| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/887) ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/861) ve Sayıştay tezkereleri a) Sağlık Bakanlığı b) Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü c) Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu ç) Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı d) Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu e) Türkiye Halk Sağlığı Kurumu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 14 .11.2017 |
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, ilk defa bu bütçe görüşmelerimiz sırasında bir Sayın Bakan konuşmasına "bütçe hakkı"yla başladı, bilmem fark ettiniz mi.
MUSA ÇAM (İzmir) - Evet, çok önemli.
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - "Bütçe hakkı"yla başladı ve burada olma nedenini açıkça, net bir şekilde belirten de ilk Sayın Bakan oldu. Onun için Komisyon olarak teşekkür edemesem de en azından grubum adına sizlere teşekkür ediyorum.
SAĞLIK BAKANI AHMET DEMİRCAN (Samsun) - Sağ olun.
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Biz Plan ve Bütçe Komisyonuyuz değerli arkadaşlar. Sürekli dile getiriyoruz, temel işlevimiz kamu harcamalarının rasyonelliğini tartışmak ve en verimli yöntemi bulabilmeye çalışmak. Yapabiliyor muyuz, o ayrı bir konu. Ama temel işlevimiz kesin olarak bu. Onun dışında da bu şekilde belirlenmiş olan işlevler için Hükûmetin getirmiş olduğu maliyetlerin kabul edilebilirliğini burada konuşmak. Acaba bu maliyetler kabul edilebilir bir düzeyde mi? Kamu bu kaynakları, kıt kaynaklarını acaba farklı yerlerde tartışabilir mi?
Yasalar bu anlayış için yapılmaz ise daha sonra bedeli katlanmış olarak yeniden mutlaka dönüyor, dönmemesi mümkün değil, yanlış hesap bir yerlerden dönüyor. İster israf duvarından ister belirli bir süre sonra buralara kaynak yetiştirememe nedeniyle hizmetten vazgeçmekten. Bu mutlaka oluyor, olmaması mümkün değil. Nitekim 2011 yılında Sağlık Bakanlığının 6223 sayılı Yasa'yla yapılan Teşkilat Kanunu'nda da benzer bir şekilde, ciddi anlamda bir değişiklik oldu 2017 yılında, yani altı yıl sonra 6223 sayılı Yasa'yla yapılan yanlıştan dönüldü.
Özellikle sağlık hizmetleri gibi Türkiye'nin her tarafına yayılmış olan hizmetlerin birbirinden bağımsız ve kopuk ama aynı amaca hizmet eden kuruluşlar tarafından yapılmasının çok büyük maliyetlerinin olacağını, buralarda devletin bile kontrol edemeyeceği farklı örgütlenmelerin ortaya çıkacağının başlangıçta, bu yasa konuşulurken de söylendiğini gayet iyi hatırlıyorum. Bu oldu ama bu, altı sene sonra değişti. Bunun değişmesi ne yazık ki bir olağanüstü hâl kanun hükmündeki kararnamesiyle gerçekleşti. Bu kadar önemli bir olayın, özellikle, yeniden düzenlenmesiyle ilgili olarak bir yasa çalışması yapılırken gönül isterdi ki bu tasarı da ilgili komisyonlarda veya alt komisyonlarında ayrıntısıyla konuşulsun, geçmişten ders alınsın, geleceğe belki de daha sağlıklı bir şekilde bakılsın. Bunu, özellikle, yapısındaki terörle ilişkilendirme mantığını göz önüne alır isek ister istemez, itiraz edemeyeceğimiz bir olgu oluyor, "OHAL kapsamındadır." bile diyebiliyorsunuz. Biz şimdiye kadar OHAL kapsamıyla hiç ilgisi olmayan kanunları sıralarken, örneğin, bunu saymaktan itinayla kaçındık çünkü nasıl bir örgütlenme ortaya çıktığının farkındaydı bütün toplum. O nedenle, OHAL'le yapılması konusuna o kadar fazla bir tepki gelmedi ama bunun Mecliste bütün ayrıntısıyla, özellikle de uygulamalardan ders alınarak, konuşularak yapılmasının önünde olmamalıydı bu düzenleme. Yani OHAL kararnamesi bu konudaki bir düzenleme için asla yeterli olamaz, yanlışa devam ediyoruz anlamına gelir.
Şimdi, değerli arkadaşlar, aynı şekilde, bir de şehir hastaneleri olgusunu tartışıyoruz. Kamu hizmetlerinin finansmanıyla ilgili olarak 2002 yılından sonra, daha doğrusu, 2000 programıyla beraber Türkiye'ye veya Türkiye'nin önüne konulan -dayatılan dememek gerekiyor, dayatma bizim kabul edeceğimiz bir kavram değil- seçenek, artık kamu hizmetlerinin bütçe olanakları çerçevesinde gerçekleştirilmesinden farklı bir yöntem getirdi. Kaynağımız yok, ayağımızı yorganımıza göre uzatma mantığı terk ediliyor. "Eğer kaynak bulabiliyorsanız ya da birilerine kaynak yarattırabiliyorsanız o hizmetin, belirli bir süre kullanılması koşuluyla birileri tarafından yapılmasını sağlayın." Mantık bu. Kaynağımız yok, diyoruz ki: "Yap kardeşim sen hastaneyi, ben senden bunu kiralayacağım." Güzel. Sonra? "Bunun içerisindeki bütün hizmetlerin senin tarafından yerine getirilmesine olanak vereceğim." İyi. Ya yeteri kadar insan gelmezse? "Ha, onu da sağlayacağım, o konuda da garanti veriyorum." Mantığı bu olan bir sisteme geçiverdik. Niye geçtik? Çünkü devletin o yatırımı yapacak parası yok. Peki, devlet borç alamaz mı? Zaten o yatırımların hepsine garantiyi devlet veriyor, hazine veriyor; alır, alır ama o zaman da bu borçlar hazine hesabında görünür, Türkiye'nin borçluluğu artar, Türkiye'nin borçluluğu arttığı için de uluslararası piyasalardan kredi bulmakta vesairede zorlanır ya da kıyaslamalarda "Ya, bak, bunların borçluluğu da amma artmış." denir. Zaten nitekim, 2002 yılı kıyaslamalarına falan gidildiğinde hep bu rakamlar alınır, "Bakın, işte, bir zamanlar borçlarımızın millî gelire oranı şu kadarken şimdi şu kadar." demek için. Şimdi, değerli arkadaşlar, bununla ilgili olarak rasyonelliği bir konuşmak gerekiyor ayrıntısıyla. Burada arkadaşlarımızın hepsi bu konuda uzman, o nedenle, bilenmiş bir vaziyette burada duruyorlar, yakında, birazdan tartışırlar. Ben o konunun uzmanı değilim, ben maliyetinin uzmanıyım, çok somut olarak bakıyorum. Biz bir de bir değişiklik daha yaptık; devletin bu şekilde yani garantiler vererek kamu-özel iş birliği kapsamında yaptırmış olduğu projelerin tahakkuk esasına bağlı olarak kamu hesaplarında izlenmesi gerektiğine ilişkin de bir düzenleme yaptık. Yani bunların gelecekteki maliyetleri bizim hiç değilse nazım hesaplarımızda görülecekti. İlginç bir şekilde, Sağlık Bakanlığı bütçenizde bunların hiçbirisi gözükmüyor, hiçbir yerinde yok. Yani gelecekte kamu-özel iş birliğiyle yani şehir hastaneleri nedeniyle hangi yükümlülüklerle karşı karşıya kalacağımız konusunu biz burada bilmiyoruz. İlk defa olarak bütçeye, Maliye bütçesine bunun için bir ödenek konuldu bu sene, bunun için 2,6 milyar liralık bir ödenek konuldu.
Şimdi, değerli arkadaşlar, çok basit bir hesap yapmak istiyorum sizlere, tamamen sizin verilerinizden hareket ederek, Sağlık Bakanlığının verilerinden hareketle. Şu anda 20 tane sağlık tesisimiz var yapılan, 4'ü bitmiş vaziyette ve bunların yatırım bedeli de 10,2 milyar avro. Rakamlar günler itibarıyla farklı olabilir ama aşağı yukarı 10 milyar avro diyeyim buna. Şimdi, değerli arkadaşlar, bu 10 milyar avroyu devlet yapmıyor, 10 milyar avroyu girişimciler bulmuşlar, getirmişler "Ben hastane yapayım, sen bunu kirala." demişler; devlet de onunla sözleşme yapmış, onlara yaptırıyor bunu. Peki, bu 10 milyar avro ne şekilde ödenecek? Bunun için iki tane ölçütümüz var, yükümlülük şeklimiz var. Bir kısmı doğrudan yükümlülük yani inşaatın maliyetiyle ilgili, doğrudan yükümlülük, 10,2 milyar avroluk yatırımı yapan insanlara kira olarak ödenecek miktarı ifade ediyor. Siz bunu kaç yıl içerisinde... Diyelim "yirmi beş yıl" denilmiş hepsine, yirmi beş yıl içerisinde bütün bu tesislerin her birisi için bir kira tespit etmişsiniz sözleşmelerle, onu ödeyeceksiniz. Sayın Bakanım, burada bizlerin en fazla rahatsızlık duyduğu, o nedenle de bazen çok afaki şeylerin söylendiği bir gerçek ancak bu konuda bilgiye ulaşılmıyor. Ben sadece meraktan dolayı değil "Kamunun gelecekte başına ne gelecek ya? Bu sözleşmeleri kim yapmış? Şu sözleşmelerin örneğini Allah aşkına bir gösterin bakayım, neredeymiş?" dedim, çırpındım, tek bir sözleşmeye ulaşamadım. Nedir bu? Hangi yükümlülük? Doğrudan yükümlülük miktarı ne? Dolaylı yükümlülük miktarı ne? Kiraya veriyorsunuz, kira bedellerini hesaplamışlar aşağı yukarı, yılda 2 milyar 280 milyon avro tutuyor. Yirmi beş yılla bunu çarpın, bizim yapmış olduğumuz şu 20 tane şehir hastanesi nedeniyle üstlenmiş olduğumuz doğrudan yükümlülük tutarı 57 milyar avro; 57 milyar avro değerli arkadaşlar. Hani, "Bizim cebimizden tek bir kuruş çıkmadan yapıyoruz bu yatırımları." deniliyor ya, şehir hastaneleri için bu rakam 57 milyar avro. Ha, bu yetmiyor; aynı zamanda, borç alınan ülkenin yani finansman sağlanan ülkenin para cinsinin -örneğin, avronun Avrupa'da- o ülkelerdeki enflasyon oranında artırılmasını da içeriyor. Yirmi beş yıl boyunca yüzde 2 olsa, yüzde 3 olsa oralardaki enflasyon bu maliyetin üstüne avro cinsinden bir de bunu yükleyeceğiz. Bu, nereden bakarsanız bakın 65 milyar avro yapar, 65 milyar avroluk bir yükün altına girmişiz. Bugünkü kur üzerinden 57 milyar avro tam 256,5 milyar lira yapıyor; 256,5 milyar. 256,5 milyarı devletimiz tutup verememiş, veremez yani devletin olanakları sınırlı. Kıt kaynaklarını en verimli şekilde kullanması gerekirken "Sen borç al, bunu yap." demiş. Dolayısıyla, bu alanda yapılacak en küçük bir hata, en küçük bir yanlış planlama, işte, zaten sınırlı olan kaynakların hepsinin kötü kullanılması anlamına gelir. Ben şunu bir türlü anlamam yani bunun mutlaka bir yanıtı vardır, Sayın Bakan da bunu verir: Şehir hastanesini yapıyorsunuz, diğer hastaneleri yıkıyorsunuz; bu nasıl bir mantıktır? Bunun bir tarihi var, bunun bir kültürü var, bunun bir aidiyeti var. Ne olduğunu kimse bilmiyor. Hizmetlerinden yararlanılmayacak, yerine ne yapılacak Allah bilir. Büyük her zaman güzel, büyük her zaman verimli değildir değerli arkadaşlar; bu iş bizde olmuyor.
Şimdi, o doğrudan yükümlülükten sonra, 57 milyar avroluk doğrudan yükümlülükten ayrı olarak bir de koşullu yükümlülüğümüz var. Bu hastanelere ya yeteri kadar hasta gelmezse... Devlet onu da garanti ediyor ama sözleşmeleri bilmediğimiz için, sözleşmelerde nasıl bir dolaylı yükümlülük olduğunu bilmediğimiz için bu konuda hiçbir şey diyemiyoruz. Buraya kaç tane hasta garanti edildi, yüzde kaçı gelmezse devlet bunu nasıl ödeyecek ve işin garip kısmı, bunun miktarı ne olacak? Bu, yolcuya benzemez ki havaalanından geçen, ayakbastı parası sabit, onun üzerinden hesaplayamazsınız. Birisi burnu kanadığı için gelir, birisi kalp ameliyatı olmaya gelir. Dolayısıyla bu sözleşmelerin bilinmemesi, doğrudan yükümlülüğün üstüne gelecek olan koşullu yükümlülüklerin belirlenmemesi, Sağlık Bakanlığının bütçesini görüşürken işte Sayın Bakanın söylediği bütçe hakkını biz farkına varmadan devretmiş oluyoruz. Bu 57 milyar avroluk doğrudan yükümlülük getiren yatırımlar için burada tek bir kelime konuştuk mu? Şehrin dışında, dağın tepesine yapılacak olan Yozgat Hastanesi için burada herhangi bir şey söylendi mi? Bilkent Hastanesi için bir şey söyledik mi, burnumuzun dibi? Yok. Ne yatırımın yeriyle ilgili olarak ne yatırımın verimliliğiyle ilgili olarak bütçe hakkını kullanan kurumun haberi bile olmadı, bilgisi bile olmadı. Bunu müthiş şekilde önemsemek gerekiyor değerli arkadaşlar.
Şimdi, artık bütçeler tahakkuk esasına göre izlenilecek bütün bu yükümlülüklerin hepsi. Bunları göreceğiz, önümüzdeki yıllarda, önümüzdeki yılların bütçelerinde sürekli olarak artık bu rakamlar sizin bundan sonra vereceğiniz hizmetlerin hepsinin engelleyicisi olarak karşınıza çıkacak. Temel sorun burada. Gelecekte belki de dünyadaki değişime göre tercih yapılması gereken harcama türlerinin önünü şimdiden kesmiş olduk, onu bitirdik. Bunu çok önemsemek gerekiyor.
Bir taraftan bu hastanelerle ilgili olarak kamu-özel iş birliği çerçevesinde yaparken diğer taraftan da üniversite hastanelerimizin hâline bakıyoruz. Bunu Millî Eğitim Bakanlığının bütçesi sırasında makineli tüfek gibi konuştuğumuz bir süreçte anlatmaya çalıştık. Birkaç tane örnek değerli arkadaşlar, üniversite hastanelerinin durumu: Dokuz Eylül Üniversitesi Araştırma Uygulama Hastanesi, 273 milyon 841 bin 81 liralık borcu var. Borç batağına batmış, gırtlağına kadar borçlu, üniversite hastanesi bu. İstanbul Üniversitesi Hastanesi, 486 milyon 882 bin 391, gırtlağına kadar borçlu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, 141,5 milyon lira borçlu. Uludağ Üniversitesi, birikmiş zararı 308 milyon 490 bin lira, Uludağın zararı. Kısacası bir taraftan böyle bir kaynağı buralara aktarırken diğer taraftan üniversite hastanelerimizin hâli pürmelali de bu. Biz doğrudan yükümlülük, dolaylı yükümlülük falan diye daha yeni yeni bu kavramlara gelirken -ki bunun ta yıllar öncesinden beri konuşulması gerekiyordu burada- aynı zamanda bunun direkt olarak yani garanti ettiğimiz hastalarının tamamının da bizim başka bir kurumumuzun, Sosyal Güvenlik Kurumumuzun yükümlüsü olduğunu, yükümlülüğü olduğunu gözardı ediyoruz bir de. Biz veriyoruz zaten, biz devletiz, devlet olarak bir taraftan hastanın parasını veriyoruz, bir taraftan gelmeyen hastanın parasını veriyoruz, bir taraftan hastanenin kirasını veriyoruz; veriyoruz da veriyoruz. Burada bir rasyonellik görülüyor ise, burada bir şeyler varsa bunların burada tartışılması gerekiyor değerli arkadaşlar, Sağlık Bakanlığı bütçesi kesin olarak bu şekilde tartışılır, başka şekli de yoktur zaten bunun.
Şimdi, zaman faktörünü de göz önünde bulundurarak bugünü daha doğrusu diyabetin farkındalığı nedeniyle konuşmamı teknik olarak kesip diyabete geçiyorum Sayın Bakanım. Sadece bir basit soruyla başlamak istiyorum: Sabahtan gece yarısına kadar AVM'lerde yumuşak kek yiyerek dolaşan çocukları temsil eden bir sosyal yapıdan siz ne beklersiniz? Diyabet, obezite, başka bir şey yok. Bu çocukların bütün beslenmesi bunun üzerine. Üstelik de oralarda kullanılan ürünlerin, örneğin şekerlerin çok büyük ölçüde genetiği değiştirilmiş mısır şuruplarıyla üretilmiş eğer şekerlerden yapıldığı düşünülür ise işte burada tehlike çanları kendiliğinden çalmış olur. Değerli arkadaşlar, bu Komisyonda her fırsat buldukça bunu dile getirmeye çalıştım. Bizim milletimizin genetiği buğdayladır, bulgur ve buğday esasına göre beslenmek üzere oluşturulmuş bir genetiktir. Buğdayın içerisindeki Omega yağ asitlerinin dengeli dağılımı, Omega 3 ve Omega 6'nın bu kadar dengeli -Dünya Sağlık Örgütü beşe 1 der biliyorsunuz- olduğu tek ürün buğday rüşeymidir, E vitamini. Çoğalmanızın ve daha doğrusu ülkemizde nesillerin sağlıklı olarak ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birisidir, E vitamini. Nereden alacak E vitaminini başka türlü bu insanlar? Buğday rüşeyminden alarak geliyor olduğu gibi. B9, bütün B vitamini türevleri ve B9 yani folik asit, annelerin bebek tutmalarını sağlayacak olan temel madde, sentetik olarak verilmeye çalışılan, dünyanın masrafını yaptığı Sağlık Bakanlığının folik asit, buğday rüşeyminde bundan daha zengini yok. Daha doğrusu folik asit içeriği itibarıyla buğday rüşeyminden daha zengini yok. Bu da elinizde, net olarak orada duruyor ve onun içerisindeki protein yüzde 33. Neredeyse kuzu etine eşit, kuzu etine eşit. Bütün bunların hepsi buğdayın rüşeyminde ise tüketilmesi gereken buğdayın rüşeymi değil mi? Değerli arkadaşlar, işte bu buğday rüşeymini siz un yaparken raf ömrü endişeleri ve özellikle de şu anda toplumun yeteri kadar iyi örgütlenememesi nedeniyle yani mahalle fırınları vesairelerini falan yok olaraktan kalkıp da milyonlarca ekmek pişiren ekmek fabrikalarında hamurların mayalanması süresini kısaltmak için buğday rüşeymini ayırıyorsanız tamamen rafine edilmiş olan un şekerden ibaret oluyor. Şeker, dolayısıyla yediğiniz unun tamamı şeker. Peki, diyabet olmasın da ne olsun? Diyabet olmasın da ne olsun, bu olguyu değiştirmeden diyabete karşı farkındalıkla mücadele diye bir olgu yok. Diyabetin hemen yarım adım ötesi obezite. Dünyada artık -Allah'a şükür- 2'ncilik sırasına doğru yükseliyoruz, korkunç bir durumdayız. Dolayısıyla kullanılacak olan gıda eğer sizin genetiğinize uygun olarak gerçekten bu...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - ...ne diyabetin önüne geçmek mümkün olur ne de obeziteyi önleyebilirsiniz, isterseniz bütün Türkiye'yi bisikletle doldurun. Hele o şekerli keklerin içerisindeki koruyucu maddelerin hepsinin içeriğine baktığınız zaman işin korkunçluğunu o zaman görürsünüz. Değerli arkadaşlar, insanlara beslensin diye verilen sentetik ürünlerin tamamı bizim genetikler tarafından veya insanların genetiği tarafından, vücudu tarafından serbest, radikal olarak algılanıyor, tanımıyorlar o ürünleri. Biz buğday rüşeyminden gelen E vitaminini tanıyoruz, o doğal ortamının içerisinde. Onun yerine E vitamini verildiği zaman onu vücut bir an önce atmak için uğraşıyor. Atamadığı zaman da ne olduğunu -arkada doktorlar var- onlar söylesinler. Türkiye obeziteyle mücadele edecek beslenme rejimlerini rahatlıkla destekleyebilecek ürün çeşitliliğine sahip dünyanın sayılı ülkelerinden bir tanesi. Üretebilirsiniz, yetiştirebilirsiniz, insanlara sağlıklı bir şekilde verebilirsiniz, insanların yaşam şeklini bu AVM'lerin dışında birazcık doğaya çıkartarak koruyabilirsiniz. Oralarda bisiklete binmeye gerek yok, zaten bir tane yeşil alan bulsunlar, onlar bezden bir top yapıp peşinde koşmaya başlarlar. Onun için değerli arkadaşlar, Sağlık Bakanlığının atacağı her adım bu ülkenin geleceği, yatırımlarında da bu böyle, bütçe hakkının kullanılmasında da bu böyle ama Sağlık Bakanlığı ilaç değil. Sağlık Bakanlığının temel işlevi ilaçtan öncesi.
Daha önce verdiğim bir örneği de yeniden verip konuşmamı bitirmek istiyorum. Doğu tıbbı ve Batı tıbbı arasında gerçek anlamıyla emperyalizm ve sosyal devlet kavramları kadar farklı bir ayrılık vardır. Doğu tıbbı, insanlarının hastalığa yakalanmaması için nasıl beslenmesi gerektiği konusunda gereken incelemelerini, araştırmalarını geleneksel olarak yapmış, onlara birtakım hastalıkları önleyecek yiyecekler veriyor. Örneğin, acı kayısı çekirdeği yediriyor günde 3 tane. Bu, Çin'de, Kore'de, Japonya'da yoğun olarak, sanki bir devlet programı gibi izleniliyor. İçerisinde amigdalin var, amigdalinin ne anlama geldiğini size söylemeye gerek yok. Kanserle mücadelede neredeyse kemoterapide kullanılıyor.
Buna karşılık, Batı tıbbı ne yapıyor? "Bırakın, hasta olsun, ben bunların içerisinden amigdalini elde edeyim, hasta olduktan sonra onlara bunu ilaç olarak vereyim." diyor. İşte Sağlık Bakanlığımız açısından birleştirilmesi gereken, ne modern tıptan, Batı tıbbından vazgeçmek ne de bu geleneksel tıbbı kesin olarak göz ardı etmek.
Bu şekilde değerlendirilecek ve uygulama yapılacak bir bütçe düzenlendiğini umuyorum.
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Bütçeniz hayırlı olsun tekrar.
(Oturum Başkanlığına Sözcü Abdullah Nejat Koçer geçti)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Temizel.