KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Plan ve Bütçe Komisyonunun saygıdeğer üyeleri, Sayın Başbakan Yardımcımız, değerli kamu görevlileri, saygıdeğer basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Hazine Müsteşarlığının, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve Sermaye Piyasası Kurulunun bütçe, kesin hesap ve Sayıştay raporları ile Merkez Bankasının Sayıştay raporlarını görüşüyoruz.

Konuşmama bu kuruluşların hemen hemen tamamını ilgilendiren bir konuyla başlamak istiyorum. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, iki gün önce bankacılık sektörünün Ocak-Eylül 2017 dönemine ilişkin faaliyet sonuçlarını açıkladı. Enflasyonun yüzde 11 civarında seyrettiği bir dönemde bankacılık sektörü net kârını yüzde 29 oranında artırıp 37,1 milyar liraya kadar yükseltti. Sektör 2016 yılında da kârını yüzde 44 oranında artırmıştı.

Türkiye'de 2016 ve 2017 yıllarında kârını bu ölçüde yüksek oranlarda artıran ikinci bir sektör olduğunu sanmıyorum. Yanlış anlaşılmasın, bankacılık sektörünün kâr etmesine karşı değiliz. Güçlü bir bankacılık sektörü ekonominin de teminatıdır. Ancak bankaların hem geçen yıl hem de bu yıl elde ettiği yüksek miktarlardaki kârlar, sektörün gücünden değil ekonominin yönetiminin tepelerinde esen yalan rüzgârından başka bir şey değildir.

Hepimiz biliyoruz ki Merkez Bankası her gün piyasaya yani bankalara zaman zaman 130 milyara kadar çıkan, son günlerde 110 milyar lira civarında para satıyor. Bu paranın bankalara ortalama maliyeti yıllık yüzde 12 civarında seyrediyor. Bankalar bu parayı vatandaşa kredi olarak satıyor. Merkez Bankasının internet sayfalarında, bankaların vatandaşa ya da ticaret kesimine açtığı kredilerin faiz oranları haftalık olarak yayınlanmaktadır. Örneğin, 20 Ekim itibarıyla bankalar, TL cinsinden ihtiyaç kredisini vatandaşlara ortalama yıllık yüzde 18,53 faizle, ticari kredileri ise yüzde 16,7 yılık faiz oranı üzerinden kullandırıyor. Bankalar, bu faiz oranlarına komisyon, dosya masrafı, sigorta ve benzeri başka maliyetleri de ekliyor. Dolayısıyla Merkez Bankasından yüzde 12 faizle aldıkları parayı vatandaşa yıllık yüzde 24-25 maliyetle satıyorlar.

Merkez Bankasının "politika faizi" diye açıkladığı faiz oranları ile piyasadaki faiz oranları arasında müthiş bir uçurum var. Bunun nedeni, Merkez Bankasının, para politikasını Türkiye ekonomisinin ihtiyaçlarına, akla ve iktisat bilimine göre değil AKP Genel Başkanın, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan "Faiz inmezse enflasyon düşmez." şeklindeki şahsına münhasır fikirlerini esas alarak belirlemesidir.

Türkiye ekonomisi, Türkiye gerçeğinden kopmuş, tek çabası AKP Genel Başkanını kızdırmamak, gazabına uğramamak olan bir ekip tarafından yönetilmektedir.

Para politikasını, dünyada hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan "Faiz nedendir, enflasyon sonuçtur." şeklindeki bir cehalet ürünü önerme üzerine kurmuş olan bir Merkez Bankasının dünyada artık kalmamış olan enflasyonu Türkiye'de de yok edebileceğine -azıcık iktisat bilen- hiç kimsenin inandığını sanmıyorum.

Dünyadaki bütün bağımsız merkez bankaları enflasyon yükselirse onu aşağı çekebilmek için faiz oranlarını artırır, enflasyon düşünce de faiz oranlarını düşürür. Bu, ABD'de de böyle, Avrupa'da da böyle, Japonya'da da, İngiltere'de de hep böyle ve böyle olacaktır.

Merkez Bankası yıllardır yıl sonları için yıllık yüzde 5 enflasyon hedeflemektedir ve her yıl da bu hedefini ıskalamaktadır. Hedefin yüzde 5 olduğu bu yıl da yıllık enflasyonun yüzde 11-12 civarında gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Yani hedefte bu yıl da yüzde yüzden fazla bir sapma yaşanacak. Hangi çağdaş ülkede hedefi yüzde yüzden fazla sapmış bir merkez bankası yönetimi yıllarca o görevde kalır, onun cevabını da herhâlde birazdan alacağız.

Enflasyon dünyadaki en haksız vergidir arkadaşlar, hatta silahsız bir soygundur, fiyat artışı yoluyla vatandaşın cüzdanındaki, hatta bankadaki parasının satın alma gücünü çalmaktır, vatandaşın cebindeki parayı alıp biraz önce anlattığım gibi, bankaların, büyük sermayenin cebine koymaktır. Sadece bu yılın ilk dokuz aylık döneminde vatandaşların tüketici kredisi ve kredi kartları için bankalara ödediği faiz 41 milyar liradır. Bunun içerisinde vatandaşın bu krediler için faizden ayrı olarak ödediği komisyon ve ücretler dâhil değildir.

Enflasyon sorunu çözülmedikçe Türk parasının değeri istikrar kazanamayacaktır. Yine enflasyon sorunu çözülmedikçe yüksek faiz sorunu da çözülemeyecektir.

Enflasyon hedeflemesi konusunda da Türkiye yıllardır bir yalan rüzgârı ile uyutulmaktadır. Merkez Bankası, para ve kur politikasıyla ilgili açıklamasında her yıl aşağı yukarı şöyle bir cümle kullanır: "Orta vadeli program kapsamında Hükûmetle varılan mutabakatla uyumlu olarak yüzde 5 seviyesinde belirlenmiştir." denmektedir. Oysa hiçbir orta vadeli programda Hükûmetin enflasyon tahmini Merkez Bankasının enflasyon hedefiyle aynı değildir ve aynı olmamıştır. Programdaki tahmin hemen hemen her yıl hedefin çok üzerindedir, gerçekleşmeler de hem Merkez Bankasının hedefinin, hem de Hükûmetin tahmininin çok üzerinde olmuştur. 2017 yılı için de böyle olacaktır, 2018 yılı için de bu sonuç kaçınılmazdır.

Merkez Bankasının yıllardır kâğıt üzerinde kalan enflasyon hedefi, sadece Hükûmetin ücretlileri ezmek için güç aldığı bir dayanaktır çünkü Hükûmet memurlara, emeklilere, işçilere toplu sözleşme masalarında enflasyon hedefini dayatarak düşük zam oranlarına razı olmalarını sağlayan bir argüman olarak da kullanmaktadır.

Geldiğimiz bu olumsuz sonuç, bağımsız yargı gibi, Merkez Bankası, BDDK, SPK gibi siyasetten etkilenmemesi gereken bağımsız kurumların bağımsızlıklarını kaybetmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Sayın Bakan Mehmet Şimşek geçenlerde faiz oranlarıyla ilgili bir açıklama yaptı ve mealen Sayın Bakan dediniz ki: "Cumhurbaşkanımız haklı olarak bize diyor ki: 'Faizler yüksek.' Faizler yüksek çünkü bizim fon talebimiz yüksek değil." dediniz Sayın Başkan.

Sayın Bakan yine hazinenin değerli yöneticilerine şunu sormak gerekiyor: Yüksek fon talebiyle faiz oranları gerçekten yükselir, neden bu yıl şu ana kadar merkezî yönetim bütçesinin finansman ihtiyacının çok üzerinde fazladan borçlanmaya gittiniz? Bütçe açığının 31,6 milyar, nakit açığının 25 milyar lira olduğu bu yıl Ocak-Ekim döneminde 70 milyar liralık yani nakit açığının yüzde 180'i kadar bir net borçlanma yaptınız hem de yasa dışına çıkıp borçlanma limitlerini aşarak bunu gerçekleştirdiniz. Canınız faiz oranlarını yükseltmek mi istiyor, yoksa Sayın Kuşoğlu'nun söylediği gibi, bilmediğimiz başka nedenler mi var, bunu da öğrenmek isteriz.

Bu gelişmeler, hazinenin borç yönetiminde Türkiye'nin çıkarlarını göz ardı edip etmediği konusunda ister istemez kuşkular yaratmaktadır.

Bir sayın bakanın son vergi artışlarının haklılığını savunurken, mealen "Ya borç alacağız ya da vergi." şeklinde talihsiz bir açıklama yaptığına da tanık olduk. Talihsiz diyorum çünkü 3'üncü bir yol daha var ve bu 3'üncü yolun Hükûmetin aklına gelmemiş olmasını yadırgadığımı da söylemek istiyorum. O 3'üncü yol da gereksiz harcamaları kısmaktır. Sayın Bakan bunu hiç aklınıza getirmeyip "vur abalıya" politikasıyla ülke yönetmeye kalkışmak gerçekten çok zor. Daha az borçlanmak ve dava az vergi almak için mesela Ankara'daki sarayın bitmez tükenmez harcamalarına artık bir dur demek bir yoldur. Bilmem kaç yüz odalı yeni bir yazlık saray yapmamak da bir yoldur. Kimsenin geçmediği otoyollar, köprüler yapmamak, bunlara milletin cebinden ballı börekli garantiler vermemek, gerçekten ekonominin ve halkın ihtiyacı olan yatırımlara para ayırmak da bir yoldur, bir seçenektir. İhaleleri, çağrı usulüyle, pazarlıkla eşe dosta dağıtmak yerine; rekabete açık, şeffaf, dürüst, namuslu, yetimin hakkını koruyacak şekilde yapmak da bir başka yoldur. Belki birazdan Sayın Faik Öztrak söyleyecektir, on beş yıllık AKP iktidarı döneminde 42 kez ihale yasası değiştirildi arkadaşlar, 42 kez.

Bir başka yol da devletin vergi, sigorta primi gibi birikmiş alacaklarını tahsil etmektir. Sadece genel yönetim ve sosyal güvenlik kurumlarının 425 milyar liralık alacağı bulunuyor, mahalli idareleri de eklediğimizde devletin alacakları 450 milyar lirayı geçiyor.

Türkiye ekonomisinin gerçekten bilim ve akıl dışı yöntemlerle yönetilmeye çalışıldığının bir önemli örneği de altın konusudur. Çok değil, geçen yıl Aralık ayında bu ülkenin Cumhurbaşkanı, televizyonlarda, meydanlarda vatandaşları altın satın almaya çağırmıştı, sanki Türkiye altın üretiyormuş gibi. Bir yıl sonra da Türkiye'nin hazinesi vatandaşlara "Altınları getirin hazineye borç verin." çağrısı yapıyor. Bir yıl önce yastık altına altın depolamaya çağırdığınız vatandaşların karşısına bir yıl sonra yastık altının ekonomiye katkısı yok, altınlarınızı hazineye borç verin diyerek çıkılıyor. Şimdi bir karar vermek gerekiyor Sayın Bakan, vatandaş altın mı alsın, yoksa hazineye borç mu versin, bunu da söyleyin ona göre biz de vatandaşa bu çağrıyı yapalım.

Borçlanma konusunda çok tehlikeli bir yola giriyorsunuz. Türk lirası cinsinden daha düşük bir riskle borçlanmak dururken, borçlanma tabanını genişleteceğiz diye hazineyi altın ve değerini bizim değil, uluslararası piyasaların belirlediği enstrümanlara endeksli olarak borçlandırma gayreti içerisine giriyorsunuz. Türkiye geçmişte bunları yaşadı ve çok büyük faturalar ödedi. Halkımız, Devletin kendi parası yerine başka ülkelerin paralarına endekslenen borçlanmaları için çok büyük bedeller ödedi, derin ekonomik krizler yaşadı.

Türkiye ekonomisi geçen yıla kadar dış açık tehdidi altındaydı. En önemli sorun cari işlemler açığıydı ancak 2017 yılıyla birlikte kamu açıkları da yeniden gündemimize girmeye başladı.

Bu türden eleştiriler yaptığımızda, sürekli Türkiye'deki kamu borcunun millî gelire oranı önümüze getirilip diğer ülkelere göre çok düşük bir noktada olduğumuz öne sürülüyor. Bu doğrudur, Türkiye'nin borcunun millî gelirine oranı düşük ama önemli olan bu borcu çevirdiğiniz havuzdaki suyun miktarıdır. Almanya, Amerika, İngiltere ve benzeri borçluluk oranları bizden yüksek ülkelerde devasa bir sermaye piyasası, devasa bir bankacılık ve sigortacılık şirketleri var. Yani borçlarına göre büyük havuzları var ve oradan çok ucuza su alabiliyorlar. Bizim böyle bir imkânımız ne yazık ki mevcut değil. Ne yazık ki Türkiye'de sermaye piyasası çok küçük, 100-200 milyon dolarlık işlemler hisse senedi fiyatlarını, döviz kurlarını, faiz oranlarını spekülatif bir şekilde artırıp azaltabiliyor. Hepsinden önemlisi bu Hükûmetin mali sistemi büyütmek, sermaye piyasasını derinleştirmek gibi bir derdi bulunmuyor.

Sayın Bakan, geçtiğimiz günlerde Sayın Lütfi Bey ve Maliye Bakanımızla beraber OVP'yi açıkladınız. OVP'yle ilgili birkaç şey de söylemek isterim. Özellikle daha önceki OVP'lerde hemen her yıl yüzde 5 olarak öngörülüp her seferinde büyük sapmalar gösteren enflasyon hedefi için yeni OVP'lerde aynı şeyi söylemek mümkün. Özellikle OVP'de hâlen yüzde 10'un üzerinde seyreden enflasyonun bu yılsonunda da yüzde 9,5; 2018'de yüzde 7; 2019'da yüzde 6; 2020'de de yüzde 5 olması öngörülmektedir. Aynı dönemde hâlen yüzde 17-18'in üzerindeki gıda enflasyonunun yüzde 5'e düşeceği varsayılmaktadır. Şu ana kadar gıda fiyatlarının kontrolü konusunda Hükûmet başarılı olamadı, OVP döneminde bunun nasıl başarılacağının henüz yanıtını da alabilmiş değiliz. Yine OVP'de istihdamın artırılacağı vadedilmektedir ancak buna rağmen 2017 yılı sonunda işsizliğin yüzde 5,5 büyümeye rağmen yüzde 10,8 olarak hedeflenmesini Hükûmetin kendisinin de bu hedefe ve büyümeye inanmadığının bir göstergesi olarak okumak mümkün. Kaldı ki 2018-2020 döneminde yine her yıl yüzde 5,5 büyüme hedeflenmesine karşılık, işsizliğin 2018'de yüzde 10,5 olacağı yani yine çift haneli ve büyümenin 2 katına yakın gerçekleşmesi öngörülüyor. İşsizlik 2019'da yüzde 9,9; 2020'de ise yüzde 9 olarak öngörülmüş. Diğer deyişle, kesintisiz yüzde 5,5 büyüme hedeflenmesine karşılık, önümüzdeki üç yılda işsizlikte beklenen düşüş yüzde 1 bile değil.

OVP'de asıl dikkat çeken ve birbiriyle çelişen, birbirini takip eden hedefler tüketim harcamaları ve yatırımlar konusunda dikkat çekiyor. OVP'de teşvik harcamaları ve aktarılan kaynakların kamudan mali dengeleri olumsuz etkilediği vurgulanarak, 2018-2020 döneminde kamu tüketim harcamalarının kısılması, buna karşılık özel tüketim harcamalarının ise yüzde 4 ve üzerinde artması öngörülmektedir. Plan hedeflerine göre, kamu tüketim harcamaları 2017'de yüzde 2,7; 2018'de yüzde 3,5; 2019'da yüzde 2; 2020'de de yüzde 1,8 olacağı gözükmektedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerimi şöyle bitirmek isterim: Hukukun üstünlüğünün kalmadığı, can ve mal güvenliğinin olmadığı, ifade özgürlüğünün sınırlandığı, devletin hesap vermediği bir ortamda kimse uzun vadeli taahhüde giremez. Üretken yatırımlar yapacak girişimcilerin yerini sıcak paralar alır. Korkan tüketici, harcamasını asgariye indirir. Aş olmaz, iş olmaz, ekonomi daralmaya başlar Sayın Bakan.

2018 yılının hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.

Bir şeyi söylemeden geçmek istemiyorum, Sayın Kuşoğlu da söyledi. Konuşmanızda özellikle Sayıştay raporlarını ne kadar dikkate aldığınızı ve bununla ilgili çözümleri üretmek için de çaba sarf ettiğinizi söylediniz. Çok teşekkür ederiz size. Çünkü burada bizler, bakanlıklar ve bakanlıklara bağlı kurumlarla ilgili Sayıştay raporlarını burada sayın bakanlara karşı dile getirirken sayın bakanlar âdeta Sayıştay görevlilerini düşman gibi görüyorlar böyle, neredeyse gırtlaklayacaklar. Siz daha hiçbir eleştiri getirmeden, bizler size hiçbir eleştiri getirmeden baştan bunu kabul ederek söylemeniz sizin nezaketinizden kaynaklanmaktadır. Size bundan dolayı da ayrıca çok teşekkür ederiz.

Hayırlı ve uğurlu olsun Sayın Başkan.