. İngiltere gibi büyük bir ülkenin ayrılma kararı alması, Avrupa Birliğinde bundan sonra işlerin asla eskisi gibi olmayacağını gösteriyor. Gelinen noktada, tabii, tartışma sürüyor fakat şimdiye kadar Avrupa Birliğinin bu sarsıntıyı göğüslemekte başarılı olduğunu, geriye kalan 27 ülkenin birlik içerisinde hareket ettiğini, İngiltere'ye bunun bir faturası olduğunu net bir şekilde ilettiklerini ve şu ana kadar Avrupa Birliğinin sürecin kontrolünü elinde tuttuğunu görüyoruz. Tabii, İngiltere tarafında ciddi tartışmalar oluyor. En son ziyaretimde hâlen kamuoyunda "Yeni bir Brexit referandumu olur mu olmaz mı?" gibisinden tartışmaların sürdüğünü gözlemledim.
Diğer bahsettiğim konu, Amerika Birleşik Devletlerinde Avrupa entegrasyonuna dönük bir fikir değişikliği gözlemliyoruz. Mayıs ayında yapılan NATO Zirvesi ve G7 Toplantısında bu daha açık bir biçimde ortaya çıktı. Geleneksel olarak Amerikan başkanları ve Amerikan yönetimi Avrupa entegrasyonunu desteklerler ve Avrupa entegrasyonunun öneminin altını çizerler fakat ilk defa bir Amerikan Başkanı, Başkan Trump Brexit kararına ilişkin şöyle bir açıklama yaptı: "Brexit kararı doğru olmuştur, bundan sonra da buna benzer kararların arkasından geleceğini düşünüyorum." şeklinde. Tabii, bu şaşırtıcıdır çünkü Atlantik ittifakında Avrupa entegrasyonu ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ilişkisi bakımından sarsıcı bir sonuç doğurmuştur. Hepinizin yakından bildiği gibi Paris İklim Anlaşması ve NATO'yla ilgili tartışmalar başta olmak üzere Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki tartışma derinleşmiştir, hatta bu öyle bir noktaya ulaşmıştır ki Merkel şöyle bir açıklama yapmıştır: "Eski dostlukların ve müttefikliklerin devam etmeyeceğini görüyorum. Artık Avrupalılar kendi başlarının çaresine bakmalıdırlar, Avrupa'nın savunması konusunda daha çok dayanışma içerisinde olmalıyız." Tabii, pek çok tartışmanın gölgesinde kaldı bu açıklamalar fakat belki de son elli yılın en ilginç tartışmalarından, en ilginç açıklamalarından bir tanesidir bu; Amerika Birleşik Devletleri'nden Avrupa entegrasyonuna dönük bu tip eleştirilerin gelmesi. Çünkü, şimdiye kadar hem Avrupa'nın bütünleşmesinde hem de bu bütünleşmenin derinleşmesinde son derece güçlü bir rol oynamıştır Amerika Birleşik Devletleri. Bu makasın açılması üzerinde hep beraber durmalıyız. Tabii, bunun birtakım sonuçları oldu. Çok uzun zamandır "Avrupa savunma ordusu" diye bir şeyden bahsedilir ama bu hep lafta kalır. İlk defa bununla ilgili birtakım somut adımlar nasıl atabiliriz gibisinden birtakım tartışmaların da bu gelişmelerin arkasından önümüze geldiğini görüyoruz. Bunu Türkiye olarak çok yakından izlemeliyiz, millî çıkarlarımız açısından çok yakından izlemeliyiz, hem Amerika Birleşik Devletleri'yle olan ilişkilerimiz açısından hem Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimiz açısından.
Üçüncü konu, aşırı sağcılığın maalesef bu Avrupa Birliğinde ciddi bir şeklide yükselmesidir. 2017 yılında Hollanda, Fransa, Almanya ve Avusturya'da yapılan seçim sonuçları ayrıntılı olarak incelendiğinde şu görülebilir: Aşırı sağın yükselişi kurumsallaşmıştır. Bu, ilk başta acaba geçici midir, konjonktürel midir diye düşünülüyordu fakat bizim değerlendirmemiz şudur: Geçici ve konjonktürel olduğu görülmüyor, tam tersine, siyaset sosyolojisindeki bir değişimin neticesidir. Dolayısıyla, alttan yukarıya doğru yükselen bir dalgadır, sadece siyasi partilerin yetersizlikleri sonucu ortaya çıkan bir tepkisellik değil, toplumları saran bir dalgadan bahsediyoruz. Bu, tabii, demokrat insanlar için, özgürlüklere inanan insanlar için, oradaki soydaşlarımız için, Müslümanlar için, bütün akraba topluluklar için son derece tehlikeli bir gelişmedir. Nitekim, bu aşırı sağın yükselişini tetikleyen seçimlere baktığımızda iki tane temel unsuru gözlemlediğimizi sizlerle paylaşmak isterim: Bir tanesi: Siyasetin aşırı parçalanması sonucu merkez sağ ve merkez sol büyük oranda zemin kaybetmektedir yani Avrupa siyasetini iki dengeye oturtan merkez sol ve merkez sağ partiler neredeyse erimektedir ya da işlevsizleşmektedir ya da muhakkak surette aşırı sağın sıkı takibi altında güç kaybetmektedir. Hollanda, Fransa ve Almanya seçimlerinde aşırı sağı temsil eden partiler iktidara gelememiş olsalar da sistemin geleceğini belirleyecek ölçüde güçlenerek 2'nci parti oldular, Avusturya'daysa koalisyon ortağı olma olasılıkları vardır. Bu, son derece tehlikeli bir tablodur. Maalesef bize 2'nci Dünya Savaşı öncesi birtakım gelişmeleri hatırlatmaktadır.
İkincisi: Seçimler artık geleneksel sağ ve sol politika ayrımlarından uzaklaşmaktadır. Bu da tehlikelidir, hem siyaset felsefesi açısından hem siyaset sosyolojisi açısından bu kontrolün kaybedilebileceği bir tablo ortaya çıkıyor. Artık merkez sağ ve merkez solun geleneksel ajandası yerine, seçimler, korumacı, aşırı milliyetçi, göçmen ve Avrupa karşıtı görüşlerle, serbest piyasa yanlısı, küreselleşmeci, Avrupa bütünleşmesi taraftarı görüşlerin arasında geçmektedir. Birçok Avrupa ülkesinde siyasetin merkezinin aşırı sağa doğru kayması gibi bir durum söz konusudur. Burada çok çok derinlemesine baktığımızda şöyle bir şey görüyoruz: Mesela, on sene evvel yapılan çalışmalarda "Merkez sağ partiler ile şimdiki aşırı sağ partiler arasında ne kadar büyük bir gündem kesişmesi var?" dediğimizde bu yüzde 5 ya da yüzde 10'u buluyordu. Şimdi, maalesef, tehlikeli olan şudur: Avrupa'da merkez sağ ve merkez sol partiler ile aşırı sağ partilerin gündem kesişmesi yüzde 60'ın, 70'in üzerine çıkmaktadır dolayısıyla merkez sağ ve merkez solun aşırı sağa doğru kayması şeklinde bir tablo söz konusudur.
Tabii, bu tablo içerisinde lehimize ve aleyhimize olan iki değerlendirme yapabiliriz Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından, kendi çıkarlarımız açısından. Birincisi: Brexit ve yeni ABD yönetiminin Avrupa Birliğine mesafeli tutumu Avrupa Birliğini mevcut ortaklıklarını güçlendirmeye ve yeni ittifak arayışlarına girmeye zorlamaktadır. Transatlantik ilişkilerde yaşanan kırılma başta güvenlik olmak üzere Avrupa Birliğinin uluslararası sistemdeki rolünü yeniden tanımlamasını gerektirecektir. Burada, terörle mücadele, düzensiz göç gibi konular, bütün bunların çözümünde Türkiye'nin vazgeçilmez bir ortak ve kilit bir ülke olduğu ortaya çıkmıştır dolayısıyla Transatlantik ilişkilerdeki gevşeme ya da Avrupa Birliği içerisindeki sarsılmalar Türkiye gibi güçlü bir ülkenin bir denge unsuru olarak ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca, şu da net bir şekilde görülmüştür: Terörle mücadeleden bahsedilecekse, Türkiye dışında bir ortakları yoktur, düzensiz göçün yönetilmesinde herhangi bir şekilde Türkiye dışında kapasite koyabilecek bir ülke yakın coğrafyalarında yoktur. Bu, Türkiye'nin stratejik önemini artıracaktır ve Avrupa Birliğinin Türkiye'yle ilişkisinin yapısal olarak yakınlaşması gerektiğini, bir zorunluluk olarak yakınlaşması gerektiğini önümüze getirecektir.
Diğer bir konu Avrupa projesinin ileriye taşınmasıdır. Avrupa projesinin ileriye taşınması için de, eğer bugün mesela Türkiye Gümrük Birliği'nin imzalandığı zamanlarda Avrupa Birliği üyesi olsaydı, bugün Avrupa projesini sarsan konuların çoğuyla Avrupa Birliği karşı karşıya kalmayacaktı. Dolayısıyla, Avrupa projesini ileriye taşımanın yolunun da Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyeliğinden geçtiği açık ve net bir durumdur. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde bu yöndeki gelişmelerle daha çok karşılaşacağımızı değerlendirebiliriz.
Aleyhimize olan tablo şudur: Avrupa Birliğinin kendi içerisindeki bu varoluşsal krizler demokrasiye sahip çıkma, Avrupa Birliğinin şu anki kurumsal yapısının dışındaki genişleme politikasını sürdürme konusunda bir zaaf ortaya koymaktadır ve bu da çeşitli şekillerde genişleme politikası yerine daha çok komşuluk politikası şeklinde bir yaklaşıma Avrupa Birliğini itmektedir. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Avrupa Birliğinin hem kurumsal olarak hem söylem olarak Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı bu darbe girişimi karşısında yeterli ve güçlü bir sahiplenme içerisinde olmaması, hatta, ilk yirmi dört saat içerisinde bile Türkiye'deki kurumları eleştiren, hatta bir komiserin "Bu darbe girişimi kontrollü bir darbe girişimi ya da önceden planlanmış." anlamına gelebilecek bir söz sarf ederek âdeta Fetullahçı terör örgütünün ağzıyla konuşması şeklindeki etkiler tabii ki ilişkilerimizi sarsmıştır. Burada Türkiye -Avrupa Birliği Bakanı olarak söylüyorum, bunu Avrupa Birliği zeminlerinde de söylüyorum- yüzde yüz haklıdır, Türkiye Büyük Millet Meclisinde o gece her partiden milletvekilleri ölüme meydan okuyarak bu yüce Meclise sahip çıkmışlardır ama Avrupa Parlamentosu Başkanı bir Avrupa devleti olan ve bir yüz yıldır Avrupa demokrasisi olan Türkiye'de böyle bir darbe girişimi gerçekleştikten ancak üç dört ay sonra Türkiye'ye gelebilmiştir; bu süre içerisinde de Avrupa Parlamentosu tarihe leke olarak geçecek çok kötü bir karar almıştır ve Türkiye'yle müzakerelerin kesilmesi şeklinde bir yaklaşım ortaya koymuştur. Tabii, bu, tipik bir oryantalist yaklaşımdır, Avrupa Birliğinin değerleriyle uyuşmamaktadır. Avrupa Parlamentosu Başkanının yapması gereken ilk şey: Bombalara ve ölüme direnmiş Türk parlamenterle dayanışma içinde olmak üzere buraya gelmek ve bu yüce Mecliste demokrasiyi savunan bir konuşma yapmak olmalıydı. Nitekim, kendilerine de söylediğimiz şey şudur: Charlie Hebdo saldırısı olduğunda Türkiye'nin Başbakanının da katıldığı bütün Avrupa liderleri, başka ülkelerden de liderler Paris'te buluştular ve bu saldırıya karşı güçlü bir tepki verdiler. Doğru da yapıldı, teröre karşı dayanışma gösterildi. Bunun 100 katı bir dayanışmanın Fetullahçı terör örgütünün darbe girişimi karşısında Türkiye'de gösterilmesi lazımdı, Avrupalı liderler Türkiye gelmeliydi ve bu dayanışmayı göstermeliydiler, bunu yapamadılar. Hâlbuki, saat 21.00 civarında bu darbe girişimiyle ilgili haberler alındığı andan itibaren ben ilk olarak Dönem Başkanı olan Slovak Dışişleri Bakanı Lajcak başta olmak üzere bütün muhataplarımızı, şimdi İtalya Başbakanı olan, o zamanki Dışişleri Bakanı Gentiloni ve diğerlerini aradım, Türkiye'deki gelişmelerle ilgili bilgi verdim. O sırada ASEAN zirvesinde, Moğolistan'daydılar ve derhâl toplanarak bir açıklama yapacaklarını söylediler. Açıklama dengeliydi ama ondan sonraki tavırlar maalesef yetersiz kaldı. Dolayısıyla, burada dengeli bir şekilde Türk demokrasisine sahip çıkamamaları ve bunun yerine seçimleri de bahane ederek Türkiye'ye daha çok eleştirel bir tavır sergilemeleri ilişkilerimizde ciddi bir kırılma ortaya çıkarmıştır ve bu gerginlik, bu tartışma hâlen sürmektedir, bu da tabii aleyhimize birtakım tabloların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Tabii, gelinen noktada şöyle bir strateji izlemek durumundayız ve bunu izliyoruz: Avrupa Birliğinin içine düştüğü bu durum, Avrupa Birliğinin kötüye gitmesi biz Avrupa Birliğinde olmasak da bizim aleyhimizedir. Avrupa Birliğinin sarsılması, Avrupa Birliğinin zayıflaması demek hem bizim oradaki ekonomik çıkarlarımız bakımından hem millî çıkarlarımız bakımından, siyasi çıkarlarımız bakımından bizim için tehlikelidir. Türkiye Avrupa Birliği üyesi olmasa bile eğer Avrupa Birliği ekonomik istikrarını koruyamazsa -aramızdaki ithalat-ihracat dengesi yüzde 50-50 civarında, yabancı sermayenin çoğu oradan geliyor- bu aleyhimize bir durum oluşturur. Nitekim eğer Avrupa Birliği sarsılırsa ve bir zaafa uğrarsa Avrupa'da aşırı sağcılar, ırkçılar iktidara geleceği için bu oradaki kendi vatandaşlarımızı ve Müslümanları çok büyük bir faciayla karşı karşıya bırakacağı için böyle bir tabloyu da kesinlikle arzu etmemeliyiz.
Çok önemli bir konu da şudur: Türkiye'nin şu anda güneyinde, Suriye'de ve Irak'ta bir istikrarsızlık vardır, geçmişte Balkanlarda da istikrarsızlık yaşandı ve Avrupa Birliğinin sarsılması demek, Avrupa Birliğinin zayıflaması demek Balkanlarda yeni birtakım çatışmaların, sıkıntıların ortaya çıkması anlamına gelecektir, bu da hiçbir zaman arzu etmediğimiz bir şeydir. Dolayısıyla, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği konusundaki kararlılığımız devam edecektir ama aynı zamanda da Avrupa'nın istikrarını korumak, Avrupa'nın siyasi birliğini korumak konusundaki rolümüzün, bir Avrupa devleti olarak, Avrupa'nın geleceğinden sorumlu olduğumuz rolün de altını çizmek durumundayız. Dolayısıyla, biz, AB üyesi olmak için çabalıyoruz, bunun için kararlı bir reform iradesi ortaya koyuyoruz ama aynı zamanda da Avrupa'nın geleceğinden sorumlu olduğumuzu, millî çıkarlarımız açısından orasının istikrarlı olması gerektiğinin de altını çiziyoruz. Tabii, bu bakımdan, bu reform sürecini sürdürmek durumundayız. Reform süreci sadece Avrupa Birliğine giriş için değil, Türkiye'nin bu çalkantılı bölgede, belirsizliklerin arttığı bir dünyada daha güçlü bir şekilde istikrarını koruması için de gereklidir.
Yakın zamanda aramızda çeşitli toplantılar gerçekleşecek. Tabii, bu katılım müzakereleriyle ilgili çabamız sürerken aynı zamanda yoğun bir ajandamız var Avrupa Birliğiyle ilgili. 13 Haziranda Türkiye-AB siyasi direktörler seviyesindeki Siyasi Diyalog Toplantısı, 25 Temmuzda benim ve Dışişleri Bakanımızın katılımlarıyla Yüksek Düzeyli Siyasi Diyalog Toplantısı gerçekleştirildi. Ayrıca, 2017 yılı içerisinde 20 Kasımda Yüksek Düzeyli Enerji Diyalogu, 27 Kasımda Yüksek Düzeyli Ulaştırma Diyalogu, 28 Kasımda Türkiye-AB 125'inci Ortaklık Komitesi, 7-8 Aralıkta ise Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog toplantılarının yapılması söz konusu olacaktır. Bu diyalog toplantıları da bahsettiğim çerçevede Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizi yoğunlaştırmak bakımından önemlidir.
Tabii, fasıllar konusunda bir tıkanıklık var. 33 fasıldan 16'sı müzakereye açıldı, 1 tanesi geçici olarak kapatıldı. Bu konuda aslında 29 Kasım zirvesinden sonra çalışmalarımızı hızlandırmıştık. Esasen bugün Rumların tek taraflı olarak bloke ettiği 5 fasılda -yani 15'inci Enerji, 23'üncü Yargı ve Temel Haklar, 24'üncü Adalet, Özgürlük ve Güvenlik, 26'ncı Eğitim ve Kültür, 31'inci Dış Güvenlik ve Savunma Politikası- Komisyonla birlikte verimli bir çalışma yaptık ve önemli bir ilerleme kaydettik. Dolayısıyla, biz bu fasıllarda üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmiş bulunuyoruz fasıllar açılmasa da.
En önemli konulardan bir tanesi son zamanlarda Türkiye yargı bağımsızlığı ve benzeri konularda Avrupa Birliği tarafından eleştiriliyor. Biz de bu eleştirilerden kaçmadığımızı, bu eleştirilerle ilgili kendileriyle ortak zeminde oturarak yüzleşmek istediğimizi söylüyoruz, bu sebeple de her zeminde şu çağrıyı yapıyorum: Gelin, ifade hürriyeti, düşünce hürriyeti, yargı bağımsızlığı gibi konuları oturalım tartışalım. Eğer biz bu konulardan korksaydık bu fasılların açılmasını istemezdik. 23'üncü, 24'üncü fasılları açma konusunda sürekli olarak bir çağrı yapıyoruz ama Türkiye'nin bu konularda eleştirilip de bu fasılların açılmaması demek bir çelişkidir, dolayısıyla bu eleştirileri Türkiye'ye karşı bir siyasi manivela, bir bahane olarak kullandıkları anlamına gelir, bunun da altını çiziyoruz. Hepimizin -hangi partiden olursak olalım- kısa vadede 23'üncü, 24'üncü fasılların açılması konusunda AB'deki muhataplarımıza güçlü birtakım mesajlar vermesinin faydalı olacağını değerlendiriyorum.
Tabii, fasıllar açılsın açılmasın bu konudaki çalışmaları sürdürmemiz gerekiyor ama 23'üncü, 24'üncü fasıllar esasında diğer fasıllardan farklıdır. 23'üncü, 24'üncü fasıllar Avrupa Birliği katılım müzakerelerinin kalbini oluşturur, omurgasını oluşturur, diğer bütün fasılların bir bakıma ortak paydası durumundadır. Bunların açılması demek diğer alanlarda da ilerlemenin kolayca sağlanabileceği anlamına gelir.
Tabii, Avrupa Birliği ilerleme raporlarında çokça eleştirilen bazı konular bu olağanüstü hâl döneminde giderilmiştir. Sivil-asker ilişkileri bağlamında önemli reformlar hayata geçirilmiştir. Bu reformların başında jandarmanın ve sahil güvenliğin bütünüyle İçişleri Bakanlığına bağlanması ve böylece jandarma ve sahil güvenlik üzerindeki sivil kontrol ve gözetimin mutlak hâle getirilmesi, daha da güçlendirilmesi sağlanmıştır. Bunun yanı sıra, kuvvet komutanlıkları Millî Savunma Bakanlığına bağlanarak Türk Silahlı Kuvvetler üzerindeki demokratik ve sivil kontrol mekanizması güçlendirilmiştir. Ayrıca Yüksek Askerî Şûranın yapısı ve işleyişi sivil kontrolü artıracak şekilde değerlendirilmiştir. Bunlar geçmişten beri ilerleme raporlarında eleştirilen durumlardı, dolayısıyla bu eleştirilere karşılık bu düzenlemelere imza atılmıştır. Ayrıca çeşitli çalışmalar sonucunda OHAL sürecinin başında otuz gün olan gözaltı süresi yedi günle sınırlandırılmıştır, şüphelilerin avukata erişim hakkının kısıtlanması uygulamasına son verilmiştir. Ayrıca kolluk birimleri için işkence suçu önceden meslekten çıkarma sebepleri arasında sayılırken artık daha ağır bir tedbir olan memuriyetten çıkarma sebepleri arasında sayılmıştır, işkence konusundaki sıfır tolerans hassasiyetimiz aynı şekilde devam etmektedir.
Bununla beraber, Avrupa Konseyiyle olan yakın iş birliğimiz bu çerçevede de devam ediyor. Olağanüstü Hâl İşlemleri İnceleme Komisyonu kuruldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 12 Haziran tarihli Köksal/Türkiye kararıyla Komisyonun bir iç hukuk yolu olduğunu teyit etmiştir. Dolayısıyla, Olağanüstü Hâl İşlemleri İnceleme Komisyonunun kurulmasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince 12.600 dosya düşürülmüştür, bunlar bu Komisyonda ele alınacaktır. Tabii, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru sistemine geçiş, Kamu Denetçiliği Kurumu ile Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun kurulması başta olmak üzere farklı alanlarda yapılan reformlar da bu sürece katkı sağlayan gelişmeler olarak kayda geçmiştir.
Yine, 7 Nisan 2016 tarihinde yürürlüğe giren Kişisel Verilerin Korunması Kanunu sayesinde Anayasa'da öngörülen başta özel hayatın gizliliği olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin korunması yönünde önemli bir adım atılmış ve kişisel verilerin işlenmesi disiplin altına alınmıştır. Kişisel Verileri Koruma Kurulu üyeleri Ocak 2017 tarihi itibarıyla göreve başlayarak kurum tam anlamıyla aktif hâle gelmiştir. Bu da AB sürecindeki reformlarımıza eklenmesi gereken bir gelişmedir. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi, ayrımcılıkla mücadele, işkence ve kötü muameleyle mücadele gibi 3 ana görevi yürüten ve 20 Nisan 2016 tarihinde yürürlüğe giren kanunla kurulan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu üyeleri de Mart 2017 tarihi itibarıyla seçilmiş ve böylece kurum işlerlik kazanmıştır. Ayrıca kurum İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek İhtiyari Protokol kapsamında ulusal önleme mekanizması olarak görevlendirilmiştir. Bütün bunlar tabii ki Avrupa Birliği sürecindeki reformlarımıza ek olarak kayda geçmiştir. Bunlar 23'üncü ve 24'üncü fasılların açılması bakımından da önem kaydeden gelişmelerdir. Nitekim bu çerçevede pek çok sözleşmeye imza atıldı. Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin Başvuru Usulüne İlişkin İhtiyarı Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Geliştirilmesi. Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesine Ek Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun bu çerçevede bu gelişmelerin eki olarak gündeme gelmiştir.
Tabii, burada tüm bu reformların daha da kararlılıkla sürmesi mümkündür fakat Avrupa Birliği ülkeleriyle yaşadığımız ikili problemler var. Bunların başında açık ve net bir şekilde Fetullahçı terör örgütünün ve PKK terör örgütünün Avrupa ülkelerinde açık bir şekilde himaye edilmesi gelmektedir. Bu açık himaye edilmesine karşı gösterdiğimiz tavır karşısında bu ilişkilerdeki gerginlik tabii ki devam etmektedir ama Türkiye bu haklı pozisyonunu sürdürecektir. Beklentimiz Fetullahçı terör örgütü ve PKK terör örgütünün faaliyetlerine müsaade edilmemesidir. Bu faaliyetlere müsaade edilmediği takdirde ilişkilerdeki ilerleme daha hızlı sağlanacaktır.
Tabii, çok önemli bir konu mülteci sorunudur. Mülteci sorunu konusunda Türkiye dünyanın vicdanı olmuştur. En çok onur duymamız gereken, en çok gurur duymamız gereken şey şudur: 50-100 kişi için Avrupa ülkelerinin bazılarında referandum yapılması söz konusu olurken ve bir sürü aşırı sağcı, ırkçı partiler bu seçimlerde maalesef mültecileri istismar ederken bununla onur duyabiliriz, gurur duyabiliriz. 3,5 milyon mülteciyi yani bazı Avrupa ülkelerinin nüfusunun yarısı kadar mülteciyi ülkemizde barındırıyoruz fakat bunlara karşı kurumsal ya da sistematik bir ırkçı tepki yoktur. Ufak tefek bazı olaylar olmaktadır, onların çoğu da toplumsal olaylardır. Bu, aziz milletimizin gurur duyması gereken, hepimizin onur duyması gereken bir husustur. Bakın, yakın zamanda Paris Belediyesi köprülerin altına taşlar döşeyerek Paris'te mültecilerin köprülerin altında kalmasını engellemeye çalıştı. Paris'teki mahkemeler, bu mültecilere soğukta çorba dağıtan genç çocukları yargıya sevk ediyorlar. Avrupa'nın ortasında tel örgülerle birtakım duvarlar örerek bu insanları, ölümden kaçan bu insanları dışarıda tutmaya çalışıyorlar. Bu bahsedilen rakamlar da 50 kişi, 100 kişi, bin kişi falandır. Böylesine acı tablolar karşısında... Hatta şöyle bir tartışma oldu: Biliyorsunuz, Avusturya'nın Dışişleri Bakanı, şimdi de Avusturya Başbakanı olması düşünülen Kurz, İtalya'nın bir adasına mülteciler geldiğinde bu adadaki mültecilerle kara bağlantısının kesilmesini, feribot seferlerinin kesilmesini önerdi. O adanın belediye başkanı şöyle bir açıklama yaptı: "Biz böyle bir açıklamayı en son Nazilerden duymuştuk." Yani, Avrupa'yı sarsan bu durum maalesef Avrupa değerlerini sarsmaktadır ama Türkiye bununla da gurur duyabilir ki müthiş bir insancıl yaklaşımla, büyük bir sahiplenmeyle bu kadar insan barındırılmaktadır. Tabii buna da 30 milyar doların üzerinde bir harcama yapılmıştır. Avrupa Birliğinden gelen rakamlar, maalesef, bu konuda son derece yetersizdir, Türkiye dünyanın vicdanı olmuştur. Bu bahsedilen 3 milyar avronun yani 2018 yılına kadar gelmesi düşünülen 3 milyar avronun şimdiye kadar sadece 899 milyon avrosu sahada harcanmıştır. Avrupalı yetkilerle konuşurken arkadaşlarımız onlara şöyle bir şey söylüyorlar: "Biz 2,9 milyar avroyu sözleşmeye bağladık, 2,4 milyar avroyu da serbest bıraktık." diye. Bunlar sadece teorik laflardır. Ben onlara hep şu örneği veriyorum: Yıllar evvel Somali'ye gittiğimizde Somali'de bir tane ekmek fırını yoktu ve elimde benim bir liste vardı, büyük bir liste, "Birleşmiş Milletlerden Somali'ye şu kadar yardım yapılıyor, Avrupa Birliğinden şu kadar yardım yapılıyor." diye. Somalili bakana dedim ki: "Burada bir ekmek fırını bile yok. Peki, bütün bu yardımlar nereye gidiyor?" Dedi ki: "Birleşmiş Milletler yetkilileri Somali'de hayati tehlikeleri olduğunu düşündükleri için Somali'ye gelmiyorlar ve Kenya'da yaşıyorlar. Dolayısıyla zaten gelen bu paranın üçte 2'si onların maaşlarına ve güvenlik masraflarına gidiyor, kalan üçte 1'i de yolda bu aracılar tarafından kayboluyor." İlk defa, Türkiye Somali'ye gitti ve orada doğrudan şehirler kurarak, orada doğrudan mekanizmalar kurarak, yardım mekanizmalarını aracı kurumlara devretmeyerek bir model ortaya koydu. Bu örneği şunun için veriyorum, o taahhüde bağlandı denilen ya da serbest bırakıldı denilen şeyler Avrupa Birliğinin birtakım sivil toplum örgütleriyle yapacağı projelerin kayda geçirilmesidir. Ve net olan şudur: 900 bin civarında çocuk vardır bu mültecilerin içerisinde, biz bunlardan 450 bin civarında çocuğa eğitim verebiliyoruz. Bu 450 bin çocuk demek, Finlandiya'da eğitim gören çocukların tamamı demek yani bir Avrupa Birliği ülkesinde eğitim gören çocukların tamamı demek. Ama bu Avrupa Birliğinden gelen paralara bizim devletimizin ihtiyacı yok, bu çocukların eğitimi için harcayacağız ve bunların sağlık hizmetleri için harcayacağız bu paraları. Fakat öylesine yavaş ve yanlış bir mekanizma ki -hep beraber sesimizi yükseltmemiz gereken- 5 yaşındaki bu çocuklar için bugün harcanması gereken para, neredeyse bu çocuklar 55 yaşına geldiği zaman ancak gelebilmiş olacak. Dolayısıyla böyle acil bir durum karşısında yanlış bir fon yönetimidir bu. Bunu da kendilerine sık sık hatırlatıyoruz.
İşte, 2018 itibarıyla ikinci 3 milyar avroluk kaynak serbest bırakılacaktı, bu da tabii, birinci kısım gerçekleşmediği için henüz gerçekleşmiş sayılmıyor.
Yine, bir diğer durum: Türkiye'deki bire bir mekanizması iyi işlediği zaman Avrupa Birliği gönüllü insani kabul yapacaktı. Bire bir mekanizması mükemmel işlemektedir. Mart 2015'te Akdeniz'e açılan mülteci sayısı yani Akdeniz'in sularında ölümle karşı karşıya kalan mülteci sayısı 7 bin kişiydi. Bugün bu rakam Türkiye'nin bu bire bir anlaşmasını yürürlüğe koyması sayesinde 50'ye, 100'e düşmüştür. Hatta bir ara kafama çok takıldı "Acaba darbe gecesi, 15 Temmuz gecesi kurumlarımızda bir zafiyet oluşmuş mu ve mülteci sayısında bir artış olmuş mu?" dedim. O gece bile Akdeniz'de ölümden insanı kurtaran kurumlarımız, birimlerimiz, arkadaşlarımız görevlerini yapmışlar, 120 kişi Akdeniz'e açılmış. Dolayısıyla, Türkiye 7 bin kişinin Akdeniz'e açıldığı bir tablodan ancak 50, 100 kişinin açıldığı bir tabloya indirmiştir ve Akdeniz'deki ölümlere son vermiştir. Türkiye bütün dünyanın vicdanını kurtarmıştır burada. Maalesef bu konuda Avrupa Birliği kendi kredibilitesini koruyamayan ve bire bir anlaşmasının bu derece iyi işlemesi karşısında gönüllü insani kabul gerçekleştireceklerdi, maalesef bu gönüllü insani kabul konusunda...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakanım, buyurunuz.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hatta hepimizin takip ettiği gibi, bu gönüllü insani kabulü ortaya koyamayıp da mülteci almayan ülkelerle komisyon arasında birtakım mahkemelik süreçleri hep beraber görüyoruz.
Bu bahsettiğim diyaloglar çerçevesinde önümüzdeki zaman dilimi...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakanım, bir dakika lütfen, sistemde arıza oluştu.
Buyurunuz.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Teşekkür ederim.
Avrupa Birliğiyle diyalog anlamında yürütmemiz gereken önemli alanlardan bir tanesi enerjidir. Bu konuda bakanlar düzeyindeki diyalog 20 Kasım 2017 tarihinde gerçekleşecektir.
Yine, diğer bir diyalog alanımız ulaştırma diyaloğudur. 5-6 Temmuz 2017 tarihinde Avrupa Birliği Komisyonunun Ulaştırma ve Hareketlilikten Sorumlu üyesi Bulc ülkemizi ziyaret etmiştir. Bunun da bakanlar düzeyinde tekrar görüşülmesi ve 27 Kasım 2017 tarihinde Brüksel'de buluşulması planlanmıştır. Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog Toplantısı 25-26 Nisan tarihlerinde İstanbul ve Ankara'da düzenlenmiş, ikinci toplantı 7-8 Aralık tarihlerinde gerçekleşecektir.
Tabii, basında da gündeme geliyor, bu konudaki hassasiyetimizi de sizle paylaşmak isterim. Bütün bu diyaloglar bizim tam üyelik müzakerelerimizi tamamlayan hususlar olarak kayda değerdir. Tam üyelik müzakerelerimizi bir kenara bırakıp da bu diyalogları sürdürme şeklindeki çabalara kapalı olduğumuzu ya da yakın zamanda Merkel'in ifade ettiği gibi, "Türkiye'ye yeni bir model önerelim." gibisinden çağrılara kapalı olduğumuzu ifade ediyoruz. Zaman zaman şöyle bir şey yapılıyor: Türkiye'yle ilgili cümle kurulurken bazı AB komiserleri tarafından işte "Türkiye terörle mücadelede, göçmen konusunda, enerji konusunda, ulaştırma konusunda güçlü bir ortaktır." Bu cümleyi kabul etmiyoruz ve bu cümlenin yanlış olduğunu vurguluyoruz. Cümlenin başında "Türkiye Avrupa Birliği müzakerelerini yürüten bir aday ülkedir, ondan sonra bu konularda diyaloglar da sürmektedir." şeklindeki bir şeyi kabul ediyoruz. Bu konuda da hepimizin hassas olması gerekir. Adaylık müzakerelerimiz bu konularla ikame edilemez, adaylık müzakerelerimiz Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz açısından esastır.
Tabii, gümrük birliğiyle ilgili tartışmaları hepimiz yakın zamanda izledik, esasında gümrük birliğinin güncellenmesine dönük olarak ortaya çıkan tartışma Avrupa Birliğinden kaynaklanmıştır, ilk olarak Avrupa Birliği bunu gündeme getirmiştir. Tabii, zamanında esasında Gümrük Birliği Anlaşması'nın hemen akabinde Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olması gerekirdi fakat bu gerçekleşmemiştir. Bu çerçevede, kendilerinin Dünya Bankasına ve diğer yerlere yaptığı çalışmalar sonucunda gümrük birliğinin güncellenmesi gerektiğiyle ilgili bir tabloyu önümüze getirdiler. Biz de kendi açımızdan baktığımızda gümrük birliğinin güncellenmesinin gerekli olduğu kanaatine vardık. Burada tabii onlar zaman zaman "modernleşmesi" gibi bir ifade kullanıyorlar, biz "güncellenmesi" gibi bir ifade kullanıyoruz.
Tabii, burada acil olan durum şuydu bizim için, niçin acil olarak güncellenmesini istiyorduk? Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği arasında yürüyen "TTIP" denilen ticaret anlaşması eğer hızlansaydı ve bu anlaşma gerçekleşseydi Türkiye bu tablonun dışında kalacaktı. Bu tablonun dışında kalmamak için, o zaman TTIP Anlaşması gerçekleşmeden biz gümrük birliğini güncelleme konusunda bir aceleye sahiptik. Fakat bu Transatlantik Ticaret Ve Yatırım Ortaklığı sürecinde Obama döneminde zannediyorum 8-9 kere bir araya geldiler ama gerçekleşmedi, zaten umut kesilmişti. Daha sonra da Başkan Trump geldiğinde bu anlaşmayı güncellemekten çok yana olmadığını ifade etti. Dolayısıyla Türkiye'nin bu konudaki kararı şudur: Eğer Avrupa Birliği gümrük birliğini güncelleme konusunda bir iradeye sahipse Türkiye de bu iradeye sahiptir, hazırlıklarımız tamdır. Ekonomi Bakanlığının koordinatörlüğünde Dışişleri Bakanlığı ve Avrupa Birliği Bakanlığımız bu çalışmaları sürdürmektedir. Burada gümrük birliğinin asimetrik yapısından kaynaklanan sorunların giderilmesi için çalışmak istiyoruz. Türkiye'nin Avrupa Birliğinin üçüncü ülkelerle imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye'nin katılımında yaşanan sıkıntılar başta olmak üzere, ticari taşımacılık araçlarımıza ve bazı AB ülkelerinin uyguladığı kara yolu kotaları ve gümrük birliğiyle ilgili konularda Avrupa Birliğinin karar mekanizmalarına katılım talep ediyoruz. Bu çerçevede bir güncelleme varsa biz bu güncellemeye hazırız. Ama son zamanlarda garip bir tablo ortaya çıktı. Almanya'yla yaşadığımız bu ikili tartışmalar neticesinde Almanya gümrük birliğini güncellemekten yana olmadığını söyledi. Tabii, burada Avrupa Birliği ilkeleriyle çelişen iki üç durum var. Geçen sene Le Pen'den bir anekdottan bahsetmiştim burada, kıdemli üyelerimizle aramızda geçen bir diyalogdu. O şöyle bir şey söylüyordu: "Avrupa Birliği diye bir şey yok." diyordu Le Pen, ırkçı, faşist bir yaklaşımla. "Avrupa Birliği, aslında Almanya'nın işte patronajında olan bir şeydir, kurumdur." Dolayısıyla Avrupa Birliğinde Almanya ne derse o olur gibisinden bir yaklaşım sergiliyordu.
Şimdi, Avrupa Komisyonunun ve Avrupa Konseyinin uhdesinde olan bir konuda Almanya'nın çıkıp da "Biz gümrük birliğini güncellemeyeceğiz." demesi -bu açıklamayı da kamuoyuna karşı yaptım- âdeta bu ırkçıların tezini destekleyen bir tutum ortaya koydu. Yani Almanya çıktı Avrupa Komisyonunun ve Avrupa Konseyinin uhdesinde olan bir konuda talimat vermeye kalktı; şimdi, bu bir ilkesizlik durumu ortaya çıkardı.
İkincisi şudur: Avrupa Birliğinde şöyle bir temel prensip vardı, yani siyasi tartışmaların dışında tutulurdu ticari ilişkiler çünkü bu dönemde bunun çok daha büyük bir önemi var. Neden? Geleneksel olarak işte, Amerika Birleşik Devletleri küreselleşmeyi destekliyordu, Çin daha korumacılıktan bahsediyordu fakat Başkan Trump geldikten sonra dünyanın siyasi ve ekonomik kutbunun yer değiştirdiği izlenimini doğuran birtakım açıklamalar çıktı ortaya. Başkan Trump, korumacılıktan bahsediyor, Amerika'nın serbest ticaretten zarar gördüğünden bahsediyor, Davos'ta Çin Devlet Başkanı Şi Cinping çıktı küreselleşmeden ve serbest ticaretin yararlarından bahsetti. Hatta -yani arkadaşlardan ilgi duyanlar varsa okumalarını öneririm, biz de tercüme ettirmiştik isteyen arkadaşlara da verebiliriz- Çin Devlet Başkanının bu son parti kongresinde yaptığı bir konuşma var yani eğer o konuşmanın içinde "komünist parti", "parti ideolojisi" falan gibi şeyler geçmese, sadece serbest ticaretle ilgili kısımlarına baksanız ve bunu kim yapmış deseniz, bunu Batılı bir ülkenin liderinin yaptığını düşünürsünüz yani kutuplar yer değiştirmiş gibi bir tablo var. Tam da böyle bir dönemde Avrupa Birliği şöyle bir çıkış yaptı Başkan Trump'ın bu sözlerine karşı: Serbest ticaretten yana olduklarını, serbest ticaretin gelişmesinin dünya barışının korunmasında temel "asset" olduğunu söyledi.
Şimdi, böyle bir şey söylerken, serbest ticareti geliştirecek olan gümrük birliği mekanizması gibi bir mekanizmaya siyasi sebeplerle Almanya'nın karşı durduğunu söylemesi de kendisiyle çelişen bir tutum ortaya çıkardı, dolayısıyla şimdiye kadar getirmiş oldukları yaklaşımla çelişik bir tablo ortaya çıktı.
Buradaki durum şudur: Tabii ki gümrük birliğinin güncellenmesi süreci AB adaylığımıza alternatif bir süreç değildir, onlar hazırsa biz bunu güncellemeye hazırız. Bizim söylediğimiz şey şudur: "Siyasi mülahazaların dışında tutun." Komisyon hazırlıklarını tamamlamıştır konseyden yetki beklemektedir. Bizim de çağrımız şudur: Konsey bir an evvel komisyona bu yetkiyi versin, Avrupa Konseyi Avrupa Komisyonuna bu yetkiyi versin gümrük birliğini güncellemek üzere çalışmalara başlayalım; aksi takdirde eğer bunlar siyasi mülahazalarla engellenecekse Türkiye'nin de bu konuda herhangi bir acelesi yoktur, herhangi bir şekilde bu konuda acele etmiyoruz.
Bu sene önemsediğim, yani 2017'de önemsediğim ve gelecek sene üzerinde daha çok durmayı önemsediğim bir konu Avrupa Birliği iletişim stratejisi. Avrupa Birliği iletişim stratejisine önümüzdeki dönemde daha büyük bir önem vereceğim çünkü Türkiye aleyhine gelişen yargılar, ön yargılar artık şöyle bir siyasi matruşka ortaya çıkardı: Bu matruşkanın en tepesinde Erdoğan düşmanlığı var, onu kaldırıyorsunuz altından Türkiye düşmanlığı çıkıyor, onu kaldırıyorsunuz altından İslam düşmanlığı çıkıyor, onu kaldırıyorsunuz altından ırkçılık, göçmen düşmanlığı çıkıyor, onu kaldırıyorsunuz altına antisemitizmi gizlemişler ve en altta esasında Eurofobik kesimler var. Bütün bu kamuoyunu zehirleme kampanyasının arkasında bu Eurofobik kesimler var, yani Avrupa Birliğinin değerlerine düşman, demokrasiye düşman, temel hak ve hürriyetlere düşman kesimler ve bunların ekonomik krizi ve diğer krizleri bahane ederek ortaya koyduğu yaklaşımlar maalesef Avrupa kamuoylarını zehirlemeye başlamıştır.
Ben bir sene evvel, yine zannediyorum bu Bütçe Komisyonunda da söyledim, daha sonra da söyledim, dedim ki: "Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra aşırı sağcı ve ırkçılar yüzünden, Avrupa Birliğinde bir tane duvar yıkıldı fakat onlarca ideolojik duvar ortaya çıkıyor." Ve bunu bir yıldır sık sık söylüyorum.
Şimdi, en son, Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier, daha önceki Dışişleri Bakanı Steinmeier şöyle bir açıklama yaptı seçimlerden sonra, bu işte, AfD'nin, aşırı sağcı partinin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Meclise girmesinin yarattığı travmayla birlikte "Gördük ki etrafımızda birtakım görünmez duvarlar oluşmuş, bir sürü duvarla çerçevelenmişiz."
Dolayısıyla bu tablo, kamuoyunu zehirleyen bu tablo pek çok ideolojik duvarı ve ön yargı duvarını etrafında örüyor. Bu, sadece Türkiye'ye karşı örülmüyor, Avrupa'nın içerisinde de mezhepler düzeyinde, etnik gruplar düzeyinde örülüyor. Şu anda ortaya çıkan Katalonya gibi meseleler işin en masum yüzüdür. Daha arkada bu yapılan toplantılarda, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde ırkçıların ve ayrılıkçı bölgeleri temsil edenlerin yaptıkları toplantılarda çok daha büyük bir tablo ortaya çıkıyor fakat bunlar "Avrupa'yı parçalayacağız, Avrupa Birliğine karşıyız." diyemedikleri için daha çok bunun önüne İslamofobi, nefret suçları, antisemitizm gibi konuları koyuyorlar, göçmen düşmanlığı, ırkçılık gibi konuları koyuyorlar.
Biz de şöyle bir iletişim stratejisi güdüyoruz. Özellikle karar vericiler düzeyinde medya dilinin düzeltilmesi, akademik dünyaya bazı uyarılarda bulunması için Türkiye'deki akademisyenlerle gittiğimiz ülkelerde bu konuda çalışan akademisyenleri, Türkiye'deki basın mensuplarıyla gittiğimiz ülkelerde çalışan basın mensuplarını bir araya getiriyoruz. Ben toplantının ilk kısmına kısaca katılıyorum, daha sonra kendi aralarında tartışmalarını sağlamaya çalışıyoruz çünkü bu dile ve bu gidişata müdahale etmeliyiz. Eğer bu dile ve bu gidişata karınca kararınca bir yerden başlayarak müdahale etmezsek sadece Türkiye-AB ve Türkiye'nin çeşitli AB kurumlarıyla ilişkisinin gerilmesi anlamında değil bizatihi AB kurumlarıyla AB halkları arasında, Avrupa halkları arasında maalesef araya ırkçıların girdiği, ırkçıların duvar ördüğü birtakım çok daha kötü tablolarla karşı karşıya kalabileceğiz.
Bu bakımdan "Avrupa Birliğinin geleceği ve Türkiye'nin Avrupa Birliğinin geleceğine katkısı" teması çerçevesinde 2016 yılında Brüksel'de, Berlin'de, Londra'da, Madrid'de "Türkiye-AB sivil toplum buluşmaları" konulu toplantılar düzenledik. Bu toplantılarda son derece iyi dönüşler aldığımızı düşünüyoruz. Ayrıca, 13 Eylülde "İngiltere'de ve Avrupa'da İslamofobi ve diğer dinî ve ırksal ayrımcılık unsurlarıyla mücadele" konusunda Londra'da bir toplantı düzenledik. Buraya tabii her kesimi çağırıyoruz yani ilgili akademisyenleri çağırdığımız gibi Müslüman örgütlerin temsilcilerini, Yahudi örgütlerin temsilcilerini, diğer ayrımcılıkla mücadele eden örgütlerin temsilcilerini de buraya çağırıyoruz.
Tabii, biraz sonra bahsedeceğim IPA konusunda bu bahsettiğim iletişim stratejisi çerçevesinde, IPA II döneminde Türkiye için sivil toplum bir sektör ve öncelik alanı olarak tanımlanmıştır. Yani bu önümüzdeki dönemde bu IPA fonları konusunda sivil toplumu öncelikli bir sektör olarak daha çok değerlendireceğiz, geliştirdiğimiz bu yeni yaklaşımla sivil topluma daha fazla kaynak ayrılmasını sağlayacağız. Ayrıca, AB mali yardımlarıyla sivil toplum alanında yürütülecek çalışmalara yaklaşık 190 milyon avro tutarında bir kaynağın ayrılmasını öngörüyoruz.
BAŞKAN - Sayın Bakanım, yavaş yavaş toparlarsak lütfen.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, aslında genel olarak söyleyeceklerimi toparlamış bulunuyorum.
Bu IPA yardımlarının kesilmesi konusu -kamuoyunda çok fazla gündem olduğu için- bu, çok ayrıntılı ve teknik bir konu fakat yüce heyetinize bununla da ilgili bir bilgi vermek isterim ve daha sonra konuşmamız gerekirse daha ayrıntılı bir biçimde konuşabiliriz.
Biliyorsunuz bu AB yardım mekanizmasının genel koordinasyonunu sağlamaktan sorumlu Bakanlığımız, fonların yönetimine ilişkin tesis edilen yapı içinde ulusal mali yardım koordinatörü olarak büyük sorumluluklar üstleniyor. Bunun gereği olarak finansmanı AB fonlarıyla yapılacak proje önerilerinin adaylık süreci öncelikleri doğrultusunda değerlendirilmesi ve uygulanmasının izlenmesi görevleri bizdedir.
Avrupa Birliğinin 2014-2020 yıllarını kapsayan yeni bütçe dönemiyle birlikte 2007-2013 katılım öncesi yardım aracı yani IPA I dediğimiz yardım, 2007-2013 dönemi 31 Aralık 2013 tarihinde sona ermiştir. IPA II adı verilen dönem ise 1 Ocak 2014 tarihiyle başlamıştır. Biraz evvel hani "IPA II döneminde sivil topluma daha çok kaynak aktaracağız." dediğim bu dönemi kapsamaktadır.
2007-2013 dönemi içinde Avrupa Birliğinden tahsis edilen 4,79 milyar avro tutarındaki hibe başta siyasi reformlar olmak üzere sosyal politika, gıda güvenliği, çevre, ulaştırma, kırsal kalkınma, eğitim, kültür gibi halkımızın doğrudan hayatına dokunan alanlara ayrılmıştır ve bu projeler için kullanılmıştır.
Dolayısıyla Avrupa Birliğiyle henüz bir adaylığımız gerçekleşmese bile bu yardımlar ve bu projeler sayesinde halkımızın hayatına doğrudan dokunan, Avrupa Birliğine üyeliğin katkılarını gösteren bir tablo ortaya çıkmıştır.
IPA I kapsamında 2007-2013 yılları arasında tahsis edilen toplam 4,79 milyar avronun yaklaşık 4,4 milyar avroluk -yani yüzde 92'lik duruma tekabül ediyor- kısmı sözleşmeye bağlanmıştır. Bunlar tabii, kamu kurum ve kuruluşlarının AB'ye uyum çalışmalarını destekleme bağlamında olduğu gibi örneğin, iç işleri, çevre, tarım, yargı, temel haklar, sosyal politika, gümrük birliği, enerji gibi alanlarda, aynı zamanda da vatandaşımıza doğrudan etkisi olan istihdam, kırsal kalkınma, KOBİ'ler gibi konu başlıklarında da çeşitli projeler finanse edilmektedir. Sivil toplum kuruluşlarının geliştirilmesi çalışmasına büyük bir önem vermekteyiz. Ayrıca Avrupa'yla ülkemizdeki sivil toplum kuruluşları arasındaki iletişimin artırılmasına yönelik çalışmalar bu bağlamda önem verdiğimiz çalışmalardır.
IPA 2'nin 2014-2020 yıllarını kapsayan ikinci dönemi tabii, 2007-2013'ün devamı niteliğinde olacaktır.
Şimdi, burada son zamanlarda Avrupa Birliğinden IPA fonlarının iyi kullanılmadığına dair eleştiriler geliyor. Bunlar tamamen mesnetsizdir, çok açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki Türkiye bu IPA türü fonları kullanan ülkeler içerisinde açık bir arayla bu fonları en kaliteli bir biçimde kullanan ülkelerdendir ve bunu teknik olarak takip eden mekanizmalar da zaten Türkiye'nin bu gücünü takip etmektedir. Nitekim 2014-2020 yılında tahsis edilen 4,5 milyar avrodan hukukun üstünlüğü ve temel haklar sektörüne söz konusu dönem için yaklaşık 625 milyon avro tahsis ettik yani bu 625 milyon avro hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda çalışan ve bu konuda proje yapanlara aktarılacaktır. Dolayısıyla, bu rakam da Türkiye açısından bu alanın güçlendirilmesi için güçlü bir kaynak kullanımında kararlılık olduğunu göstermektedir.
Şimdi, son zamanlarda mali yardımların kesilmesinden bahsediliyor. Esasında bu mali yardımların kesilmesinden bahsedilen alanlarla ilgili hiçbir sorun yoktur, bunu tamamen Türkiye'ye karşı bir mesaj vermek için yapmaya çalışıyorlar. Ben kendilerine de söyledim, bunu kesmeniz demek iki anlama gelir: Birincisi, bu yardımlar bir yandan aday ülkenin farklı alanlarda AB'ye uyum sürecini hızlandırıyor. İkincisi de, kamuoyunda Avrupa Birliğine ilişkin olumlu bir kanaatin ortaya çıkmasını sağlıyor. Sizin bunları kesmeniz demek esasında Türkiye'ye dönük olarak bu yaptığınız eleştirilerin ne kadar samimiyetsiz olduğunu gösterir hem "Türkiye AB'den uzaklaşıyor." diyorsunuz hem de Türkiye-AB arasındaki iletişimi kuracak, Türkiye-AB arasındaki yakınlaşmayı sağlayacak fonları kesmekten bahsediyorsunuz. Dolayısıyla, sadece bir karar almak mecburiyetinde hissediyorlar, herhangi bir siyasi karar alamayınca bu alana yöneliyorlar. Ama henüz de bununla ilgili alınmış bir karar yok. Böyle bir karar alındığı zaman bunu hiçbir şekilde kayda değer bulmayacağımızı, bunun son derece yanlış olacağını da kendilerine ifade ettim.
BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Ama Bizim bazı fonları kesme kararımız var.
NURETTİN DEMİR (Muğla) - 80 milyon eurodan bahsediyorlar, doğru mu?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - İşte bahsediyorlar, yani bir karar çıkınca göreceğiz.
BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Bizim kesme kararımız var?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Yok, konseye katkımızı kesiyoruz, onu anlatırım ayrıca.
BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Onunla bağlantılıdır diye düşünüyorum.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Yok, o ayrı bir konu, onu anlatırım, o ayrı bir konu, Avrupa Konseyi ayrı bir konu.
Bu çerçevede bir değerlendirmemiz var.
TÜRKAK ve Ulusal Ajans gibi bize bağlı iki kuruluş var. TÜRKAK'ın tabii, akreditasyon verme konusundaki kapasitesi Avrupa Birliğinden de takdir görüyor, pek çok ödülleri olan bir kuruluşumuz. TÜRKAK'ın bu akreditasyonla ilgili komşu ülkeleri de eğitme gibi çalışmaları var. Bu çerçevede kesinlikle Avrupa Birliği standartlarına son derece uyum sağlayan, yüksek performansla çalışan bir kurumumuz. Türkiye'nin içindeki akreditasyonla birlikte de kurumsal kapasitenin yükselmesine dönük son derece saygın işler yapıyorlar.
Yine, gençlik programlarını yöneten Ulusal Ajansımız var, "Ulusal Ajans" olarak biliniyor. Burayla başvurular rekor düzeydedir, bütün Avrupa Birliği ortalamasının çok üstündedir. İşte "Erasmus nesli" denilen bir nesil bu bağlamda Türkiye'de bu iletişimin içerisindedir. Ulusal Ajansın faaliyetleri ve Ulusal Ajansa başvurular rekor düzeye ulaşmıştır. Gençlerin, vatandaşlarımızın buna olan ilgisi de bu açıdan memnuniyet vericidir.
Kısaca, heyetinize arzım bu kadardır.
Çok teşekkür ediyorum.
Sağ olunuz.