KOMİSYON KONUŞMASI

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; şu anda, 2018 yılı bütçesi 1 milyar 922 milyon 753 bin lira olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığının bütçesini görüşmeye başladık. Sayın Bakanın sunumundan sonra, bu yapılan işlemler eğer 1 milyar 922 milyon lirayla yapılabiliyor ise derhâl bir madalya hazırlamamız gerekiyor Plan ve Bütçe Komisyonu olarak.

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI MEHMET ÖZHASEKİ (Kayseri) - Teşekkür ederim.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Ancak alt kalemlerine indiğimizde ve özellikle de 2016 Yılı Kesin Hesap Kanunu Tasarısı'na baktığımız zaman bu madalya fikrimiz değişiyor Sayın Bakan, orada bir duralım diyoruz.

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI MEHMET ÖZHASEKİ (Kayseri) - Dönmeseniz iyiydi.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Şimdi, değerli arkadaşlar, bu kadar önemli görevler üstlenmiş ve özellikle de ülkenin neredeyse geleceği emanet edilmiş -Silahlı Kuvvetlerden sonra doğa korunması anlamında- bir kuruluşun bu kadarlık bir bütçeyle bu işleri yapması olanaksızdır; yapılmaz da zaten, yapılması mümkün değildir. O zaman ne? O zaman, özel hesaplarla ve yine kredilerle yönetilen bir olguyla karşı karşıyayız. Yani, borçlanılarak gerçekleştirilmiş olan projeler özel hesaplarda izlenilen, daha doğrusu bizim pek fazla izleyemediğimiz kaynaklardır Çevre ve Şehircilik Bakanlığının gerçek hizmet harcamaları.

Daha önceki yıllarda da pek fazla bir değişiklik olmamış. İlginç bir şekilde 2013 yılı bütçesi 1 milyar 880 milyon liraymış, 2017 bütçesi 1 milyar 823 milyonmuş, 2018 bütçesi de 1 milyar 922 milyon. Yine ilginç bir şekilde, başlangıç ödeneği bu olmasına karşın yıl sonu harcaması neredeyse her yıl 2 milyar lira olarak gerçekleşmiş; yani, bilinen bir rakam sanki bu, otomatik olarak 2 milyar, 2 milyar, 2 milyar diye gidiyor. En son, 2017 yılında 2 milyar 400 milyon olarak ortaya çıkmış.

Şimdi, bütçe rakamlarına böyle çok kaba olarak baktığınız zaman ister istemez kafanızda bir soru uyanıyor: Ya, bu nasıl bir hizmettir? Ya da Plan ve Bütçe Komisyonu ve arkasından bütçe hakkını kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi bu Bakanlığa nasıl bir yetki vermiş olabilir bütün bunlarla ilgili? Bizim yetkimizde, verdiğimiz yetkinin harcamalarına bakıyorsunuz, neredeyse yüzde 50'si personel gideri, 795 milyon lira; bunun sosyal güvenlik primlerini kattığınız zaman ediyor size neredeyse 1 milyar. Tam yarı yarıya, bütçenizin yarısını personele ödüyorsunuz. Geri kalan kısımları önemli değil; 429 milyon lira cari transfer, 162 milyon lira da sermaye transferiniz var. Bütçe çok basit işin garip kısmı. Bu kadar şey yapılıyor, talep edilen ödenek bu kadar, "Hiç sorun yok, verilsin, gitsin." denilebilir ama sonra, yani, ciddi anlamda buna verecek pek fazla bir yanıt bulamamaya başlıyoruz Sayın Bakanım.

Öncelikle, sizin yaptığınız sunumdan sonra, ister istemez, Sayın Cumhurbaşkanının geçenlerde İstanbul'da Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi'nde yaptığı konuşma akla geliyor. Sayın Cumhurbaşkanı bu zirvede yaptığı konuşmada diyor ki: "İstanbul'a ihanet ettik, ben de bundan sorumluyum. Bizim evlerimiz genişlese de gönüllerimiz daralıyor. Binalarımız yükseldikçe ufkumuz kararıyor." İmzamı atıyorum, aynen böyle oluyor, aynen böyle oluyor; gerçekten binalarımız yükseliyor, ufkumuz kararıyor, insanlar inanılmaz derecede sosyal yaşamdan kopmuş olarak milyonlarca insan yaşayan kentlerde büyük bir yalnızlık yaşamaya başlıyorlar. İşte, kent politikamızın, şehircilik politikamızın bizi getirdiği nokta bu.

Yine, aynı şekilde, değerlendirmelerine devamla... Doğadan kopanlar ev eşyalarının hâkimiyetine teslim oluyorlar. Sadece Türkiye'de değil dünyada da bu böyle oldu Sayın Bakanım. Sosyal konut projelerinin öncülüğünü yapan Fransa "bidonville" denilen o tenekeden gecekondularının yerine aşelemler (HLM) yapmaya başladığı zaman onlar da uyarıldı, "Elbette ki insanların bu 'bidonville'lerde yaşaması insani bir olay değil ancak sizin yaptığınız konutlar daha sonradan bunlardan hiç de aşağı kalmayacak gayriinsani koşullar yaratmaya başlayacak. Burada insanlar yalnızlaşacak, burada insanlar toprağa basmadıkları için stresleri sürekli olarak içlerini karartacak, kabartacak." denildi, aynen öyle oldu. Topraktan koparmaya başladığınız anda insanın kimyası bozuluyor. İnsanın kimyasının bozulduğu veya insanın kimyasını bozan projeler hiçbir şekilde artık dünyada tasvip görmüyor. 1960'lı yılların başında Fransa'daki değişim daha sonra tersine dönmeye başladı, bütün bu binaları yıkmaya başladılar. Yeniden toprağa bassınlar istiyorlar, yeniden toprağa basılsın isteniyor.

Kısacası, insanı ve tabiatı merkeze almayan projelerin hiçbir değerinin olmadığını şu anda devletin başındaki insan da çok somut bir şekilde söylüyor, çok net ve somut bir şekilde söylüyor.

Peki, değerli arkadaşlar, bunu ne yarattı, hangi sosyal zorunluluk yarattı? Bizim afet bölgesi ilan edilerek, riskli bölge ilan edilerek dönüşüme sokulan... Gerçek anlamıyla böyle bir dönüşüm söz konusuysa bu bir zorunluluktu, bu bir zorunluluktu ve öncelikler de bu zorunluluğu doğuran nedenlerin ciddiyetine ve ağırlığına göre alınmak zorundaydı. Böyle bir sıralama görmedik, görmüyoruz da. O zaman büyümemizin lokomotifi olan inşaat sektörünün koşulsuz ve sınırsız bir şekilde rant ekonomisine dönüşen ekonomideki yatırımları burada belirleyici olmaya başlamış, bunu somut olarak görüyoruz. Peki, imarlarını kim veriyor? Belediyeler diyorlar ki: "Yo, hayır, bu binaların çoğunu biz vermedik, vermiyoruz da, merkezden veriliyor." Ve adres olarak da Bakanlığımızı gösteriyorlar "Orada veriliyor." diye.

Değerli arkadaşlar, eğer ekonominiz aynen bir tutkun gibi ya da bağımlı gibi büyümek için sadece inşaat sektörüne bağımlıysa işte burada yapacak bir şeyiniz yok, feda ettiğiniz can doğa oluyor, doğa oluyor burada. Hiçbir şeyin değeri kalmıyor, hiçbir şeyi eskiyi koruma adına korumuyorsunuz, geçmişle ilişki kurma adına eskiyi korumuyorsunuz, yıkıp yapıyorsunuz, yıkıp yapıyorsunuz. En son Türkiye Büyük Millet Meclisi Sayın Başkanı "Bu bina çok eskidi, bunu da yıkmak lazım." dediği zaman tüylerim diken diken oldu. Yıkıyorsunuz, tarihten iz bırakmıyorsunuz, burayla ilgili hiçbir şey bırakmıyorsunuz. İstanbul'da da bu olay oldu. İstanbul'un sadece silüetini bozan veya silüetini bozarak yapılan o inşaatlarla sınırlı değil bu olay. İnanılmaz derecede çevre sorunu yaratılmaya başlandı o kalabalık içerisinde.

Kısacası, değerli arkadaşlar, eğer kalkınmanızı inşaata bağladıysanız tamamen, "Beton biriktirerek büyüyeceğiz." diyorsanız bu sektör sizin bisikletinizin pedalı olmuş oluyor, sürekli basmak zorundasınız, ancak o zaman düşmüyorsunuz ama her pedal çevirdiğinizde de etrafı kırıyorsunuz, döküyorsunuz, saçıyorsunuz, geçmişle ilginizi koparıyorsunuz, insanları geleneklerinden, göreneklerinden, komşuluk ilişkilerinden, sağlıklarından, her şeylerinden koparıyorsunuz. Dolayısıyla ciddi anlamda sorunlu bir stratejiyle karşı karşıyayız. Yabana atılır bir olay değil.

Çevreyle ilgili düzenlemelerimizde de bu işin hiç ipe sapa gelir tarafı falan yok. Biraz önce Sayın Bakan konuşmasındaki -olayı çok yakından bildiğim için, evimden de görüldüğü için, o netlikte ta başından beri görüyorum- Mogan Gölü'nün dip bataklıklarının temizlenmesi ve yeniden doğal yaşam alanı olarak ortaya çıkmasıyla ilgili çalışma.

Değerli arkadaşlar, Ankara milletvekilleri ve Ankaralılar bilirler. Mogan Gölü tek başına kapalı bir göl değil, ayağı Eymir Gölü, Eymir Gölü'ne akıyor, Eymir Gölü'nden sonra da İncesu Deresi'yle Ankara Çayı'na giden bir göldür orası. Yani burası eğer doğal yaşam alanıysa hepsi beraber dikkate alınması gereken bir olay. Ne yaptık biz? Biz tuttuk, Mogan Gölü ile Eymir Gölü'nün arasına otoyol yaptık. Şimdi altına bir köprü yaptılar otoyolun. İlk yapıldığı zaman o köprü de yoktu, olduğu gibi kapatıldı bent gibi. O andan itibaren artık Mogan Gölü'nü kurtaracak hiçbir güç kalmadı.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, bir dakika lütfen...

Buyurun.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Peşinden Eymir de gidiyor. Şimdi oturulmuş dünyanın masrafı yapılarak dipteki çamur kazılıyor, kazıyın, beş sene sonra yeniden dolacak. Mogan Gölü'nün ayağını açıyor musunuz? Mogan Gölü -gerçi şimdi artık su ne kadar çıkıyor bilmiyorum- olduğu gibi, İncek olduğu gibi alttaki suyu çekiyor. O artezyenlerle o göllerin kendileri, can damarları kurutuluyor zaten. Ama bir projeyi bile hiç değilse Mogan'ıyla, Eymir'iyle, altındaki deresiyle beraber yapamıyorsanız demek ki bu projelere yaklaşımlarımızda da çok büyük sorunlar olmaya başlıyor.

Değerli arkadaşlar, Bursa gibi bir kentin Çekirge gibi tarihsel bir mekânını bile olduğu gibi bu saldırıdan koruyamıyorsunuz. İstanbul'da tarihî yarımadayı koruyamıyorsunuz. Hiçbir yeri koruyamaz hâle geliyorsunuz. Herkes şu anda gözünü Saraçoğlu Mahallesi'ne dikti. Biliyorsunuz, torba kanun içerisine de bir hüküm konularak onunla ilgili düzenlemeler yapılmaya çalışıldı. Yasanın içerisine hüküm konularak tarihî, bir de tescil edilmiş -ne kadar tescil edilirse edilsin mantığı bir tarafa- olan bir alanı, Ankara'nın ortasında kalmış tek yeşil alanı da yok etmeye başlıyoruz. Ha "Yok etmeyeceğiz. Kesinlikle olmayacak öyle bir şey, yerinde onarılacak. Bu konunun garantisini veriyorum." dedi Sayın Maliye Bakanı. Plan ve Bütçe Komisyonunda buradaki bütün basın, herkes ve bütün Türkiye bu olayı duydu, tutanaklara da geçti. Şimdi gözümüzü diktik, bekliyoruz. Daha önceden Saraçoğlu Mahallesi'nin geçirdiği tehlikeyi ilgilileri dışında kimse bilmez.

Dikmen Deresi, hemen Meclisin yan tarafından geçen, Necatibey'in altından doğru giden ve Ankara Çayı'na karışan bir deredir, yer altı nehridir, yer altı deresidir. Şu anda Meclisin bahçesinin sulaması orada birikmiş olan sulardan sağlanıyor. O su hâlâ akıyor. Fakat o metro sırasında bile bu kadarcık bir teknik ayrıntı dikkate alınmadı, pat diye o suyun önü kesildi ve Saraçoğlu Mahallesi çökmeye başladı. Allah'tan binaları sağlamdı, Allah'tan binaları sağlamdı. Daha sonra bir çıkış bulunarak bu olay çözülmeye başlandı.

Şimdi, değerli arkadaşlar, yıkarak yapmak ve özellikle de oraların o bölgesel özelliklerini dikkate almadan kazma kürek bir kent stratejisi yaratmaya çalışmak bizim altından kalkamayacağımız kadar ağır sorumluluklar doğuran bir strateji oldu. Düşünün, daha bu ay, şimdi Genel Kurulda görüşmeye başlayacağımız torba yasanın içerisinde "Üç ay içerisinde ÇED raporu düzenlenmezse olumlu rapor verilmiş sayılır." denen bir Bakanlar Kurulu -teklif bu, teklif- teklifi geldi buraya. Dolayısıyla Sayın Çevre Bakanı da bu Bakanlar Kurulunun üyesi. Bakanlar Kurulunun bir üyesi, kendisiyle ilgili olarak "Üç ay içerisinde olumlu rapor vermezsem verdik sayılır." demiş. Bütün Komisyonunun gerçek anlamıyla sağduyusuyla bu madde çekildi, iyi oldu. Ama biraz önce Sayın Bakana da söyledim, Genel Kurulda bu maddenin gelmeyeceğini hiç kimse iddia edemez. Pat diye bu önerge gelip birdenbire geçerse görürsünüz. Geçecek de yüzde 90 ihtimalle.

MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Belki de OHAL KHK'sıyla çıkacak.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Dolayısıyla korumayla ilgili olarak çabalarımızın büyük bir kısmı ciddi anlamda sıkıntı yaratmaya başladı. Yani buralarda herhangi bir şeye karşı mücadele edemiyorsunuz.

Bitireceğim Sayın Başkan.

Değerli arkadaşlar, çevre kirliliğiyle mücadele, çevresel bozulmayla mücadele çöp depolayarak ve sadece kirli suları derin denizlere deşarj etmekle olmuyor. Arıtma ayrı bir teknolojidir, çöp toplama da bir teknolojidir ama asıl daha önemli olanı, esas olan o katı atık depolama alanlarını defalarca defalarca doldurulacak kadar tüketim malzemelerinin içerisine tıkıldığı naylonları ve o çevre kirliliği yaratan unsurları durdurmaktır. Bunu bırakıyorsunuz, ha babam dolduruyorsunuz. Tükenmiyor, o naylonlar doğada yok olmuyor, olmuyor, yığılıyor sadece. Üstünü toprakla kapatıyorsunuz, içine birer tane boru koyuyorsunuz, sürekli olarak gaz çıkarak orada duruyor onların hepsi. Ne kadar büyük katı atık depolama tesisi gördüysem hepsinin sonucunda bu oldu, şimdiye kadar değişen hiçbir şey olmadı.

Değerli arkadaşlar, Kyoto Protokolü diye bir protokol imzaladık. Kyoto Protokolü, Meclisimizden de geçti ve yürürlüğe de girdi. Kyoto Protokolü'yle "Önümüzdeki 2023 yılına kadar, bu süre içerisinde dünyada, eğer Amerika izin verirse -çünkü hâlâ rezervleri var- gıda, kozmetik, ilaç sanayisinde artık yapay kimyasal kullanılmayacak ve buna paralel olarak da müthiş bir eğitim seferberliğiyle aynı şekilde doğada yok olmayan ambalaj malzemelerinin de üzerine gidilecek." deniyor. Türkiye için inanılmaz bir fırsattır bu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının faaliyet alanları açısından inanılmaz bir fırsattır. Kyoto Protokolü'yle tanımlanacak geleceğin çevreye dönük, doğacı, insana zarar vermeyen...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Bakanım, buyurun.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - ...çevreye zarar vermeyen üretimler için Türkiye gerçek anlamıyla bir merkez hâline geliyor, bu çok önemli bir olay. Naylon, hatırlarsınız... Fileleri hatırlar mısınız, ipten yapılmış fileleri?

MUSA ÇAM (İzmir) - Hâlâ kullanıyoruz.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Ee, biz bunu yaşadık işte hepimiz. Bu filelerin hepsinin yapıldığı şey -geçenlerde söyledim, yine söyleyeyim Çevre ve Şehircilik Bakanlığı için- Kastamonu Kendir Fabrikasında yapılırdı. Şu anda her tarafı dolduran, her tarafı yığın yığın dolduran, çöplüklerin en büyük alanlarını işgal eden naylon iplerin falan hepsinin yerine kendir ipler vardı, "kendir urganlar" denirdi, onlar da doğada yok olur giderdi büyük bir hızla. Biz böyle bir doğanın üstünde oturuyoruz, bizim için inanılmaz derecede önemli. Dolayısıyla çevre ve çevreyi korumak demek sadece ve sadece bisiklet pedalı çevirerek ya da "Doğmuş olan kirlilikleri ve çöküşleri, çökmüşlükleri telafi edeceğiz." demekle olmuyor, önüne geçmek gerekiyor, prevantif önlemler almak gerekiyor. Bunların başında da doğayla barışık, yeniden, bizim eskiden yaptığımız, herkesin de şimdi heyecanla beklediği bu üretimler oluyor.

Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

Bütçeniz hayırlı olsun.