KOMİSYON KONUŞMASI

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, Değerli Komisyon üyeleri; bugün çok farklı bir giriş yapmak istiyorum konuya. Özellikle Sayın Bakanın sunumundan sonra "Eğer böyle çalışmalar olmazsa dünyada nelerle karşılaşılabilir, ne gibi tehlikelerle karşı karşıyayız?" konusunda sizlere kısa bir DVD getirdim. DVD'yi izledikten sonra "Süreniz doldu, tamam." derseniz konuşmayacağım. DVD izlettirmeyi konuşma olarak sayın. Yok, hayır, onun üzerine "Yine Bakanlık bütçesi üzerinde konuşabilirsiniz." derseniz, o sizin takdiriniz. Söyleyecek bazı şeylerim de var.

İzin verirseniz öncelikle şu DVD'yi bir seyredelim derim Sayın Bakanım.

BAŞKAN - Buyurun.

(Zekeriya Temizel tarafından getirilen DVD izlendi)

BAŞKAN - Sayın Temizel...

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Söz hakkım kaldı mı Sayın Başkanım?

BAŞKAN - Size bir on dakika vereyim.

Buyurun.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Aslında sözün bittiği yer gibi bir olay. İnsan eliyle yaratılabilecek felaketlerin başında nelerin olduğunu çok somut olarak gösteriyor.

Değerli arkadaşlar, su dünyanın sunmuş olduğu en değerli hazine fakat yıllar boyu inanılmaz bir sorumsuzlukla dünyanın her tarafında çok kötü kullanılıyor ve sonuç olarak öyle bir noktaya geliniyor ki ortaya çıkan fatura kolay kolay ödenebilir bir fatura değil. Şu anda dünyada 800 bin kişi temiz suya ulaşamadığı için ölüyor. Bunlar belirli kurumların resmî istatistikleri. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde atık suyun yüzde 95'inin, sanayi atıklarının yüzde 70'inin arıtılmadan su kaynaklarına verilmesi sonucunda hâlen dünyada 1,4 milyar insan temiz su kullanım imkânlarından mahrum yaşamına devam etmeye çalışıyor. Bütün bunların hepsinin sonucunda ciddi anlamda bir su krizini dünya bekliyor, bunu görüyoruz. Bundan yirmi beş yıl önce, Türkiye'de bir gün "su planlaması" kavramının konuşulabileceğini hiç kimse tahayyül edemezdi; bugün konuşuluyor, konuşulmaya devam ediyor. Az gelişmiş ülkelerde hastalıkların yüzde 80'inin su kaynaklı olduğu göz önüne alındığında bu konuşmaların ne kadar değerli olduğu da ortaya çıkıyor. Şu anda, özellikle tarımda ve tarım ürünlerinde "Üretelim.", "Daha fazla üretelim." ve "Kontrolsüz bir şekilde su kullanarak üretelim." olayı yüzünden artık su kaynaklarının büyük bir kısmı kurumaya başladı, kurutulmaya başlandı. Bazı yerlerde artezyen kuyularının derinliği neredeyse 300 metreye ulaştı, 250-300 metrelerden su çıkartılmaya çalışılıyor ama kesin olan bir şey varsa belirli bir süre sonra o da bitecek. Bu durumda su ve temiz suyun ne kadar önemli olduğu çok somut olarak ortaya çıkıyor.

Şimdi Sayın Bakanım, bu, biraz önceki çarpıcı ve gerçekten de çok iyi sunumunuz içerisindeki bir tek veri şu anda benim şu anlattıklarımı ve gördüklerimi ilgilendiriyor; sadece Ergene Havzası'nda 17 atık su arıtma tesisi kurmanız. Bizim ülkemize sadece 17 atık su tesisi değil, 17 bin atık su tesisi bile az gelecek konumda. Debisi en yüksek ırmak olarak övündüğümüz Sakarya Irmağı İstanbul'un sadece 80 kilometre öbür tarafından bir asit ırmağı gibi Karadeniz'e akıp gidiveriyor. Ergene'yi siz biliyorsunuz en yakınından. Ve arıtma tesisleri konusunda şimdiye kadar gerçek anlamıyla bir eylem planının ortaya konulmaması bu tehlikeyi daha da fazla büyütüyor. Konya Ovası Projesi bütün ilerlemesine rağmen hâlâ herhangi bir sonuç doğuramadı, obruklar peş peşe ortaya çıkıyor, görüyorsunuz onu. Göllerimiz aynı şekilde kuruyor. Akşehir Gölü yağmurlara bağlı bir hâle geldi, kurur gibi oluyor, sulanır gibi oluyor. Göller Bölgesi'ndeki göllerin hepsi büyük ölçüde tehlike içerisinde. Burdur Gölü kuruyor, ciddi anlamda kuruyor. Bunun hangi nedenlerle olduğu konusu üzerinde çok fazla konuşmuyoruz. Türkiye'nin sulak alanlarıyla ilgili olarak veriler ve o sulak alanlarda ortaya çıkabilecek olan felaketlerle ilgili tahminler gerçekten bizleri karamsar kılıyor. Şu anda, biliyorsunuz, 14 tane Ramsar alanımız var. Bu sulak alanların artık dünya mirası olduğu kabul ediliyor ama onun dışında 45 tane ulusal önemi haiz sulak alanımız var, 8 tane mahalli önemi haiz sulak alanımız var ve bu arada 100'e yakın da diğer alanlarımız var. Bütün bu alanlarının her birisinin ayrı bir projeyle değerlendirilmesi gerekiyor, bunları inanılmaz şekilde önemsemek gerekiyor. Hele büyük ırmakların, nehirlerin denize ulaştığı yerlerde oluşan sulak alanlar tamamen ayrı bir strateji gerektiriyor. Burada bir adım sonra denize kavuşan bir sudan bahsediliyor. Dolayısıyla bu alanların denize kavuşmadan önce kullanılması ve değerlendirilmesiyle ilgili projeler bütün projelerin hepsinin önüne geçiyor. Onun yerine bu alanların büyük bir hızla kurutularak suyun kanallar içerisine alınıp denize verilmesi suretiyle bu sulak alanların ortadan kaldırıldığını görüyorsunuz, bu olmuyor.

Sizinle özel bir sohbetimizde de konuştuğumuz o Söke Ovası, dünyada ilk meyan kökü ekstresinin kurulmasına neden olmuş Söke Ovası aynen bu pamuk tacizine benzer bir taciz sonucunda olduğu gibi yok oldu gitti, ürünlerinin büyük bir kısmı kullanılmıyor. Bir sürü alanda pestisit kullanımı

Aral'daki kadar, 50 kilograma kadar çıkmamış 3 kilogramdan çok şükür ama hangi durumda olduğunun ölçümlerini falan da bilmiyoruz. Ciddi anlamda bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göz ardı etmeyelim. En büyük su kaynaklarımızdan bir tanesini asit ırmağı hâline getirmiş akıtıyoruz bir yerlere doğru. O nedenle su olayına, suyla ilgili Türkiye'nin karşı karşıya kalacağı oranlara dikkatinizi çekmek istedim değerli arkadaşlar.

Birkaç konuyu hem kutlamalarımı ileterek hem de bazı eleştiriler getirerek burada yeniden dile getireceğim.

Ağaçlandırmayla ilgili, özellikle de meyveli ağaçlarla veya verimi olan ağaçlarla ilgili eylem planlarınızı takdir ediyorum aynı çabayı göstermiş bir insan olarak. Köylerin, özellikle kendilerine ait -şimdi siz parsel parsel veriyorsunuz ama kooperatif veya ortak mülk olaraktan da verilmesi mümkün idi- ağaçlandırarak elde ettikleri gelirlerle kimseye muhtaç olmadan geçinme olasılıkları var. Bazı belediyeler bu konuda mesafe katettiler. Yani gelip neredeyse hazinenin kapısında yardım dilenmekten kurtulacak hâle gelebileceklerini gördüler. Bu projenin çeşitlendirilerek devam etmesi çok iyidir ancak hem çok övündüğümüz ve yine takdirle karşıladığımız tıbbi ve aromatik bitki üretiminde hem de bu şekildeki eylem planlarında ölçek ekonomisi inanılmaz şekilde önemli olmaya başlıyor. Eğer bir üretimi ölçek ekonomisine göre yapamıyor isek, dünya pazarlarında söz sahibi olamıyor isek ya da belirli talepleri sürekli ve standardı korunmuş olarak yürütemiyorsak bunların hiçbir anlamı kalmıyor, bu, süs bitkisi yetiştirmek gibi bir şey oluyor ondan sonra. Saksıda tıbbi ve aromatik bitki yaptırmak... Bizim ormanlarımız orman altı ürünü olarak da bu potansiyeli yaratacak güçte ancak o alanlarda alan belirleyerek ve bu bitkilerin toplanmasıyla ilgili kontrollü hasada -kontrollü hasat ki bunu Orman Bakanlığı yapacak- geçmediğiniz zaman elde ettiğiniz ürünlerin hiçbir değeri olmuyor. Çok basit bir örneğini sizlere aktarmak istiyorum. Şu anda Kyoto Protokolü gereği olarak hayvan yem katkı maddelerinde de artık yapay kimyasallarla üretilen ürünler kullanılmayacak, doğal kimyasallarla üretilenler kullanılacak. Doğal kimyasallar da tıbbi ve aromatik bitkilerden elde edilecek. Bu tıbbi ve aromatik bitkilerin içerisinde yem katkı maddelerinde en fazla kullanılan olay karvakrol oranı yüzde 90'lara kadar çıkan kekik yağı. Bazıları timol istiyor, bazıları karvakrol istiyor. Çıkıyorsunuz Toros Dağlarına, belirli bir yüksekliğe kadar karvakrol oranı, belirli bir yükseklikten sonra timol oranı, böyle bir cennet yok ama bu durumda, gidip de insanların kökünden yolaraktan kaçak olarak veya gizli olarak 3 kuruşu, 5 kuruşu ödememe adına topladıkları o tıbbi ve aromatik bitkilerden bir şey olmuyor. Görüşmelere geliyorlar Türkiye'ye, diyorlar ki: "Bizim gereksinimimiz 180 ton." 180 ton kekik yağı demek, karvakrol oranı yüksek, bu en azından 2 bin dekarlık bir alanda üretim yapmak anlamına gelir, 3 bin dekarlık alanda üretim yapma anlamına geliyor.

Dünyanın en büyük hayvan yemi üreticilerinden bir tanesi gitmiş Brezilya'da kiralamış olduğu devasa alanlarda kekik yetiştirmeye başlamış.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ZEKERİYE TEMİZEL (İzmir) - Bir ikincisi "Acaba Türkiye'den bunu sağlayabilir miyiz?" diye Türkiye'de çırpınıp duruyor ama Türkiye'nin şu anda bütün kekik üreticilerini bir araya getirseniz -ki Denizli'deki teşvikler nedeniyle ortaya çıkan potansiyel acaba değerlendirilebilir mi diye oraya yönlendirdik- yok, böyle bir talebi falan karşılama olanağı yok Türkiye'nin ama Orman Bakanlığı bu organizasyonu yapabilir, bu alan var ve bu çok yıllık bir bitki, öyle uğraşılacak, çırpınılacak bir olay da değil üstelik de. Onun dışında, ormandaki orman ağaçları, kestaneden bahsettiniz. Değerli arkadaşlar, kestane... Hadi, at kestanesi -normal kestaneyi de bırakın, onlar yeniliyor- "essin maddesi" denen bir madde içeriyor. Dünyadaki bütün romatizmal spor hastalıkları, kasların -bilmem- düzeltilmesiyle ilgili uygulamalarda kullanılan bu madde Türkiye'de harıl harıl ithal ediliyor ama sizin, Ödemiş'ten başlayıp da ta Uşak'a kadar uzanan kestane ormanı alanlarınız var.

Altını çizerek bir daha söylüyorum: Bütün bu eylem planlarının hepsi kendi tanımı içerisinde takdire değer planlar. Ölçek ekonomisi; mendil kadar alanlarda veya küçücük havzalarda yapılan ve bir sürü insan tarafından farklı niteliklerle yetiştirilenler pek fazla bir anlam ifade etmiyor. Lavanta, yüzlerce türü olan ve içlerinde 1-2 tane türün ekonomik değeri olan bir bitki grubunu oluşturur. Dolayısıyla, bu ürünlerde dünyada talebi olan, talebini yaratacağınız ya da o piyasanın içerisinde yer alacağınız ürünü fiilî olarak yapıp sonra dejenere olmasına olanak vermeden, yapısının bozulmasına olanak vermeden kontrollü bir şekilde bu olayı götürmek gerekiyor.

Değerli arkadaşlar, son olarak, biraz önce gösterdiğiniz slaytlarınızda Yeşilırmak'ı Tokat'ta beton bir kanalın içerisinden akıtmışsınız. Olmaz Sayın Bakanım, Kızılırmak beton kanala sığmaz. Beton kanalın içerisinden harıl harıl akıttığınız suyun, kıyısına zerre kadar faydası yoktur. Su, toprağı besleyecek, toprakta emile emile gidecek. Etrafını istediğiniz kadar park yapın, ağaçlandırın, ne isterseniz yapın ama onu beton kanalın içerisine almayın. Geçen sene de söyledim: Dere ıslahı projelerinde hâlâ beton kanalın içerisine alınıp akıtılan sular var. Bu, ıslah falan değil; bu gerçekten ıslah değil. Geçen sene etraftaki "Kuruyacak." dediğim ağaçların neredeyse yüzde 40'ı kurudu bu sene; yok, su almıyor. Dereden zerre kadar su almayan o kökler nasıl kalsınlar, nasıl kurumasınlar? Ama bütün bunlara karşın su ve suyla ilgili olarak yaptıklarımızın gelecekte doğa felaketine neden olmayacak şekilde ve hele doğaya tek bir damla suyun bile arıtılmadan bırakılmadığı ve o arıtma tesislerinde biriken posaların da farklı olarak değerlendirildiği o projeler ve o eylem programlarının da yürürlüğe konması dileğiyle konuşmamı bitirmek istiyorum. "Oralardan çıkan posalar ne işe yarar?" olgusu için de tek bir örnek: Şu anda büyük kentlerde, Avrupa'da otobüsler, belediye otobüsleri o tür fosil yakıtlarla kullanılmaya başlandı. Yani, bizim binlerce yıldır kullandığımız tezeği Avrupa şu anda otomobillerde yakıt olarak kullanmaya başladı. Böyle bir olanağımızın olduğunun da altını çizmek istiyorum.

Sabrınız için ve hoşgörünüz için teşekkür ediyorum Sayın Başkan, sağ olun.

BAŞKAN - Teşekkür ediyoruz Sayın Temizel.