| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/887) ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/861) ve Sayıştay tezkereleri a) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı b) Avrupa Birliği Bakanlığı c) Türk Akreditasyon Kurumu ç) Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 13 .11.2017 |
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Başkanım, teşekkür ederim.
Tabii, burada Avrupa Birliği konusundaki pozisyonumuzla ilgili bu konudaki görüşümüzü tekrar güncellememiz gerekiyor. Ben tabii Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği Bakanıyım, bütün gördüğüm tabloyu buradaki milletvekillerine bütün çıplaklığıyla anlatmam gerekiyor.
Tabii, burada Avrupa'ya eleştiriler getirdiğim zaman, Avrupa Birliği Bakanı acaba Avrupa Birliğine karşı mı gibi bir algı zaman zaman oluşabiliyor bazı arkadaşlarda; ondan bahsetmiyoruz. Şunu net bir şekilde söyleyebilirim, ben Avrupa'daki pek çok kimseyle de muhatap oluyorum. Bu Bakanlığın kapasitesinde, pozisyonunda ve gücünde, herhangi bir siyasal anlamda AB Bakanlığı diye bir kurum görmedim. En güçlü bakanlığı Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini gerçekleştirmek için Türkiye'de kurduk, hükûmetlerimiz döneminde kuruldu ve bu misyonla hareket ediyor.
Tabii, Avrupa Birliği meselesi hepimizin ortak meselesidir. Bu, bir devlet politikasıdır, sadece bir Hükûmet tercihi değildir ve bir arkadaşımızın, hanımefendinin söylediği gibi, sayın milletvekilimizin söylediği gibi "Dünyanın en uzun süredir görev yapan profesyonel aday ülkesiyiz." Ama niçin yapıldı bu? Birincisi şu: Son derece belirsiz bir coğrafyada yine en öngörülebilir partner Avrupa Birliği olduğu için. Bir öngörülebilir durumu var, bir istikrarı var. İkincisi de tabii ki açık bir şekilde ülkemizin faydasına olduğu için, millî çıkarlarımız bunu gerektirdiği için. Bunları gördüğümüz için bunu sürdürüyoruz ve sürdürmeye de devam edeceğiz. Bence Türkiye'nin millî çıkarları açısından, Türkiye'nin geleceği açısından bunun daha sağlam, daha güçlü bir şekilde sürdürülmesi gerekiyor.
Şöyle bir şey oluyor, arkadaşlarla bunu net bir şekilde paylaşmak isterim. Bakınız, Sayın Cumhurbaşkanımızla bizim ürettiğimiz politikalar arasında bir fark varmış, bir makas ayrılığı varmış gibisinden bazı değerlendirmeler oluyor. Arkadaşlar, ben yaklaşık yirmi beş seneye yakın oldu Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikteyim. 1998 ya da 1996'da -hatta daha da erken olabilir- Milliyet gazetesine bir röportaj vermişim, o röportaj duruyor. Orada bana şunu soruyorlar -Sayın Cumhurbaşkanına dava açılmış belediye başkanıyken ve yasaklanacak- diyorlar ki: "Sizce niye dava açıldı?" Ben de diyorum ki: "İki sebebi var; bir tanesi, önümüzdeki seçimlerde muhtemelen yine en güçlü belediye başkanı adayı olduğu için bu açılmıştır." Ama ikinci sebebini söylüyorum, ikinci sebebi ilginç -bu röportaj hâlen duruyor- o da şu: "Türkiye'nin gizli gündemi, Türkiye'deki politik kaynaşmaların derindeki temeli Türkiye'nin başkanlık sistemine geçip geçmeyeceği tartışmalarıdır ve Sayın Erdoğan bugün Belediye Başkanıdır ama bir başkanlık sistemine geçilme tartışmasında da en güçlü adaylardan biri olacaktır ve zinde güçler bunu gördüğü için önünü kesmek istiyorlar."
Şimdi, o zaman böyle bir tartışma yok, kendisi Belediye Başkanı, ben de keramet sahibi değilim, bir analiz yapıyorum ve bu analiz çerçevesinde buraya varıyorum. Yani bu Avrupa Birliği meselesinde de ilk baştan itibaren son derece köklü, parti programı yazılırken sağlam bir analiz yapılmıştır. Türkiye'nin geleceği açısından, millî çıkarları açısından tabii ki Doğu-Batı dengesi, Akdeniz-Karadeniz dengesi... Pek çok özelliğe sahip bir devletiz; Avrupa devletiyiz, Orta Doğu devletiyiz, Asya devletiyiz ama arkadaşlarımız son derece basiretle her bakımdan ifade ettiler; Türkiye, bütün bu dengeler içerisinde bir optimum nokta yakalayabildiği müddetçe ilerleyebilmiştir, büyümüştür. Bu dengeyi yürüteceğiz ve bu çerçevede de Avrupa Birliğinin öngörülebilir olması, istikrarlı olması bizim kendi çıkarlarımız açısından, geleceğimizi kurgulamamız açısından önemli bir bağlantı noktasıdır.
Bir diğeri de şudur: Tabii, orada tartışılmış, üzerinde çalışılmış bir birlik var, bir siyasi değerler birliği. Pek çok konuda reform politikası geliştirmişler, pek çok şeyi tartışmışlar. Türkiye'nin sosyal, siyasal, ekonomik, gündelik hayatla ilgili dönüşümünü sağlayabilmesi için de orada bir reçete varken bu reçeteyi kullanmamak diye bir şey söz konusu olmaz, tabii ki kullanacağız bunu ve bu reçeteden faydalanacağız. Şimdiye kadar da Türkiye bundan fayda görmüştür ve kendi hedefleri açısından Avrupa Birliği çıpası kolaylaştırıcı bir çıpa olmuştur. Dolayısıyla, ilk günden itibaren Sayın Cumhurbaşkanımız buna, bu reformlara liderlik etmiştir. Ben onunla beraber ilk görüşmelere -daha milletvekiliydim, işte, başdanışmanıydım, siyasi başdanışmanıydım- 2002'den itibaren bu görüşmelere katıldım ve yasaklıyken bunlar başladı zaten. Şu meşhur turu hatırlarsınız, orada yanındaydım, hâlâ notlarım duruyor. O günden beri de bu meseleye ne kadar önem verdiğini biliyorum ama sizinle içtenlikle paylaşmak isterim: Şu anda, seçilmiş demokratik liderler içerisinde görev başında olan, en deneyimli insanlardan biridir Sayın Cumhurbaşkanımız ve bütün bu sürecin bütün kılcal damarlarına hâkimdir, her tarafını biliyor, ne zaman ne sözler verildi, niçin tutulmadı. Dolayısıyla, bugünkü politikaları ve söylemleri değerlendirirken bunları fanus içerisinde değerlendirmemek lazım, bunların arka planı var.
Bakın, size söyleyeyim: Bu meşhur Kıbrıs müzakereleri yapılırken Bürgenstock'ta zirve yapılmıştı, yani Crans-Montana gibi, son zirve gibi ta yıllar evvel, 2004-2005'te. Kofi Annan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteriydi ve çok açık bir tablo ortadaydı. Türk tarafının bu "evet" politikasını destekleyen bir şekilde müzakere yürütmesi durumunda Kuzey Kıbrıs'ın üzerindeki ambargolar kalkacaktı, fasıllar açılacaktı, pek çok konu ilerleyecekti. O zaman Komisyon Başkanı, eski Portekiz Başbakanı Barroso'ydu. Barroso'yla Başbakanlığı döneminde de görüşmüştük, Komisyon Başkanıyken de beraber çalıştık. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs "evet" dediği hâlde Güney Kıbrıs ve Yunanistan "hayır" politikasını desteklediği için o süreç başarıya ulaşmadı. Bir tane sözünü tutmamıştır Avrupa Komisyonu. Ben bunların şahidiyim. Yani, o zaman Barroso'un tekrar kendisine "Bakın, bu kadar söz verdiniz, niye tutmuyorsunuz?" diye hatırlatıldığında onun da söylediği şey şu olmuştur: "Ya, işte, diğer ülkeleri ikna edemiyorum." Yani, o sözün bir kıymeti olmadığını biz daha o zamanlarda gördük ama buna rağmen vazgeçilmedi, bir sürü reform yapıldı.
Yine size şunu söylemek isterim arkadaşlar: Her zaman durum böyle değildi, yani siyasi iktidar bu kadar konsolide olmuş değildi. Yaptığınız her reformda askerî vesayeti karşınızda bulurdunuz, Ankara kaynamaya başlardı, bir reform paketi hazırlayacağınız zaman telefonlar susmazdı -ve bunlar konusunda da ciddi riskler alınmıştır, yani bir gün gelir bunları anlatırız vakit olduğu zaman- yani Türkiye'nin bu dönüşümünü sağlamaması için. Sayın Cumhurbaşkanı Başbakanlığı döneminde bu reformları gerçekleştirdiği için defalarca dolaylı olarak tehditler kulağımıza gelmiştir, bunlar yaşanmıştır ama bu, kararlılıkla devam ettirilmiştir.
Şimdi, burada nedir? AB üyesi olmasak bile Türkiye'nin Avrupalı devlet olma vasfının kuvvetlenmesi, bu bağın kurulması, hepinizin çok doğru ifade ettiği gibi sonuçtan ziyade sürecin önemli olduğu kısmı hâlen bugün bizim için temel bir yargıdır ve bunun için de koşturuyoruz. Ha, şu varsa, mesela bir tane boş bıraktığımız alan varsa yani bu Avrupalılarla müzakere etme, diğer şeyler açısından... Şimdi, şu önümüze geliyor: Hiçbir şekilde boş bıraktığımız bir alan yoktur, yani çok yüksek bir performansla bu durumu yönetiyoruz. Onlar da bunu kabul ediyorlar zaten.
Ya, burada bazı konularla ilgili onların da ne dediğini size açık bir şekilde söyleyeceğim. Ama, bakın, çok önemli bir siyasetçi, belki şu anda Avrupa'nın 10 büyük siyasetçisinden biri görev başında. Adamla baş başa konuşuyorum, diyorum ki: "Bak, 2002'den beri seninle konuştuk. 2002'den beri neler yaptık. Şu anda seninle ne yapmamız gerektiğini konuşalım -anlatıyorum ben de- evet, zor şartlardan geçiyor Türkiye, terörle mücadele ediyor, bir darbe girişimi atlattı. Ha, burada ilerlemek istiyorsak şunları şunları yapmamız lazım." Bana söylediği şu: "Haklısın, Erdoğan büyük lider. Erdoğan'ın zor zamanlarda nasıl reform iradesi çıkardığını ben de gördüm, bunları da yapmamız lazım." Ayrılıyorum oradan, ertesi gün Türkiye'ye geliyorum, televizyonu açıyorum, aynı adam konuşuyor: "Erdoğan diktatördür." diyor. Benim karşımdaki muhatapların, maalesef, son zamanlarda bu tip bir karakteri var; hepsi böyle değil ama eskiden çoğunluk farklıydı.
Bakın, biz orada bir haksızlık yapıldığı için AB'den tam müzakere aldığımız tarihte -o görüşmede oradaydım ben- Hollandalıların bize karşı son derece yanlış tutumundan dolayı biz toplantıyı terk ettik ve yürüdük, koridordan ilerliyoruz. Koridordan ilerlerken İngiliz Büyükelçisi o zaman Peter Westmacott'tı; o ve İtalyan Başbakanı Berlusconi'nin Danışmanı Valentino Valentini bizi gördü, "Ne yapıyorsunuz?" dedi. Dedik ki: "Böyle böyle bir durum oldu, bu kabul edilemez. Burayı terk ediyoruz biz." Dediler ki: "Sizden rica ediyoruz, bir beş dakika Sayın Başbakan şu odada dinlensin." Biz odaya geçtik, hemen Schröder, Tony Blair ve Berlusconi geldiler. Orada son derece sağlıklı bir şekilde konu konuşuldu ve bu iş halledildi. Şimdi, şunu kabul edelim: Böyle bir liderlikten yoksunuz.
Şimdi, değerli arkadaşımız Hegel'e atıf yapınca aklıma geldi, Hegel diyor ki: "En yakın yoldaşımız gölgemizdir ama gölgemizin bizimle yürümesi için güneşe ihtiyacımız var." Evet, ben bu eleştirileri not ediyorum, bu eleştirilerde duruyorum ama size tabloyu tam olarak anlatmam gerekiyor yani ne şartların içinde mücadele ediyoruz. Şöyle bir şey var: İnsan hakları konusundaki, yargı konusundaki, diğer konulardaki görüşlerinizi not ediyorum ama bu dosyalara tek tek cevap verme makamı ben değilim, o da başka bir müdahale alanına girer. Bunlar, hep beraber konuşacağımız, konuşarak, Türkiye'de tartışarak belli bir noktaya getireceğimiz işler.
Burada da dediğim gibi, şöyle de düşünmüyoruz yani Türkiye'de uzun zamandır Avrupa Birliği meselesi şöyle bir alana sıkıştırılıyor: Teslimiyetçilik ya da reddiyecilik. Avrupa Birliği meselesi ne teslimiyetçiliktir ne reddiyecilik içerisinde ele alınması gereken bir şeydir. Yani, "egemenlik devri" gibi alanlardan bahsediyorsak esasında bugünün dünyasında her uluslararası sözleşme egemenlik devridir; herhangi bir uluslararası sözleşmeye imza attığınız zaman kendinizi bağlıyorsunuz. Nihayetinde de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Şartı gibi şartlarla bağlıyız; bunlar tamam. Öbür taraftan şöyle bir noktanın olduğunu da bilmemiz gerekiyor... Bakın, bahsetti arkadaşlarımız, yine arkadaşımız "değer ve olgu" diye bir şeyden bahsetti.
Ben geçenlerde önemli bir Avrupa Birliği ülkesinin dışişleri bakanıyla sohbet ediyorum. Sonra, işte, resmî görüşme bitti, aylar evvel; bana dedi ki: "Biz arka tarafa geçelim, biraz baş başa oturalım." Neyse, geçtik arka tarafa; böyle biraz edebiyat, felsefe falan, bir şeyler konuştuk. En son bana dedi ki: "Sizi almayacaklar. Sebep senin düşündüğün gibi Müslümanlık meselesi değil." Çünkü "Bu Müslümanlık meselesidir." diyenler de oldu bana, açıkça söylediler. "Nedir o mesele?" "Ya, burada Fransa, Almanya'nın bir dominasyonu var, yönlendirmesi var. Türkiye buraya girdiği zaman Türkiye gibi büyük bir ülke buradaki dengeleri bozar, o sebeple."
Şimdi, bu benim için yeni bir haber değil yani bu yeni bir haber değil, bunu bize Fransız dışişleri bakanı da geçmişte söyledi, başkası da söyledi. Mesele bu değil; tam tersine, biz ilk günden itibaren bunu duymamıza rağmen bu meselenin bir süreç olduğuna ve bu meselede de Türkiye'nin kazanımlarının ne olduğuna baktığımız için biz bu süreci yürüttük ve şu anda da onun için yürütüyoruz zaten. Ama karşınızdaki tablonun çok da rasyonel olduğunu, ne yaptığını bildiğini düşünmeyin, hakikaten değerlerle hareket ettiğini düşünmeyin. Yani, burada da bir dağılmışlık var. Düşünebiliyor musunuz, bütün AB liderleri, hepimizin gözünün içine bakarak, birkaç ay evvel Papa'nın huzuruna çıktılar, Avrupa Birliğinin köklerinin Hristiyan olduğunu söylediler. Eskiden yani bundan beş sene evvel, altı sene evvel, on sene evvel bunu bir tek Zapatero söylerdi, eski İspanya Başbakanı; onun dışında hiç kimse söylemezdi. Dolayısıyla, ama bütün bu tabloya baktığımızda da şöyle bir yaklaşım içerisinde olmamız gerekiyor: Bir yandan Türkiye'nin bu süreci yürüterek elde edebileceği kazanımları azami bir şekilde elde edeceğiz çünkü hakikaten diyalektik bir süreçtir. Orada Avrupa Birliği diye sabit bir şey var da sürekli biz değişiyor değiliz, o da değişecek. Brexit'ten sonra başka bir Avrupa Birliği çıkacak, 2019 Komisyon seçimlerinden sonra daha başka bir Avrupa Birliği çıkacak; dolayısıyla, Türkiye için yeni imkânlar ve yeni riskler bir arada olacak. Ama gördüğüm şey şudur: 1.295 kilometrelik Suriye-Irak sınırımızın aşağısı istikrarsızdır ve bu istikrarsızlık artacaktır. İşte, bölgede Körfez'den diğer meselelere kadar istikrarsızlık sürmektedir. Dolayısıyla, bir devlet stratejik olarak şuna bakar: Hangi bölgesinde istikrar varsa oraya daha çok yatırım yapmak durumundadır. Bizim de Avrupa bölgesindeki bu istikrarla ilişkilerimizin geliştirilmesi rasyonalitenin icabıdır yani bunda bir şüphe yok.
Şimdi, bütün bu eleştirilerin, bakın, her birinin arka planında... Mesela en çok söylenen şey; bana geliyorlar, bizi Avrupa Birliğinde bloke eden ülkeler yani bizim herhangi bir toplantıda karşımıza çıkan ülkeler daha sonra bana geliyorlar, diyorlar ki: "Ya, bu Avrupa Birliği meselesinde çok ilerleyemezsiniz siz. Gelin, ikili ilişkileri geliştirelim." Bir gün bunu muhataplarımdan birisine anlattım, dedi ki: "Aynısı bana da yapıyorlar. Yani, size karşı daha sert bir tutum almamı Avrupa Birliği içerisinde görüyorlar." Yani, burada da şu var, bunu da görelim: Tabii ki rakiplerimizin bunun arkasında da Türkiye'nin bu kazanımlardan faydalanmasını engelleme gibi bir stratejileri var. Biz de bu sebeple bu meseleye, bu duruma ısrarla devam edeceğiz.
Şimdi, doğrudur Sayın Bakanımızın söylediği. Yani şöyle bir şey yok: "Sadece düşmanlarımız var." diye bir şey yok, çok iyi dostlarımız da var orada isim isim bildiğimiz, arkadaşlık ettiğimiz, pek çok konuda aynı kaygıları paylaştığımız. Bunlarla ilişkilerimizi sürdürüyoruz, bir yol yürümeye çalışıyoruz, beraberce bir şey oluşturmaya çalışıyoruz ilerleyebileceğimiz kadar, "Nereye kadar ilerleyebiliriz?" diye bir şeyimiz var. Sayın milletvekilleri söylediler, bu meselede hassasız, konuşmamda da bunu ifade ettim. Şunun farkındayız: Türkiye'yi Avrupa Birliği ilişkilerinden koparıp Türkiye'yi sadece komşuluk politikasına indirgemek isteyen bir strateji var. Bu stratejinin arkasında da şu var: Türkiye'de demokratik ilişkiyi, özgürlük, hukuk devleti gibi ilişkileri bir kenara bırakıp Türkiye'yi sadece göç ve terör konusunda bir partner hâline getirmek isteyenler var. Biz bunu görüyoruz ve çok da açık bir şekilde söylüyorum, defalarca söyledim: Aday ülke statüsünün dışında bu statüye indirgenmiş bir Türkiye ilişkisini kabul etmiyoruz. Türkiye, sadece terörle mücadele için bir askerî karargâh olarak ya da sadece göçmen ilişkisinde bir toplama kampı gibi görülemez. Türkiye, Avrupa Birliği müzakerelerini yürüten bir aday ülkedir ve bu cümlenin... Arkadaşlar çok iyi bilirler, benimle yakın çalışan arkadaşlar; karşımda herhangi bir toplantıda "Türkiye çok önemli stratejik partnerdir." dediğinde hemen masaya vururum ben. "Bu cümleyi böyle tek başına geçiremezsin kayda. Türkiye bir aday ülkedir ve tabii ki stratejik partnerdir." Bu durumun farkındayız ama siz de şunu düşünün: Demek ki biz de bunu kabullenmiyoruz ki, sadece göç ve terör konusunda iş birliği yapılacak bir ülke olmayı kabullenmiyoruz ki ben Avrupa'nın her tarafında "23'üncü, 24'üncü fasılları açın." diyorum veyahut da "Bu meseleleri gelin konuşalım." diyorum.
Şimdi, bu mesele niye önemli, fasılların açılması meselesi? Şimdi, diyorlar ki: "Fasılları açmak için ön kriterler lazım." Ya faslı açmak için ön kriter olmaz. Faslı açarsın, konuşmak içindir faslı açmak. Aynı şurada bizim yaptığımız şey bir fasıl açmaktır, Avrupa Birliği Bakanlığı bütçesinin faslını açtık. Kapatıp kapatmamak sonuçtaki oylamaya bağlıdır yani buradan tatminkâr bir karar çıkıp çıkmamasına bağlıdır. Sen açarsın, bunları konuşuruz, nasıl ilerleyeceğimize bakarız, ilerliyor muyuz, ilerlemiyor muyuz. Bu, Türkiye için de bir çıpa olur, Avrupa Birliğinin de ciddiyetini gösterir burada. Sonuçta tatminkâr bir noktaya vardığımızda da faslı kapatırız ama faslı açmamak demek, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında ciddi ve saygıdeğer bir ilişki kurmamak demek. O sebeple hepimizin, hangi partiden olursak olalım bütün bu eleştirileri yaptıktan sonra ister bu eleştirilere katılalım ister katılmayalım kendi siyasi pozisyonumuz gereği sonuçta çözüm şudur: Açın kardeşim bu fasılları; 23'üncü, 24'üncü faslı açın. Çünkü 23'üncü, 24'üncü fasıl bütün fasılların omurgasıdır, anasıdır. Hem de en çok ne konuda eleştiriyorsun beni? Yargı bağımsızlığı, ifade hürriyeti, düşünce hürriyeti. Tamam, ben bunlardan çekinmiyorum, meydan okuyorum. Hem de eğer bu konularda iddialıysan gel beni mahcup et bakalım. Ben mi seni mahcup ediyorum sen mi benim mahcup ediyorsun bu konuları konuşma konusunda, bu konularda ilerleme konusunda? Burada "Yok efendim, biz 23'ü, 24'ü ya da diğer fasıllar açmayız." Şimdi, böyle bir şey olmaz, açacağız ve konuşacağız. Zaten şunu söylemiyoruz, böyle bir şey olmaz: "Fasılları açmazsanız Türkiye'de insan hakları olmasın, özgürlükler olmasın." falan demiyorum. Ben Avrupa Birliği Bakanı olduğum için bu perspektiften bakıyorum yani fasılların açılması perspektifinden bakıyorum. Dolayısıyla bunun dışında bir statü kabul edilemez. Açık ve net bir şekilde söyledim. Avrupa Birliği Bakanı olmadan önce de -burada bazı arkadaşlar bilirler geçmişten beri beraber olduğumuz arkadaşlar- bu benim çok emek verdiğim bir meseledir Türkiye'nin bu ilişkileri, bütün o müzakerelerde bulunmuşumdu. Ama şunu da kabul edemeyiz: Eğer "Türkiye'yle müzakereleri kestik. Türkiye şu şartları yerine getirir." gibi bir cümle kullanırlarsa bu müzakereler ebediyen kesilir. Bu, çocuk oyuncağı değildir. Türkiye gibi bir ülkeye davranmanın bir stili vardır, bir yöntemi vardır. Hiç kimse Türkiye'yle müzakereleri kesemez. Şimdi, Macaristan'la yargı konusunda kavgaları var. Polonya'yla başka konularda problemleri var. Avusturya'da adam birinci parti seçildi fakat oradaki aşırı sağ parti diyor ki: "Bizden kopya çekiyor." Her gün Avrupa değerlerine karşı açıklaması var. Oturacaksın, bunlarla konuşacaksın ama Türkiye gibi bir ülke söz konusu olduğunda "Ben bu ilişkileri, bu müzakereyi keserim." diyeceksin. Burada net bir çifte standart olduğunu görelim.
Mesela burada arkadaşlarımız söylediler, dediler ki: "Göçmen krizini gurur meselesi yapıyorlar." Peki, bu cümlelere niye geldik? Bu cümlelere... Çok açık bir şekilde söylüyorum, bakın isim vererek söylüyorum. Biz "Bu 18 Mart Anlaşması'nı uygulayın. Bu 18 Mart Anlaşması'nı uygulamamanız bir anlaşmaya riayet etmemeniz anlamına geliyor." dediğimizde Genişlemeden Sorumlu Komiser Hahn ve diğerleri şunu söylediler sağda solda çıkan gazetelerde: "Türkiye bu anlaşmayı kesemez. Türkiye'nin Avrupa Birliğine ihtiyacı var." Biz ne diyeceğiz buna karşı? Eğer siz böyle bakıyorsanız bizim size ihtiyacımız yok. Bunu ne bağlamda söylüyoruz? Cümleyi tam kuruyoruz. Türkiye gibi bir devlet bugüne kadar bir Avrupa devleti olarak, bir Avrupa demokrasisi olarak AB üyesi olmadan gelmiştir, bundan sonra da yoluna AB üyesi olmadan gider ama biz Avrupa Birliği üyesi olmasını tercih ederiz. Ama siz bu meseleyi bize karşı bir manivela gibi kullanırsanız... Yani basın toplantısında izleyen arkadaşlarınız görmüştür, hepinizin gözünün önünde oldu. Adam diyor ki: "Bir yıl önceydi o anlaşma. Şimdi biz ona uymak zorunda değiliz." Yani bu anlaşmalar, uluslararası anlaşmalar böyle zamana ya da bir kişinin takdirine bağlı olarak şekillenirse dünya düzeni diye bir şey kalmaz. Karşı karşıya olduğumuz tabloyu bu sebeple size net bir şekilde anlatıyorum. Burada ilerleyebilmemiz için buradaki realiteyi görmemiz lazım. Yani şöyle bir şey yok: Karşımızda çok ilkeli, çok pırıl pırıl yürüyen, işleyen bir düzen var ve biz bu düzene ayak uydurmalıyız. Daha öncekini de söylüyorum: Mesela Schröder gibi, Blair gibi, Berlusconi gibi liderler bu konuda son derece pratik, hızlı karar alabilen liderlerdi. Şu anda maalesef Avrupa Birliği içerisinde böyle bir tabloyla da karşı karşıyayız.
Göçmen Anlaşması konusunda da açık ve net bir şekilde söylüyorum. Göçmen Anlaşması'nın, 18 Mart Anlaşması'nın sadece unsuru birebir ilişkisi değildir; onun içerisinde birebir anlaşması var, 3 milyon avro meselesi var, fasılların açılması meselesi var, gönüllü insani kabul var. Şimdi birisi çıkıp da -bunu da açık bir şekilde söyledim Avrupa Birliği platformlarında- "Fasıllar açılmayacaktır." dediği zaman onlar 18 Mart Anlaşması'nı iptal etmiş olurlar. Onlar iptal ettiği zaman da bizim söylediğimiz şudur: Benim 18 Mart Anlaşması'nı o zaman devam ettirmek için hiçbir sebebim yok. Ama bu birebir anlaşması kısmını veyahut da Akdeniz'deki ölümleri niye engelliyoruz biz? İnsani ve vicdani sebeplerle engelliyoruz. Ama adam "Anlaşmaya uymuyorum." diyorsa o anlaşmanın bir sürü hükmü var, bir sürü şartı var ve şu da net bir şeydir: Türkiye'nin sahil güvenlik kapasitesi olmasa Yunanistan tarafında böyle bir sahil güvenlik kapasitesi yoktur. Bir arkadaşımız bahsetti. Şimdi göç dalgası Kuzey Afrika üzerinden, Libya üzerinden İtalya-İspanya hattına kayıyor. Şimdi Libya'ya para aktararak oradaki sahil güvenlik kapasitesini artırmaya çalışıyorlar ama böyle bir şey mümkün değil. Türkiye'deki kapasite oradaki devletlerin hiçbir tanesinde yok. Yani karşımızda bir ilkesizlik durumu olduğu zaman biz de Türkiye Cumhuriyeti'ni savunacağız tabii ki.
Şöyle bir şey varsa, hakkaniyete dayanan, adil, objektif bir müzakere varsa "Gelin, bunu yapalım." dediğimizde de buna yanaşmıyorlarsa o zaman buna yanaşması için hep beraber sesimizi yükselteceğiz. Biz bunu yapıyoruz. "Gelin bu fasılları açın, beraber ilerleyelim." diyoruz. Muhalefetteki arkadaşlarımız, diğer arkadaşlarımız hep beraber bunu yapalım, Türkiye'den tek bir ses geldiğini görsünler. Mesela bu konuda başarılı olduk. Bu müzakerelerin kesilmesi konusunda hepimiz ortak bir ses verdik, "Yanlış yapıyorsunuz, saçmalıyorsunuz." dedik. Hatta orada şöyle bir şey yaptılar, buna da güçlü bir şekilde itiraz etmemiz lazım: "Efendim, referandumdan çıkan sonuca bakıp Türkiye'deki yüzde 49'u yalnız bırakmayalım." Yani yüzde 51 Avrupa Birliği karşıtı, yüzde 49 Avrupa Birliği yanlısı. gibi kendi milletimizi ayrıştıran bir tutum sergiliyorlar. Bu derece basiretsiz bir analizle karşı karşıyayız. Bundan sonrasında da şu var: Yani bu bölgedeki istikrarsızlık, işte Kuzey Afrika'daki istikrarsızlık, bütün gördüğümüz bu tablo bizi bu istikrar alanına daha çok yatırım yapma, daha öngörülebilir ilişki kurma konusunda buna yatırım yapmanın daha mantıklı olduğunu gösteriyor.
Şöyle bir şey de olmasın: Yani sadece... Evet, dedikleri doğrudur, dış politika evde başlar, kendi evimizle ilgili yapmamız gereken şeyler var. Reform süreci hayatımız devam ettiği müddetçe etmesi gereken bir süreçtir. Ama şimdi net bir şey söyleyeyim size: Yani Türkiye'de olağanüstü hâl kararı alma ihtiyacı 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ortaya çıkmıştır. Bunun binde 1'i... Bakın, net söylüyorum bunu, size tamamen analitik olarak söylüyorum. Bakın, böyle bir darbe girişiminin yarısı kadar bir tehdit -bütün bu Avrupa ülkelerini tanıyorum- herhangi bir Avrupa ülkesinde olsaydı bu olağanüstü hâlin kırk katı tedbir alırlardı, sınırlarını kapatırlardı. Brüksel'e giden arkadaşlar görüyordur. Soğukta asker, tim, öteki beriki geziyor.
İkincisi: Fransa meselesinde o kadar iyimser olmayın. Burada, Türkiye'de bir siyasal romantizm var bu konuda. "Olağanüstü hâli kaldırıyorum." diyor. Olağanüstü hâlin içerisindeki bütün kanunları normal kanunların içerisine sokuyor. Orada alınan tedbirler fevkalade tedbirler. Ha, şunu eleştiren olabilir: İşte "KHK'lara şu madde girseydi, bu madde girmeseydi. KHK'ların sınırı şu mu olmalıdır, bu mu olmalıdır?" Ama bunu getirip de Türkiye'nin şu anki güvenlik ihtiyaçlarıyla karşı karşıya getirmeyelim. Bu, hiçbir şekilde aslında itiraz edecekleri bir mesele değildir yani çok net bir tablo vardır ortada Türkiye'nin karşı karşıya olduğu. Düşünün arkadaşlar, 1.295 kilometrelik Irak-Suriye sınırı Almanya'da olsa, Fransa'da olsa, bunun gibi DEAŞ'la, PKK'yla mücadele etmek durumunda kalan bir devlet yapısı olsa alabilecekleri tedbiri düşünün. Şu konuda hassas olalım, bu konuda birbirimizi uyaralım ve ortak bir duyarlılık oluşturalım, özgürlük-güvenlik dengesini kurma konusunda. Şöyle bir şey de var: Geçmişten itibaren cumhuriyet tarihi boyunca kendi kendimize reform yapma konusunda çok fazla yüksek performans gösteremedik, bunları gerçekleştiremedik. Niye? İçerideki kırılganlık başkaydı, işte, bahsettiğiniz darbeler, vesayet alanları... Bir zamanlar ben öğrenciyken Türkiye'nin siyasi gündemini siyasi cinayetler şekillendiriyordu. Daha sonra ben siyasete girdim, AK PARTİ hükûmetlerinin ilk beş senesinde bile Türkiye nefesini tutuyordu, her ay Millî Güvenlik Kurulu toplantılarının gündemiyle "Millî Güvenlik Kurulundan ne karar çıkacak?" diye yaşıyordu. Yani bugünlere, bütün bu alanların geride bırakılmasına çok kolay gelinmemiştir. Hatta bir gün bir açıklama yapmıştım basının önünde, AK PARTİ'nin MKYK toplantısına girerken dedim ki: "İlk defa iktidar partisinin MKYK toplantısını izleyen gazeteci sayısı Millî Güvenlik Kurulunu izleyen gazeteci sayısını geçmiştir, bu bir normalleşme işaretidir." Türkiye'nin bütün gündemini, bütün kimyasını o değiştiriyordu. Ama o dönemlerde bile bu reformlar yapılmıştır, bu reform iradesi yine ayaktadır, bu hep beraber yapmamız gereken bir şey.
Bir de reform meselesi ve bu meselelerdeki... Avrupa Birliği meselesinde, Avrupa Birliği taraftarlarına söyleyeceğimiz şey, sadece AK PARTİ meselesi değildir. Şuna da dikkat edelim arkadaşlar, yani bunu size çok samimiyetle söylüyorum... İşte, bana söylüyorlar, gidiyorum; bunlarla da arkadaşız, birbirimizde direkt cep telefonlarımız var, bu bakanların hepsiyle, bu komiserlerin hepsiyle. İşte, "Siz böyle diyorsunuz ama sizin milletvekilleriniz geliyor şöyle söylüyor, sizin arkadaşlarınız geliyor şöyle söylüyor." Şimdi, bu bizim aramızdaki siyasi görüş ayrılıklarını kanırtarak elde ettikleri şey, kendilerinin yerinde sayması için bahane üretiyorlar. Evet, aramızda siyasi görüş ayrılıkları var, pek çok konuda da var ama en azından şu: Buradan kendilerinin üzerine düşeni yapmamak için bahane üretmelerine müsaade etmeyelim. Hep beraber şunu söylememiz lazım: "Kardeşim, fasılları açın, bu fasılları açın ve ancak bu şekilde ilerleyelim." Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkinin ilerlemesinin yolu budur.
Arkadaşlarımız bahsettiler: "Gümrük birliği meselesini güncelleyin, aksi takdirde bunda bir tıkanma olursa şu şekilde zararlar olur." diye. Net bir şekilde söyledim arkadaşlar yani buna biz hazırız, bu güncellemeye hazırız, kurumlarımız hazır. Burada Komisyona Konseyin yetki vermesi gerekiyor. Herhangi bir şekilde de ekonomik ilişkilerin kesilmesi diye bir şey söz konusu değil.
Bir arkadaşımız eleştirdi yine vize serbestisine... Yani "Önceden biliyordunuz bu Terörle Mücadele Yasası'nın değiştirileceğini. Daha sonra niye eleştiriyorsunuz?" diye. Şimdi, burada bir şablon yok elimizde. Terörle Mücadele Yasası'nın değişiminin şekli ve mahiyeti önemli. Şimdi ben bakıyorum, bana diyor ki: "Terörle Mücadele Yasanı şu şekilde değiştirirsen benim için tatminkâr." Ama ben Avrupa Birliğindeki ülkelere bakıyorum, son yıllarda yaptıklarına, benim kadar terör tehdidi altında olmadıkları hâlde, tam tersi, ağırlaştıran hükümler alıyorlar. Dolayısıyla mesele, yine aynı pozisyonda duruyoruz ama bunun mahiyetiyle ilgili ve şekliyle ilgili tartışmayı sürdürüyoruz. Bir arkadaşımız da bahsetti "Henüz yol haritası verilmemiş." diye. AB ile Türkiye arasındaki yol haritasında problem yok. Zannediyorum, kastettiği şey budur; bununla ilgili yol haritası verilmemiş, bunu hâlâ aramızda tartışıyoruz, bu değişimin...
GARO PAYLAN (İstanbul) - Ama Sayın Bakan, oradaki uluslararası anlaşma değil mi?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hangisi?
GARO PAYLAN (İstanbul) - Sayın Davutoğlu o taahhütleri verdi.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Tamam da orada şablon yok diyorum. Terörle mücadele konusunda...
GARO PAYLAN (İstanbul) - Biz tartışalım bunu, şablonu biz koyalım.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Anladım, şunu söylemeye çalışıyorum: Avrupa Birliğindeki tek tek ülkelerin bu konuda Avrupa Komisyonu tarafından belirlenmiş ortak bir şablonu yok. Birisi bir kanun düzenliyor, bir başkası bir kanun düzenliyor. Komisyon diyor ki: "Bu uygun, bu uygun, bu uygun değil." Tamam mı?
GARO PAYLAN (İstanbul) - Biz tartışmadık bunu Mecliste.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hayır, bu Hükûmetten beklenen bir teklif, Terörle Mücadele Yasası'yla ilgili bir şey. Yani bu, Avrupa Komisyonu ile Hükûmet arasındaki bir şey. "Bana bununla ilgili sen önerini ver." diyor.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - En önemli mesele, ifade özgürlüğü ile şiddet arasındaki bağın koparılmamış olması, yani bütün tartışma oradan kaynaklanıyor.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Şu, ben size söyleyeyim daha somut örnekler: Mesela diyor ki yüzünü kapatarak işte, elinde molotofkokteyli varsa bunu suç saymamamı istiyor. Ben de diyorum ki bu şartlar altında benim yaşadığım deneyim var, ben molotofkokteylini suç sayarım, yüzün kapatılmasını suç sayarım mesela. Somut örneklerden bahsediyorum, bu bahsettiğinizin dışında bahsettiğiniz tartışma alanının dışında somut örneklerden bahsediyorum.
GARO PAYLAN (İstanbul) - İfade özgürlüğü...
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Yani konuştuğumuz şeyden bahsediyorum size. Yani bu tip düzenleme talepleri var.
BAŞKAN - Otuz saniyede biter mi bu düzenlemeler Sayın Bakan?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Bu giriş kısmı, şimdi asıl somut konulara giriyorum. Müsaade ederseniz...
BAŞKAN - Sayın Bakanım, sabah beşte kalktım, yedi uçağıyla geldim, yirmi iki saati tamamladım, on altı saattir buradayız. Ne kadar zaman...
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Tamam Başkanım, mümkün olduğu kadar hızlı hızlı söyleyeyim.
BAŞKAN - Ne kadar zaman lazım size?
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Ya, burada arkadaşlara epey notlar var, hızlı hızlı söyleyeceğim.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Ben size süre vereyim Sayın Bakanım çünkü geçen senenin cevapları bu görüşmeler başlamadan üç gün önce geldi, onun için şey olmasın.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Evet, o konuda bir mahcubiyetimiz var.
BAŞKAN - Benim de var, dağıtmadım ben gelen cevapları efendim, mahcup olduğum için.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Heyetinizden, Komisyonunuzdan özür diliyoruz. Bir arkadaşımızın yaptığı hata yüzünden böyle bir durum oldu, bizi affedin o konuda.
BAŞKAN - Ben de dağıtmadım efendim, bilginiz olsun yani.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Benim de dağıtmadığınız şeyi gizli tutsaydınız size olan sevgim daha çok artabilirdi ama sevgimde bir eksilme yok, sadece artış olmadı.
BAŞKAN - Güzel, zeki insanları seviyorum.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Estağfurullah, hepimiz zekiyiz.
Bu arkadaşımız, Sayın Özgökçe ayrıldı buradan. Ben, doğrusunu söylemek gerekirse çok şaşırdım buna, kendisine de söylemek isterim. Yani şimdiye kadar dünyada bu kadar göçmenlerle ilgili toplantıya katıldım, Avrupa Birliğinde bu kadar panele katıldım, bu duyduğum eleştirileri hiç kimseden duymadım. Birleşmiş Milletler yetkilileri, Avrupa Birliği Komisyonu yetkilileri, Avrupa Birliğinin ilgili komiserleri...
BAŞKAN - Bedia Hanım'ın konuşmasını söylüyorsunuz değil mi? Çok doğru zaten.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Evet, evet, hanımefendiden bahsediyorum.
Her zaman Türkiye'nin bu konuda teşekkür edilmesi gereken bir ülke olduğunu, göçmenleri misafir etme konusuna ortaya koyduğu kapasitenin takdirle karşılanması gerektiğini ifade ettiler. Ayrıca hatta Birleşmiş Milletler yetkililerinin bize hani şöyle dolaylı manada da söylediği bir şey var: "Ya, bu standartları o kadar yükselttiniz ki bu standartların bu kadar yükseltilmesi başkaları için de örnek olacak ama nasıl adapte olacaklar, onu bilemiyoruz." gibisinden. Ha, ben bu şeyi de anlamadım çok ama burada söyleyeyim. Yani ben her zaman için kullanırken bu ifadeyi kullanıyorum, "Suriyeli kardeşlerimiz" ifadesini kullanıyorum, hukuki ifadesi tabii ki farklı olabilir ama bunlar...
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - "Misafir" kavramından...
BAŞKAN - "Misafir" ifadesine takmıştı, "misafir" ifadesini sevmemişti Sayın Özgökçe.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - "Misafir"i aramızda kullanıyoruz.
GARO PAYLAN (İstanbul) - Misafir gelir ama bir gün gönderilir, statü farklı.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Hayır, hayır, onu anlıyorum. Bizim kullandığımız şudur: Ben "Suriyeli kardeşlerim" dediğimde de uluslararası statü değil, bu siyasi dilde, günlük dilde kullandığımız bir şey ama...
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - O bir retorik yani.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Tabii, retorik, şu anda da yaptığımız o.
Ama hukuki statüsüyle ilgili zaten şey açık, geçici koruma altında statüsü içerisindeler, bununla ilgili bir mesele yok. Biz sadece bunu dil olarak kullanıyoruz. Tabii ki, hukukçular vesaire bu literatüre dikkat edecekler. Bizim kullandığımız o manadadır.
Şimdi, bu geri göndermeme ilkesini arkadaşlar, en sağlam uygulayan biziz. Dünyada bizim kadar... Yani "Şu anda açık kapı ilkesini kim uyguluyor?" deseniz dünyada bir tek Türkiye uyguluyor açık kapı ilkesini, uygulamayan... "Kim uygulamıyor?" derseniz bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeler uygulamıyor açık kapı ilkesini, bu çok net bir tablo.
BAŞKAN - Sayın Bakanım, konu ekonomi olunca da eleştiriyorlar, siz gelmediniz, o diğer bütçeleri bilmiyorsunuz yani.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Evet.
Dolayısıyla, bakın, hiçbir devlet, güvenliği açısından bu riski göze almaz, bir günde sadece Kobani'den 100 bin kişi alınmıştır. 100 bin kişinin neyini kontrol edeceksiniz; içinde DEAŞ mensubu var mı, PKK mensubu var mı, rejimin, muhaberatının adamları var mı, canlı bomba var mı? Ama açık kapı politikası uyguladığınız için, "Bu insanlar ölüme terk edilmesin." diye bunu yapıyorsunuz ve Türkiye bu konuda bütün alanlarda takdir gören bir ülkedir.
Bu duvar meselesinde, tabii ki duvar öreceğiz, sadece fiziki duvar da örmüyoruz, Avrupa Entegre Sınır Yönetimi çerçevesinde, ısıya duyarlı, termal kameralarla ve çeşitli uydu yöntemleriyle de sınırlarımızı takip edeceğiz. Sınırlarımıza dönük olarak çok ciddi bir terör akını vardır, bu sınırları koruyamazsak bugün burada konuştuğumuz hiçbir şeyi koruyamayız. Burada bu sadece fiziki bir şey değildir, tam tersine bu konuştuğumuz değerleri korumak için bu sınırlara ihtiyacımız var.
Sayın Bakanımız bu IPA fonlarıyla ilgili bilgi istemişti. Tabii, çevre alanında 32 adet projede 750 milyon avroluk uygulaması devam eden projeler var; ulaştırma alanında 727 milyon avro tutarında üç büyük altyapı projesi, bölgesel rekabet edebilirlik alanında 519 milyon avro tutarında projeler, insan kaynaklarının geliştirilmesi alanında 488 milyon avro, kırsal kalkınma alanında, tarım, hayvancılık, gıda, balıkçılık, alternatif tarım alanında 780 milyon avro tutarında var, ayrıca diğer fasıllar bazında da var. Sayın Bakanımıza bunu takdim edeceğim.
Bu bahsedilen "Bakanlık bütçesindeki cari transfer kaynaklı bütçe artışının ve bütçe içindeki payının yüksekliğinin nedeni nedir?" diye. Bakanlık bütçesinin cari transfer kaleminin yüzde 98'i Erasmus Plus Programı 2018 yılı katılım bedelidir. Katılım bedeli her yıl için sabit olup 72 milyon avrodur. Kur farkından dolayı artış oranı yüzde 11'dir, 2017-2018 için. Erasmus Plus Programı'nın katılım ücretinin yarısı IPA'dan diğer yarısı ise ulusal bütçeden kaynaklanmaktadır. Cari transferdeki kaynak bu amaçla kullanılmaktadır.
Bu, tabii, Sayıştay meselesini -Bülent Bey'in söylediği- geçen sene de konuşmuştuk, bu (E) cetveli meselesi. Biz ABİS (Avrupa Birliği İletişim Stratejisi) özel hesabı, AB üyeliği yönündeki çalışmaları desteklemek üzere önceden öngörülmeyen ve hazırlık için yeterli süresi bulunmayan faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için ilk defa 2015 yılında ihdas edildi. Bütçe kanununun (E) cetvelinde yer verilen söz konusu hesaba ilişkin her yıl Maliye Bakanlığı tarafından usul ve esaslar yayımlanıyor. Yapılan harcamalar bu usul ve esaslara dayalı olarak yürütülmektedir. (E) cetveli kapsamındaki tüm harcamalar Sayıştay Başkanlığı ve Maliye Bakanlığının denetimine tabidir. Bu kapsamda özel hesaba 2015 yılında 1 milyon 172 bin lira, 2016 yılında 1 milyon 760 bin lira bir ödenek aktarılmış olup 2017 yılında bu hesaba herhangi bir ödenek aktarılmamıştır. 2015 ve 2016 yıllarında aktarılan toplam 2 milyon 932 bin liranın bugüne kadar 2 milyon 436 bin 839 lirası harcanmıştır. 13 Kasım itibarıyla hesabın bakiyesi 501.869 liradır.
Şimdi, bu 2010 yılı Sayıştay Denetim Raporu'nda (E) cetveline ilişkin beş adet bulguya yer veriliyor. Birincisi, dönem sonu itibarıyla özel hesapta kalan tutarların usul ve esaslarda yer alan bir düzenlemeyle sonraki yıla devredilmesi. Usul ve esasları madde 10'da belirtilen özel hesabın dönemi takvim yılıdır. "Dönem sonu itibarıyla özel hesapta kalan tutarlar Bakanlık bütçesiyle ilişkilendirilmeksizin ertesi yıla devreder." hükmü gereğince, Bakanlığımız saymanlığı tarafından özel hesapta yıl sonuna kalan tutar sonraki yıl hesabına devredilmiştir. İhtiyaçtan fazla bir tutarın özel hesaba aktarılması konusunda Sayıştayın görüşü doğrultusunda 2017 yılında özel hesaba engel herhangi bir aktarım yapılmamıştır.
Bu şeye cevap verdiğimi düşünüyorum yani bundan sonrasıyla ilgili olarak, bizim önümüzde AB konusundaki çalışmalarla ilgili olarak niyetimizin ve irademizin bu olduğu yönünde ve stratejik planı bu çerçevede uygulamaya sokacağımız şeyinde...
Utku Bey sormuştu ama kendisi yok, bu Jean Monnet Burs Programı; geçen yıl akademik duyurusuna ilişkin olarak teknik çalışmalar devam ediyor. Programa kaldığı yerden devam edeceğiz. 2016-2017 akademik yılı uygulamasını darbe girişimi ve ardından yaşanan olağanüstü koşullar nedeniyle iptal etmiştik ama onu seneye uygulayacağız.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından bu siyasi denetim sürecine alınmamızla ilgili... Tabii, 2004 yılında denetim sürecinden çıkmıştık. Bu yıldan itibaren yargı reformu paketleri, Anayasa değişiklikleri, sivilleşme reformları yaptık. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, Kamu Denetçiliği Kurumunu kurduk, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı başlattık. Dolayısıyla, esasında muhataplarımızla görüştüğümüzde bunların, bu denetim sürecinde çıkış noktasında üzerimizde olan mükellefiyetlerin büyük oranda yerine getirilmesi hususunda bir irade olarak gözüktüğünü söylemelerine rağmen, maalesef 15 Temmuz darbe girişimini atlatmamıza rağmen, demokrasi, hukuk devletini korumak için atılmış adımları böyle bir tablonun içerisine soktular. Bakın, bunlarla da görüşürken yine çok net bir şekilde bunları paylaşıyorum; tamam, haklısınız ama buradaki hava bu. Yani bunların arkasında her zaman çok böyle ilkesel şeyler olduğunu düşünmeyelim. Böyle bir siyasi şey var, bir siyasi kopuş durumu var.
GARO PAYLAN (İstanbul) - Türkiye algısı var.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Efendim?
GARO PAYLAN (İstanbul) - Türkiye algısı var.
BAŞKAN - Sayın Bakanım, son altı dakika.
GARO PAYLAN (İstanbul) - Bir normalleşme ihtiyacı var.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Yani şöyle bir şey yapmayalım, "Normalleşme ihtiyacı var." diyorsanız buna bir şey demiyorum ama şunu da yapmayalım: Burada çok sabit, çok ilkeli bir yazılım var da, o geliyor, burayı yargılıyor gibi bir şey meselesi değil. Dolayısıyla biz...
GARO PAYLAN (İstanbul) - Ona katılıyorum. Burada verilen malzemeler çok kötü Sayın Bakanım.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Malzemeleri de tek tek konuşuruz da şimdi o bütçenin şeyi değil. Bahsettiğiniz konuları da tek tek konuşuruz da bu bütçenin işi değil. Ama şunu bilelim yani: Bu malzemeleri bize karşı kullananların -Zekeriya Bey bir ayrım yaptı, Sayın Bakanımız- yani bunun içerisinde hakikaten iyi niyetli olan bir grup, azınlıkta bir grup bunlar, çok fazla değiller. "İlerleyelim, çalışalım, edelim." "Peki, nasıl çalışacağız?" dediğimiz de bizim stratejimize uygun bir şekilde bu yaklaşımı gösteriyorlar ama diğer grubun, işte Almanya'nın, diğer ülkelerin baskısı altındaki grubun maalesef blokajı yüzenden bu mesele ilerleyemiyor.
Bu mültecilerle ilgili konumuzdan bahsettim. Bu bir şantaj ya da bu onları diğerlerine karşı kullanmak şekilde bir yaklaşım değil, verdikleri sözün hiçbirinin tutulmaması karşısında biz bu anlaşmaya sadık kalmak zorunda değiliz. Yani bu insanları biz Akdeniz'in sularına bırakacağız anlamına gelmiyor çünkü şöyle bir ikiyüzlülük var: İkide bir açıklama yapıyorlar, "Türkiye'yi 18 Mart Anlaşması konusunda takdir ediyoruz, Avrupa Birliği bu anlaşmayla ilgili olan bütün taaddütlerine bağlıdır." Peki, bağlısın da hangi görevini yerine getiriyorsun? Türkiye bütün mükellefiyetlerini yerine getirmiş, sen hiçbir mükellefiyetini yerine getirmiyorsun. Bu, ikiyüzlülüğe ve çifte standarda karşı koyduğumuz bir tavırdır.
Sayın Başkanım, teşekkür ederim.
Diğer cevap vermediğim hususları uygun bir şekilde iletelim.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Charles Dickens "İki Şehrin Hikâyesi" romanına girerken şöyle başlıyor: "Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; umutsuzluk kışıydı, umut baharıydı." diye. Dünya ne kadar zor olursa olsun umut baharını inşa ederiz hep birlikte inşallah. Bu irademizi koruyalım diyor, teşekkür ediyorum.