KOMİSYON KONUŞMASI

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Değerli Plan ve Bütçe Komisyonu üyeleri; bir yatırımcı Bakanlığın daha 2018 yılı bütçesini görüşmeye başlıyoruz. Ben her yatırımcı bakanlık bütçesi görüşülmeye başlanırken bir konuya dikkatinizi çekmeye çalışırım. Yine dikkatinizi çekmeye çalışacağım. Bizim büyük ulusal yatırımlarımız yatırımcı bakanlıkların bütçeleri görüşülürken maalesef burada değerlendirilmiyor, bunları değerlendiremiyoruz. Zaten Sayın Bakanın sunumunun son cümlesinde söylediği, verdiği rakamlar bunu çok somut olarak gösteriyor. Enerji Bakanlığının yani Türkiye'nin en büyük yatırımcı bakanlıklarından saydığımız Enerji Bakanlığının 761 milyar liralık genel 2018 bütçe tasarısı içerisindeki payı sadece binde 31, binde 31. Binde 31'lik bir bütçeyle böyle kapsamlı bir sunum yapmak aslında bütçe mantığına ve bütçe görüşmelerine aykırı. Toplam bütçenin binde 31'ini harcayacaksınız ama Türkiye yatırımlarının çok ciddi bir alanında söz sahibi olacaksınız veya bütçe tartışmalarında bunu tartışacağız.

Şimdi, değerli arkadaşlar, yatırım programımızda da bu çok somut olarak gözüküyor zaten. 2017 Yılı Yatırım Programı'na baktığınız zaman Enerji Bakanlığının toplam yatırımını orada 5 milyar lira olarak gördük. Bunun sadece 1,8 milyarlık kısmı merkezî yönetim bütçesinin içerisinde ve bunun da 1,6'sı DSİ'ye ait, geri kalan 3,1 milyar lira da KİT'lerin enerji sektörü yatırımları. Geri kalan? Geri kalanı burada göremiyorsunuz. İşte, buraya dikkat çekmeye çalışıyorum. Şu anda ilk yatırım harcamalarının bütçeden yapılmaması, ödeneklerinin buradan verilmemesi, başka yerlerden kaynak sağlanarak bu yatırımlara girişilmesi nedeniyle burada görüşmediğimiz bu yatırımların bir kısmı daha sonradan bize yükümlülük olarak dönüyor. O nedenle de bu yatırımların bu yöntemlerle mi yani kamu-özel iş birliği kapsamında geliştirilmiş olan finansman yöntemleriyle mi, yoksa başka yöntemlerle mi yapılması gerektiği konusunu hem verimlilik hem de yurttaşın sırtına oluşturacağı yük açısından değerlendirmemiz gerekiyor. "Bu, bizim görevimiz." diyoruz ısrarla.

Yap-işlet-devret modelleri, daha doğrusu kamu-özel iş birliğinin alt kademelendirilmeleri yeni bir olay falan değil, ta kapitülasyonlar döneminde. Düşünün, bizdeki ilk yap-işlet-devret modeli... Yap-işlet-devret modeli nedir bilir misiniz? İlk yaptığımız şey. Karaköy-Pera arasında çalışan o tünel. Dünyanın en kısa tüneli. O zamanlar dünyada inanılmaz bir demir bolluğu var, herkes Eyfel Kuleleri'ni yapıyor, gidiyor Amerika'da Hürriyet Heykelleri'ni yapıyor; demirler, bakırlar, madenler müthiş şekilde bol. Dolayısıyla "Nereye, ne yapalım?" diye uğraşıyorlar. Bunu yaparken de elbette ki gelir de sağlamaya çalışıyorlar. Geliyorlar diyorlar ki "Size Karaköy ile Pera arasında bir tünel yapalım." bir Fransız mühendis söylüyor bunu. Sonuç olarak -onun rakamını çıkarmıştım- 1871 yılında kırk iki yıllık bir imtiyaz hakkı bu firmaya veriliyor, kırk iki yıllık bir imtiyaz hakkı sadece 625 bin Fransız frangıyla. Böylece Osmanlı'yla beraber biz de ilk yap-işlet-devret modelini tanımış oluyoruz. Daha sonradan İngilizlerle ortak kurulan bir firma büyük bir hızla geliyor, 1872'de başladığı projeyi 1874'te tamamlıyor, iki yıl içerisinde, büyük bir hızla ve gerçekten de çok başarılı bir şekilde işletiyor, para kazanıyor. Atası bu, bizim ilk tanıdığımız proje bu. Şimdi, bu projeler bu şekilde devletin yapamadığı veya yapmayacağı bazı yatırımları eğer bir bağımlılık oluşturmadan bu tür firmalara falan vererek yaptırıyorsa pek fazla bir zararı olmuyor, hatta yararı da oluyor, yapmayacağınız bir projeyi hazır yapmış oluyor insanlar, siz de ondan yararlanıyorsunuz, güzel, buraya kadar bir sorun yok. Ancak belirli bir süre sonra bu imtiyaz süreklilik kazanma eğilimi gösteriyor yani "Kırk iki yıl dolduğu zaman ben bunu devreder miyim devretmez miyim?" tartışmaları ister istemez hele Osmanlı'dan bir bağımsız ulusal devlet çıktığı zaman bunu oturup değerlendiriyor. Bu değerlendirmeyi de Plan ve Bütçe Komisyonunun dikkatine sunarım. Sonuç olarak 1938 yılında 175 bin Türk lirası karşılığında bu imtiyaz yeniden devletleştiriliyor. Yap-işlet-devret modeliyle yaptığımız olayın ilk macerası bu.

Şimdi, değerli arkadaşlar, şu andan itibaren biz bütün yatırımlarımızı neredeyse finansmanı farklı olarak oluştuğu için, "yap-işlet-devret modelleri finansmanı" deniyor, IMF bunu özellikle 1980'li yılların ortasından itibaren getirip belirli ülkelere, gelişmekte olan ülkelere dayatmaya başladı. Başlangıçta finansman açısından büyük bir avantajı falan yoktu bu ülkelere. Ancak ne zaman ki 2000'li yılların ortasından sonra, özellikle de 2009 Dünya Krizi'nden sonra Amerika'nın krizden çıkmak için uyguladığı para politikaları sonucunda dünyaya saçılan 8,5 trilyon dolarlık bir kaynağın aynen 1800'lü yılların ortasındaki gibi, demir fazla, demir üretimi fazlası olduğu gibi müthiş bir dolar enjekte edilmesi karşılığında bankaların o paralarla kendilerini kurtarabilmesi için bu modeller yeniden büyük bir hızla canlandırılmaya başlandı. Karşı karşıya kaldığımız olay bu. Parayı bulduğunuz sürece, dünyada bu şekilde bir eğilim olduğu sürece burada pek fazla sorunla karşılaşmıyorsunuz. Bütçede kaynağınız yok, tasarruf oranlarınız düşük, kalkınmanızı da dışarıdan bulduğunuz kaynaklarla tüketiminizi teşvik etmek suretiyle sağlıyorsunuz, modelimiz de bu. Bunu kabul ediyoruz. Sayın Bakanın yüzde 5'lerin üzerindeki kalkınma gerçeği böyle gerçekleşiyor.

Her zaman dikkatinizi çekiyoruz değerli arkadaşlar: Bu şekilde istihdam yaratmayan, sürekli cari açık üreten, cari açık biriktiren, dış ticarette sürekli açık veren, hatta dış ticaretteki bu açıkların tutarı -geçen de şey sırasında da söylemiştim- son 2003 yılından bu yılın ortasına kadar 720 milyar dolara ulaşmıştı dış ticaret açığımız, biriktirdiğimiz cari açık da 530 milyar dolar olmuştu yani 530 milyar dolar cari açık biriktirmişsiniz, 720 milyar dolar dış ticaret açığı vermişsiniz. Neyle kapatmışsınız? Borç alarak kapatmışsınız. Sonra ne olmuş? İşte, şu andan itibaren bütün sorun yavaş yavaş yurt dışından hissetmeye başladığımız o her zamanki oyun yeniden oynanmaya başlanmış. "Borç alan yönetilmeyi kabul eder." mantığı. Bir ulus devlet olarak, ulusal onurumuz gereği olarak böyle bir olay karşısında duracağız elbette ki, durmamız gerekiyor. Fakat nasıl duracağız, nasıl duracağız, bütün olay bu.

Şimdi, yeniden borç bulamadığınız takdirde bu projeleri devam ettiremiyorsunuz. Yeni yapacağınız bütün yatırımların hepsi yine aynı modelle, dışarıdan finansman bularak yapılacak. Finansmanı bulan projeyi tanımlıyor, getiriyor, diyor ki: "Ben parasını buldum, ben bunu yapayım." Yani bu ne zamandan beri yapılan bir proje olduğu için, ne zamandan beri getirilen bir olay olduğu için ister istemez bunlarla yaşıyorsunuz, karşı karşıya kalıyorsunuz, veriyorsunuz. Peki, bu böyle mi devam etmeli, bu böyle mi devam etmeli? Bütün sorun burada. O nedenle bu bütçede bunun konuşulması gerekiyor, bunun tartışılması gerekiyor. Biz yatırımların finansmanıyla ilgili olarak özellikle de IMF üzerinden emperyalist devletlerin bize 1980'in ortalarından beri dayattığı bu modelle mi gideceğiz hâlâ -ki şu anda Demokles'in kılıcı gibi başımızda bir tehdit sallanmaya başlıyor "Bu borçlanmalar olmazsa ne olur?" diye- yoksa yeniden kendi kaynaklarımıza, kendi olanaklarımıza ya da bulabildiğimiz borcu zaten sınırlı olan bu kaynağa değişik tercihlerimiz arasında çok mantıklı bir şekilde dağıtarak mı yapacağız? Bunları tartışmamız gerekiyor, bunları konuşmamız gerekiyor. Bunlar konuşulmadığı takdirde ciddi anlamda sıkıntıya giriyoruz değerli arkadaşlar.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, buyurun.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim.

Şimdi, altyapı hizmetlerinin bu yöntemlerle yapılması olayı ve özel finansman yöntemleri sadece bizim uyguladığımız yöntemler değil, başka ülkeler de aynı pastanın içerisinden pay almaya çalışıyor. Ama çok net olarak görülüyor ki bu olay çok uzun süre sürdürülmeyecek. Başlangıçta finansman bolluğu nedeniyle çok kolay uygulanan bu sistem, şimdi, artık, yeniden ülkelerin daha önceki kaynaklarını kendi ana ülkelerine çekme çabaları nedeniyle daralmaya başladı, bunu hepimiz görüyoruz zaten; ayrıca, politik silah olarak kullanılmaya başladı, bunu da hepimiz geçmişten biliyoruz. Bu durum karşısında ne yapacaksınız? Bu durumda, bütçenin olası finansal krizlere dayanıklı olması için kamunun gelecek yıllarda garanti, borç üstlenimi gibi birikmiş yükümlülüklerini çok iyi analiz etmemiz gerekecek. Bunların hepsini yeniden oturup bir daha konuşacağız. Çok önemsiyoruz bu olayı ve ancak bundan sonra böyle bir olaya karar vereceğiz. Yani bu finansman yöntemleri eğer koşullar uygunsa kullanılmasın demiyorum ama bunlar belirli bir süre sonra, artık, Türkiye'nin her şeyiyle beraber bağımlı hâle gelmesini, ekonomik olarak bağımlılığını yaratıyor ise bu da ilanihaye serbest bırakılsın demek istemiyorum, bu olmasın, bunların üzerinde konuşulsun.

Şimdi, değerli arkadaşlar, şu rakamları da vererek bu konuda son değerlendirmeme geçmek istiyorum. Bizim sürekli olarak borçlanarak yürüttüğümüz bu ekonomi politikası sonucunda ortaya çıkan göstergelerimiz gerçekten parlak değil. Sürekli söylüyoruz, 2000'li yılların başında hane halklarının borçlarının millî gelire oranı yüzde 3,4'tü sadece, 2017 yılının ortasında 17,8 oldu, hane halkı sadece bu. Parantez açıyorum, dünyada cari fazla veriyorsanız isterseniz ulusal gelirinizin 5 katı borçlanın, hiçbir sorun yok, cari fazla veriyorsunuz. "Ben buradan para kazanıyorum. Bu borçlarla ben yatırım yapıyorum, üretiyorum, daha fazla cari fazla vereceğim." diyorsanız bunun bir şeyi yok ama cari açık veriyorsanız, dış ticaret açığı veriyorsanız, sürekli açık veriyorsanız tehlike burada. Ödeyemiyorsunuz yani şu anda önümüzdeki yıl içerisinde ödememiz gereken 200 küsur milyar dolarlık yükümlülüğümüzün 30 küsur milyar doları cari açıktan geliyor. Buna rağmen sürekli olarak borçlanırsanız işte bu, o değerlendirmenin içerisine girmiyor.

Bu borçlanma sadece onunla sınırlı kalmıyor, reel sektörün borcu yüzde 17'den yüzde 27'e çıkmış. Asıl en önemlisi, bankacılık kesiminin -bankacılık kesiminin borcunun içindedir biliyorsunuz diğer iki tanesi- millî gelire oranı yüzde 50,6'dan yüzde 94,8'e çıkmış. Yani finansman açısından çok ciddi anlamda bir borçluluk yüküyle karşı karşıyayız. O nedenle bunları değerlendirmemiz gerekiyor. Yani cari açık biriktirerek, dış ticaret açığı vererek yapılmış olan kalkınma, hele bu iş de yaratamıyorsa isterse kalkınmanız değil yüzde 5,5, yüzde 55 olsun, bir şey ifade etmiyor. O sadece servet ve gelir bölüşümünü değiştiriyor, hepsi ondan ibaret oluyor.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bu koşullar altında bu projelerin yeniden değerlendirilmesine dikkat çektikten sonra birkaç konuya çok hızlı değinmek istiyorum.

Sayın Bakan özellikle güneş enerjisine, daha doğrusu fotovoltaikler kanalıyla güneşten üretilen elektrik enerjisine dikkat çekti. Çok önemsiyoruz, çok çok önemsiyoruz, az buz falan değil. Karapınar'daki projeyi büyük bir heyecanla izliyorum bizzat. Ben bundan yaklaşık yirmi-yirmi iki yıl önce bir enerji kongresinde "Fotovoltaik niye bizim sistemimizin içerisinde yok?" dediğim zaman öyle bir saldırıya uğradım ki inanamazsınız, böyle "Türkiye'de niye komünizm yok?" demiş kadar tehlikeli bir şey söylemiş oldum sanki. Ben bunu yaşadım. Şimdi, artık, dünyanın en büyük kapasiteli güneş enerjisiyle elektrik üreten sistemini kuruyoruz, çok güzel. Biz dünyanın en uzun süre güneş enerjisini alabilen veya güneş enerjisinden yararlanabilen ülkesine sahibiz, nitekim Konya Karapınar da o ölçümün içerisinde belirlendi ve yapabildiğimiz kapasite birdenbire ilk aşamada bin megavat. Hiç az bir şey değil. Kurulu kapasitemiz 4 küsur milyar megavat. Şu sürekli olarak tartıştığımız atom santralleri kapsama girdiği zaman kuracağımız kapasite de 9,2 milyar megavat. Şimdi, bu açıdan aldığınız zaman, atom santralleriyle ulaşacağımız bu kapasiteye biz güneş enerjisiyle ulaşabiliyor isek burada oturup düşünmemiz gerekiyor. Özellikle yerli üretimde yüzde 60 ve 70'lere kadar çıkabilme konusundaki teşvikleri, evet, doğru, hayranlıkla izliyoruz veya kabul ediyoruz.

Şimdi, değerli arkadaşlar, buradaki bütün olay silisyum. Fotovoltaik panellerin içerisindeki silisyumdur güneş ışığını direkt doğru akıma çeviren, silisyum ve silisyum üretimi. Şimdi siz bu silisyumu üretmediğiniz sürece, bu silisyumu dışarıdan aldığınız sürece istediğiniz kadar yedek parçalarını yapın, bir anlam ifade etmiyor. O zaman sorun, silisyum olayıdır. Türkiye'nin kumu, Libya'nın kumu gibi değil, silisyum oranı inanılmaz derecede yüksek, tahminlerin çok ötesinde yüksek olduğu söyleniyor. Bu bilgilerin hepsi bize gelmiyor, dolayısıyla ister istemez bize anlatılanları naklederek gidiyoruz.

Sinop'ta bir zamanlar Şişecam'ın bir fabrikası vardı, hatırlar mısınız? Nerenin silisyumunu kullanıyordu bu Şişecam fabrikası? Sinop'un kumunu kullanıyordu. Sinop'un kumunu kullanarak silisyum üretecek ve fotovoltaik paneller üretecek bir yatırımı Sinop'ta yapmak yerine, orada üretmek yerine -ki oradaki fabrikanın bütün binaları hâlâ bomboş duruyor- biz Sinop gibi bir dünya cennetine atom santrali kuruyoruz. Bu nedenle başlangıçtaki girişi yaptım.

Şunları yeniden bir daha değerlendirmek gerekiyor. Bunu yapar mıyız, yapmaz mıyız, bu kadar teknik ayrıntıya sahip değilim, bilgiye sahip değilim ama ya yapabilme olanağımız var ise ve Türkiye'deki silisyum, bizim bu şekilde kuracağımız enerji üretim tesislerinin tamamına yetebildiği gibi, periferiğe de bu desteği sağlıyorsa, Türkiye'nin enerji yatırımı budur. Bunu kesin olarak yabana atamayız. Bor pilleriyle beraber enerji depolamada sınır ortadan kalkıyorsa, kendi kumumuzdan ürettiğimiz silisyumla fotovoltaik panelleri üretebiliyorsak burada dışa bağımlılıktan bahsedebilir misiniz? Neyimiz var, neyimiz yok, koyalım, bütün yatırımın hepsini gerekirse buraya yapalım.

Geri dönüşebilir enerji kaynakları konusundaki bir yanılgıya da dikkat çekerek bitirmek istiyorum.

Şimdi, değerli arkadaşlar, yer altı suları nasıl sınırsız değilse yerin altındaki buhar kapasitemiz de sınırsız değildir aynen doğal gaz rezervlerinde olduğu gibi. Bu kaynak kullanıldıktan sonra, 160, 185, 200 derecelerde elde edilen o buhar tribünlerde kullanıldıktan sonra 70 dereceye düşmeden yeniden deşarj ediliyorsa toprağın altına, burada bir sürekli dönüşüm sağlamış oluyorsunuz. Ya bunu dışarıya veriyorsanız deşarj çok maliyetli oluyor diye, yarattığınız çevre felaketi ve özellikle yarattığınız doğa zararı tahminlerin çok çok ötesinde oluyor. Bunu fiilen yaşayan bir bölgeden geliyorum. O buharlar, o kükürt buharları doğaya olduğu gibi veriliveriyor. İncirliova'da incir kalmadı, vıcık vıcık bir incir kaldı geriye. Deşarj edilmiyor, kontrol edilmiyor. Belirli bir süre sonra toprağın altından bu bitkilerin almış olduğu nem, sıcak nem çünkü yukarıdan sürekli yağmur yağdığı zaman -yağmurlu yerlerin inciri farklı olur, Karadeniz'in inciri ile Ege'nin inciri onun için çok farklıdır birbirinden- incir özelliğini yitirir. Siz, dünyada "İncirliova" diye, adı üstünde bir ovayı bu şekilde "Geri dönüşebilir enerji kaynakları kullanıyoruz, burada herhangi bir şey olmuyor." diye yok ediyorsunuz.

Sadece onunla sınırlı değil, "Enerji kaynakları yaratıyoruz." derken bizim belki de ithal de ederek sağlayacağımız enerji kaynakları falan vesaireler yerine...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Bir dakikanızı rica ediyorum. Lütfen, toparlar mısınız.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Dünyada başka hiç kimsenin üretemeyeceği olanaklara sahip bir mikroklimayı o ürünlerin üretilmesinin altından çekiyorsunuz halı çeker gibi. Geçenlerde de söyledim, bir daha söylüyorum, Malatya kayısının, Erzincan kayısının dünyada eşi yok idi, dünya 1'incisiydik; şimdi, Malatya'ya deniz götürdük, iklim değişti, iklimi değiştirdik, oradan üreteceğimiz enerjiyi başka yerde üretebilirdik ama Malatya kayısısını başka hiçbir yerde üretemezsiniz değerli arkadaşlar.

O nedenle Enerji Bakanlığının zaten yatırımlarını başkaları yapıyor, çevre ve çevreye uyumluluk konusundaki yükümlülüğü öbür enerji yatırımlarının da önüne geçer, çok daha fazla önemli olur. Biz, burada -Plan ve Bütçe Komisyonundan geçmedi çok şükür- "Üç ay içerisinde çevre raporu almayan enerji yatırımlarının olumlu rapor aldığını varsayarız." gibi bir maddeyi bile görüştük. Madenlerimizle ilgili olarak, bizim madencilik işletmelerimizin çevre düşmanı kuruluşlar olarak gösterilmesinin kesin olarak önüne geçmek zorundayız. Madenleri elbette ki işleteceğiz, o varlıklar sonuç olarak bu ülkeye bir şekilde bahşedilmiş değerler, kaynaklar; kullanılacak, işletilecek, sonuna kadar kullanılacak üstelik de ancak çevreye zarar vermeden kullanılacak, uyumlu olarak kullanılacak. Çevreye zarar verilmeden nasıl maden işletileceği konusunda 6 tane ülke dolaştım ve yapılabileceğini ben gördüm, siz çok daha iyisini gördünüz büyük bir ihtimalle, daha da fazlasını gördünüz. Umuyorum, Enerji Bakanlığı uygulamalarında bunlara da özen gösterirseniz.

Bütçeniz hayırlı olsun diyor, teşekkür ediyorum Sayın Başkanım.