KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkürler.

Sayın Başkan, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının saygıdeğer çalışanları, yöneticileri, basının değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Veysel Hocam 2018 yılı bütçenizin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyoruz. Yangınsız, felaketsiz, sel baskınlarının olmadığı, depremlerin olmadığı, tsunamilerin olmadığı bir yıl olmasını diliyoruz.

Bugün dünyada her 10 kişiden 1'i güvenilir suya erişemiyor, her 5 kişiden 1'i içilebilir temiz sudan mahrum. Son yüz yılda dünyada su tüketimi on kat artarken kişi başına düşen su miktarı yarı yarıya azaldı. En önemlisi, her yıl, başta çocuklar olmak üzere, 10 milyon kişi kirli sulardan kaynaklı salgın hastalıklar nedeniyle ölüyor. 2030 yılına kadar küresel su talebinde yüzde 55'lik bir artış yaşanması beklenirken, söz konusu yılda mevcut su kaynakları su talebinin ancak yüzde 60'ını karşılayabilecek. Türkiye'de durum ne yazık ki farklı değil yani su zengini bir ülke değiliz. Bilindiği gibi, yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8 bin ve 10 bin metreküp olan ülkeler su zengini, 2 bin metreküpten az olanlar su azlığı çeken, bin metreküpten azı da su fakiri ülkeler arasında kabul edilmektedir. Devlet Su İşlerinin verilerine göre, ülkemizin tüketilebilir yer üstü ve yer altı su potansiyeli yılda ortalama 112 milyar metreküptür. Türkiye kişi başına ortalama 1.500 metreküple su azlığı yaşayan bir ülkedir. Türkiye İstatistik Kurumu, 2030 yılında ülke nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmektedir. Mevcut kaynakların tamamının bozulmadan korunduğunu varsaysak bile 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının bin metreküp/yıl olacağı söylenebilir. Bu durumda, Türkiye'nin 2030'da su fakiri bir ülke olması ihtimaliyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Hızlı göç artışı, iklim değişiklikleri, tablonun giderek bozulmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, suyun yönetimi ülke içindeki sıkıntıyı giderecek şekilde olmak zorundadır. Bu bakımdan da Türkiye'de su kaynaklarının planlı kullanılması ve sektörel önlemler alınması için ulusal ve uluslararası çalışmalar yapılması gerekiyor.

Türkiye'deki suyun tek bir sistem aracılığıyla yönetilmesi ve vatandaşa e-devlet kapısı üzerinden hizmet vermeyi amaçlayan Ulusal Su Bilgi Sistemi Projesi'nin bu yılın başında son aşamaya geldiğini okumuştuk. Acaba son durum nedir? Herhâlde sağlıklı bir envanter çalışması ve geleceğe dönük planlamalar yapılmıştır. Zira endişemiz şudur ki devlet yatırım bütçesinin de yaklaşık üçte 1'ini kullanarak Türkiye'nin su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesi için yıllarca hizmet vermiş olan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, AKP iktidarı döneminde büyük ölçekteki kadrolaşma nedeniyle içi boşaltılarak büyük oranda Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Su Konseyi, Küresel Su Ortaklığı ve Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar tarafından geliştirilen, dışa bağımlı, ulusal yarar gözetmeyen küresel su ve enerji politikalarına alet edilebilir bir konuma indirgenmiştir.

Su bir kamu malıdır ve su hizmetleri de böyle olmalıdır. Suya, elbette ki kullanılabilir temiz suya erişim her vatandaşın en doğal hakkıdır. Enerji yoksulluğu içinde su önemli bir yer tutmaktadır. Yeterli miktar ve kalitede ve sürekli olarak içme ve kullanma suyuna erişim, makul fiyatlarla, adil bir biçimde en yoksul kesimlere ulaştırılmalıdır. Bu, sosyal devletin en önemli görevlerinden biridir. Türkiye bu konuda İstanbul Su Mutabakatı'na imza atmış ülkelerden biri olarak üzerine düşeni yapmalıdır. Oysa yapılan, günbegün artan su bedelleri ve geçmiş örneklerde olduğu gibi suyu yoksul vatandaşa ücretsiz veren yerel yöneticileri cezalandırmak şeklinde olmaktadır. İmzasına sahip çıkamayan ülke, doğal olarak dünya ölçeğinde ve içeride güven kaybetmekte, yalnızlaşmaktadır.

Bu durumun bir yansıması olarak su havzalarının ve dere yataklarının yapılaşmaya açılması, ulaşım projelerinin önemli bir bölümünün dere yatakları üzerinde inşa edilmesi, yeşil alanların yapılaşmayla kırpıla kırpıla küçültülmesi, toprağın geçirgenliği oldukça düşük beton ve asfaltla kaplanması, sel felaketine yol açan tüm bu uygulamalar, aslında kentin doğadan koparılması amacını taşıyor. Doğanın kontrol edilmesi güç yapısına karşın kentte kontrol edilebilir, steril ve değişim değerine sahip mekânlar istenildiği için her seferinde betona başvuruluyor.

Sayın Bakanın İstanbul'daki vatandaşlara "Zaruret olmadıkça dışarı çıkmasınlar çünkü trafik yoğunluğu artıyor, yollarda su belli seviyelere yükseliyor. Küçük arabalarla yollara çıkmasınlar. Gidecekleri yerlere mümkünse toplu taşıma araçlarıyla gitsinler. Herhangi bir işi yoksa evde beklesin. Eğer dere kenarında ise dikkat etsin, gerekirse başka yere taşınsın." tavsiyesini görünce insan gerçekten hayret etmektedir.

Ülkemizde 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP, birçok alanda olduğu gibi orman ve ormancılık alanında da talan politikalarını hayata geçirmiştir. Anayasa'mızın 169 ve 170'inci maddelerinde yer alan amir hükümlere rağmen orman alanları maalesef daraltılmıştır, 2B uygulamaları bunların başında gelmektedir. Birçok ormancılık faaliyeti, devletin elinden fiilî olarak alınmıştır. Ayrıca, yüksek düzeyde korunması gereken hassas orman alanlarının koruma zırhları kişisel çıkarlar uğruna delinmiştir. Birçok orman alanı kamu yararı dikkate alınmadan özel ağaçlandırmalara tahsis edilmiş, kent ormanı ve mesire yerleri adı altında yandaşlara peşkeş çekilmiştir.

6831 sayılı Orman Kanunu'nun ormanların işletilmesini Orman Genel Müdürlüğüne verdiği yetkiye rağmen, üretim faaliyetleri AKP iktidarlarında kârlılık bahane edilerek orman işletme müdürlükleri ve orman işletme şefliklerinden alınarak "dikili satış" adı altında müteahhitlere verilmiştir. Bu işlemle devlet, yandaşların çıkar sağlaması uğruna zarara uğratılmıştır. Ayrıca, üretim işlerinde para kazanan orman köylüsü yerine, üretim işlerinde çalıştırılan orman işçileri, köle gibi ucuz işgücü karşılığında hiçbir güvenceleri olmaksızın vahidi fiyatla çalıştırılmaktadır. Bu uygulamalarla orman köylüsü ormandan ve ormancılık işlerinden uzaklaştırılmış ve orman yangınlarında yöre insanı ne yazık ki geçmişte olduğu gibi olayı sahiplenmekten uzaklaştırılmıştır. Bunun sonucunda yangınlara yapılan ilk müdahalenin gecikmesi nedeniyle büyük yangınların önü maalesef açılmıştır.

AKP döneminde orman alanları biyolojik çeşitlilik, yaban hayatı ve orman nitelik durumları dikkate alınmaksızın saldırı altında tutularak deyim yerindeyse yok etmeye endeksli girişimlere sahne olmuştur. Örneğin taş ve maden ocakları için verilen izinler, AKP öncesi dönemde -1994-2001- yıllık ortalama 1.164 adet ve 2.653 hektar olarak gerçekleşirken AKP döneminde -2003-2010- bu sayı yıllık ortalama 2.564 adet ve 6.046 hektara ulaşmıştır. Sonraki yedi yıllık yani son yedi yıllık süreçte durum tamamen kontrolden çıkmış ve blok orman kavramı ne yazık ki tarih olmuştur. Özellikle Akdeniz bölgesinde yer alan Toros Dağları ve Ege'de, İzmir'de verilen izinlerle, deyim yerindeyse delik deşik edilmiştir. Bu alanlar geriye dönülemez şekilde elden çıkarılmış ve yok olmaya mahkûm edilmiştir. İstanbul'da üçüncü köprü bahanesiyle on binlerce orman ağacı kesilerek orman ekosistemleri geriye dönülmez şekilde yok edilmiştir. Sayın Bakan, bu alanlar veya benzer şekilde yok edilen orman alanlarıyla ilgili olarak da "Daha fazlasını, ağaçlandırma yoluyla ülkemize kazandırıyoruz." ifadesini kullanmıştır. Hâlbuki bir orman ekosisteminin oluşması, erozyonu önlemesi, su tutması, yaban hayatına ev sahipliği yapabilmesi, karbon tutumunun önceki dönemine ulaşabilmesi ve insanlık için faydalı olabilmesi için yüzlerce yıllık süreye ihtiyacı olduğunu maalesef bilmemektedir. AKP döneminde mesire yerleri adı altında ormandan tahsis edilerek yandaşlara peşkeş çekilen alan miktarlarında rekor seviyesinde artışlar yaşanmıştır.

AKP, kendi döneminde, özellikle ormanlar üzerinde yaptığı saldırı ve peşkeşleri kamuoyu nezdinde bastırabilmek amacıyla ağaçlandırma çalışmalarına ağırlık verme yoluna gitmiştir. Aslında ağaçlandırma rakamlarında önceki dönemlerle rakamsal anlamda belirgin bir fark yoktur. Örneğin AKP öncesi dönemde yıllık ortalama 27.600 hektar alanda ağaçlandırma yapılırken AKP döneminde ise yıllık ortalama 33.014 hektar alanda ağaçlandırmanın gerçekleştirildiği görülmektedir. Ağaçlandırma alanlarındaki bu rakamların, kaybedilen orman alanları dikkate alındığında hiçbir anlam ifade etmediği anlaşılmaktadır. Kaldı ki yapılan bir ağaçlandırma alanı ancak yüz, belki de iki yüz yıl sonra orman ekosistemi özelliğini kazanmaktadır. Ama maden sahası, 2/B, HES, orman yangınları ve diğer yollarla kaybedilen orman alanlarının -sağladığı fayda anlamında- ağaçlandırma yoluyla kazanılan orman alanlarıyla kısa dönemde asla ikame edilemeyeceği bilinmelidir.

6831 Sayılı Orman Kanunu'nun 16, 17 ve 18'inci maddeleriyle, orman alanlarının başka kullanımlara uzun süreli olarak verilebilmesi mümkündür. Orman Kanunu'nun 16'ncı maddesi maden arama, işletme, tesis ve altyapı tesis izinlerini düzenlemektedir. Görüldüğü üzere, Orman Kanunu'nun 16, 17 ve 18'inci maddeleriyle ormanlar başka arazi kullanımlarına dönüştürülebilmektedir ve bu dönüşümler uzun süreli olmaktadır. Dolayısıyla, direkt olarak Orman Kanunu'nda yer alan maddelerle ormansızlaştırmanın gerçekleştiği bir ülkede "Ormanları kesmeyin." demek, epey manasız kalabiliyor.

Reklama gelince AKP iktidarından hızlısı yok maalesef. Halka siyahı beyazı gösterecek kadar becerikli. "On yılda 3 milyon ağaç diktik." diyorsunuz. Peki, bu diktik dediğiniz fidanlar, rant uğruna feda ettiğiniz, yağmaladığınız, yağmalanmasına göz yumduğunuz asırlık ormanların yerini tutar mı, bunu gerçekten merak ediyoruz.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Sayın Bakan; 2013 yılında OGM çalışanları için çıkartılan ve adı kısaca "rotasyon" olan, çalışanların yerlerinin değiştirilmesi uygulaması farklı siyasi görüşteki insanlar için âdeta sürgüne dönüşmüştür. Kendi görüşünde olanlara üst kattan alt kata olacak şekilde veya bulunduğu ilin ilçeleri ya da en fazla komşu iller arasında değişikliklerle rotasyon gerçekleştirilirken özellikle parmakla gösterilen sol görüşlü ve Alevi kökenli çalışanlar ise çalıştığı bölgeden olabildiğince uzak alanlara sürgün edilerek resmen asimilasyon işleminin devreye sokulduğu insanlık dışı uygulamaya maruz bırakılmışlardır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çam, toparlayın lütfen.

MUSA ÇAM (İzmir) - AKP'nin artık yargı kurumlarına da müdahale etmesi nedeniyle, sol görüşlü çalışanların ne yazık ki hiçbir güvencesi kalmamıştır.

Orman Genel Müdürlüğünün 2013 yılından önce orman muhafaza memurlarına, daha sonra da Orman Genel Müdürlüğü teknik personeline uygulamakta olduğu rotasyon uygulaması ne yazık ki can almaktadır. İstekleri dışında rotasyon adı altında sürgün edilen emekçiler, yaşam alanlarının değişmesi ile aile düzenlerinin bozulması ve ekonomik sıkıntıları nedeniyle çok zor günler geçirmektedir. Rotasyon uygulaması, yüz yetmiş sekiz yıllık geçmişi olan Orman Genel Müdürlüğünün tarihine kara leke olarak düşmüştür. Bu uygulama sonucu ormancılık faaliyetleri durma noktasına geldiği gibi en acı bedelini de yıllarca bu kurumun bütün faaliyetlerini yüklenerek bugünlere taşıyan emekçiler ödemektedir. 2013 yılının 8'inci ayından bugüne kadar, nedeni rotasyon olan bu uygulama sonucu 9 orman muhafaza memuru yaşamını yitilmiştir. Ölenlerin yaş ortalaması ise 39-51 arasıdır. Yaşamını yitiren emekçilerin ölümlerinin 6'sı kalp krizi, 1'i beyin kanaması, 2'si ise intihar sonucu meydana gelmiştir. yani bu ölümler asla kader değildir.

Son olarak Sayın Bakan, bildiğiniz gibi bu sene İzmir'de 2 büyük yangın gerçekleşti. Bunlardan birisi Bayındır, diğeri de Menderes. Müdahalede hava araçlarının, haberleşme araçlarının arttığı yönündeki açıklamaları gerçekleştirdiniz. Sayın Bakan, otomatik sistemler, kamera ve helikopterler, son model arazi araçları elbette lazım ancak bunlarla yangınların azalmadığı ortada. Yangını söndürmede hava araçları artmış, haberleşme araçları da artmış ama insan gücünü azaltıyorsunuz. Bu iş, savaşı piyadenin kazanması gibi; işçi sayısı az ve yetersiz olduğu için yangınlara gereken müdahale yapılamıyor. Arazözlerde eskiden 5 personel olurdu, şimdi 2 kişi. İzmir'deki yangına başka illerden personel geldi. Neden İzmir'de yeterli personel yok? İzmir'de 2014 yılında 1.250 civarı orman işçisi varken 2017'de bu rakam 950'ye düşmüş. İşçi sayısı azalıyor, yerine eleman koyamıyorlar, bu yüzden vardiyalı çalışma sistemi yok ve bu da performansı etkiliyor. Yangını bilen mühendis sayısı daha az, liyakat yok. Sektör sorunu gibi görünen bu problemler yangına müdahaleyi de, erken söndürmeyi de fazlasıyla etkiliyor. Önce bunların sorgulanması ve sistemin oturtulması lazım. Eskiden orman muhafaza memurları o orman köylülerinden seçilirdi. Şimdi, bölgeyi bilmeyen, coğrafyasını tanımayan personel çalıştırılıyor. Eskiden orman köylüsüne tahsis edilen orman arazileri artık rant uğruna peşkeş çekiliyor. Devletin koruması gereken ormanları artık köylü devletten koruyor.

Sayın Bakan, yine, Bayındır ve Menderes'teki yanan alanlarla ilgili "Menderes'te 1.000 hektar yandı." dediniz, doğru değil, 1.600 hektar; "Bayındır'da 950 hektar." açıklamasını yaptınız, buradaki gerçek rakam da 1.250 hektardı. Sayın Bakan, Sayın Hocam, Değerli Hocam; yangınlar nedeniyle bu sene sınıfta kaldınız Hocam.

2018 yılı bütçenizin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum, başarılar diliyorum.