KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum, iyi akşamlar diliyorum.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi'nde yaptığı bir konuşmada "İstanbul müstesna bir şehirdir ama biz bu şehrin kıymetini bilemedik, biz bu şehre ihanet etti, hâlâ daha ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum." demiştir. Yine, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde "Ben dikey mimariden yana değilim, ben yatay mimariden yanayım. İnsan, topraktan uzak değil, toprağa yakın olarak yaşamalıdır, böyle düşünüyorum. Bugünün Türkiyesi, böyle bir çirkinliği, böyle bir nobranlığı asla hak etmiyor." demiştir. Ne var ki Erdoğan'ın belediye başkanlığı yaptığı 1994'ten bu yana, bir hayli söz sahibi olduğu İstanbul'da yüksek irtifalı binaların hem sayısı hem de yükseklik ortalaması arttı; tıpkı Erdoğan'ın kurucusu olduğu AKP'nin iktidara geldiğinden günümüze kadarki süreçte olduğu gibi. AKP'nin on dört yıllık döneminde İstanbul'da yaklaşık 1.075 adet 47 metre veya daha uzun bina yapılmış. 1994'te başlayan, 2007'de çoğalmaya başlayan dikey mimari, 2010'lara gelindiğinde tepe noktasını görmüş durumda. 2010-2015 arasında her sene 100'den fazla bu tarz yapı inşa edilirken, rekor 158 binayla 2013 yılına aittir. Ayrıca, Boğaz'ın, dolayısıyla da İstanbul'un siluetine en büyük darbeyi de yine özellikle son on yılda yükselen gökdelenler vurmuştur yani, AKP hükûmetleri döneminde, Erdoğan'ın döneminde. Şimdi şikâyet eder gibi yapmanın hiçbir inandırıcılığı da bulunmamaktadır. Aynı şekilde, AKP öncesi dönemde 24 olan gökdelen sayısı 2016 sonunda 121'i bulmuştur. Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanlığına başladığı 1994 yılına kadar ise sadece 4 gökdelen inşa edilmiş, bir anlamda İstanbul'daki 121 gökdelenin 117'si Erdoğan'ın söz sahibi olduğu dönemde yapılmıştır. Dolayısıyla, İstanbul'a ve ülkeye dair bu çirkin yapılaşmanın hesabını vermesi gerekenler bellidir. Belediye başkanlarını zorla istifa ettirerek bu sorumluluktan kurtulmak mümkün değildir.

İstanbul'un Kadir Topbaş'lı on üç yılına bakıldığında da aynı noktaya geliyoruz. Topbaş'ın istifasının ayrıntılarını henüz bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa o da Topbaş'ın AKP, saray iktidarıyla birlikte on üç yıl boyunca İstanbul gibi kadim bir şehrin, en köklü, kadim kentlerinden birini yaşanılamaz noktaya getirmesidir. Topbaş döneminde, İstanbul'un imar ve inşaat rantı nedeniyle yapı yoğunluğu ana ulaşım aksları etrafında altyapı, ulaşım değişkenlikleri hesaplanmadan arttırıldı. Yeşil alanlar, deprem toplanma alanları, kamusal alanlar emlak projelerine açıldı. Birçoğu iktidara yakınlığıyla bilinen projelere imar ayrıcalıkları tanındı, plan tadilatları yapıldı. Yetmedi, bu dönemde belediye, iktidarın desteklediği cemaat ve vakıflara kaynaklarını sınırsızca açtı. 17-25 Aralık öncesinde Gülen cemaatine, şimdilerde Ensar Vakfı, TÜRGEV Vakfı gibi vakıflara son gaz arazi ve bina tahsisleri devam ediyor.

Ankara'da da durum farksız ne yazık ki. Melih Gökçek birçok kamusal alanı imara verdi, bunların başında Atatürk Orman Çiftliği geliyor. Gökçek'le birlikte birinci derece doğal ve tarihî sit alanı olan Çiftlik arazisi üçüncü derece sit alanı statüsüne alındı ve Atatürk Orman Çiftliği arazisine kaçak bir Cumhurbaşkanlığı sarayı yapıldı. Yüzlerce ağaç kıyımının yapıldığı, kamu kaynaklarının harcandığı, maliyeti 2 milyarı geçen, oyuncak yığınından oluşan ANKAPARK ise AOÇ için bir başka ihanetin adıdır. ODTÜ hırsı hiç bitmedi, yıllar içinde orman arazisi yağmalandı. Tarihî yapılara savaş açtı, Ankara'yı parsel parsel ranta teslim etti.

Belediye başkanları zorla, tehditle istifa ettirilen Bursa'da da, Balıkesir'de, Niğde'de hikâye bundan farklı değil, aynı şekilde AKP yönetimindeki diğer illerde de hikâyeler farklı hikâyeler değil.

AKP hükûmetlerinin geçtiğimiz on beş yıl içerisinde izlediği ekonomi politikalarının en önemli sonucu maalesef çevre felaketleri oldu. 2019'da ise zaten Hükûmetin eline verilmiş olan yetkiler, doğrudan Başkanın elinde merkezileşecek. Başkan artık sınırlı olan yasal mevzuatları, ÇED ve mahkeme süreçlerini de atlayarak örneğin İstanbul'a yapılacak çılgın kanal projesi gibi projeleri rahatça onaylayabilecek. Bu kararın neden olacağı felaketleri ise hep beraber...

Hükûmetin kendisine göre tüm engelleri atlayarak aldığı hızlı kararlar sonucu bugüne kadar birçok büyük felaket yaşandı. Sadece son yıllarda yaşadığımız olayları hatırlamakta fayda var: Soma, Yırca, Cerattepe ve diğerleri.

Önemli bir konu da nükleer santraller. Nükleer santraller ekolojik değildir. Öncelikle santrallerin yarattığı radyoaktif atıklar doğada yok olmadıkları için yüzlerce yıl saklanmaları gerekir. Bu atıklar doğa ve canlı yaşamı için büyük bir risktir. Nükleer santraller için gereken ham maddelerin çıkarılması ve ham maddelerin taşınması süreçlerinin de doğaya büyük zararları vardır. Nükleer santrallerde çok sık kazalar ve sızıntılar yaşanır. 1952 ile 2006 yılları arasında nükleer santrali bulunan 11 ülkede toplam 106 kaza meydana geldi. Üstelik kazaların bir kısmı, Fukuşima'da olduğu gibi doğrudan santral kaynaklı değil, deprem, tsunami gibi doğa olaylarının sonucudur. Nükleer santrallerde üretilen enerji yüzlerce kilometrelik elektrik hatlarıyla şehirlere taşınırken önemli kayıplar oluşur. Hâlbuki yapılması gereken, küresel ısınmayı daha da arttıran fosil yakıt kaynaklı enerji üretimine derhâl son vererek karbon salınımı en düşük olan rüzgâr ve güneş enerjilerine yönelmektir. Çok sık kazaların ve radyoaktif sızıntıların yaşandığı nükleer enerji santralleri yapma girişimleri durdurulmalı, yerel halkın katılımının sağlanmadığı ve etkin bir ÇED sürecinin işlenmediği projelere asla onay verilmemelidir.

Su, yaşamın temel kaynağıdır. Su hakkı, bir insan hakkı olarak anayasal güvence altına alınmalı, böylece suyun metalaştırılması ve ticarileştirilmesi engellenmelidir.

OHAL uygulamalarıyla iyice ağırlaşan, her tür demokratik talebi ihanet, hainlik, düşmanlık olarak gören anlayışa karşı toplumsal uzlaşma, iş birliği ve dayanışma ilkeleriyle adımlar atılmalı, bu ilkelerle çelişen durumların çözümünde katılım ve şeffaflık doğrultusunda kaynaklar seferber edilmelidir. Bu hedefler insanidir, vicdanidir, dayanışmacıdır, eşitlikçidir, özgürlükçüdür; biz bunlardan vazgeçmeyiz, vazgeçmememiz gerekir. Bugün kendini güçlü zannedenlere karşı daha önce olduğu gibi bugün de direneceğiz, direnmeye devam edeceğiz.

Değerli arkadaşlar, Sayın Başkan, Sayın Bakan; İzmir'le ilgili birkaç şeyi de bilgilerinize sunmak isterim. Öncelikle size teşekkür etmeyi bir borç biliyorum ve teşekkürümü de yineliyorum. Özellikle Urla, Seferihisar, Çeşme, Karaburun bölgesindeki yarımadada balık çiftlikleri, rüzgâr gülleri, taş ocakları ve mıcır ocaklarıyla ilgili sıkıntılarımız vardı. Geçtiğimiz günlerde Bakanlığınızda yapılan bir ÇED toplantısında Karaburun'daki balık çiftliğiyle ilgili göstermiş olduğunuz hassasiyetten dolayı sizlere Karaburun halkı adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum, çok teşekkür ediyoruz. Sunumunuzda da ayrıca çevreyle ilgili duyarlılığınız için de teşekkür ediyoruz. Ama bunlar burada kalmamalı Sayın Bakan.

Sayın Bakan, dün Urla'daydım -Urla'nın Gülbahçe köyü, şimdi mahalle oldu, Gülbahçe Mahallesi- vatandaşlar sokaktaydılar. İki maden sahasına ruhsat veriliyor ve bununla ilgili ÇED toplantıları geçtiğimiz günlerde yapılamadı ve vatandaş ayakta. Sayın Bakan, bugün meslektaşınız Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanımız Sayın Faruk Özlü sunum kitapçığının 27'nci sayfasında aynen şunu söylüyor: "Öncelikli sektörlerimize odaklı küresel iddiası olan bir teknoloji üssünün İzmir Urla bölgesine kurulmasına yönelik faaliyetlerimiz devam ediyor." Sayın Faruk Özlü'nün bugünkü konuşması. Söylediği yer, Urla Gülbahçe'de Yüksek Teknoloji Üniversitesinin olduğu yerin yanı ve şimdi Bakanlığınıza ÇED için başvurulmuş, iki maden ocağıyla ilgili ruhsat istenmektedir.

Sayın Bakanım, daha önce de söyledik, evet, otoyol yapacaksanız, duble yol yapacaksanız, inşaat yapacaksanız taş ocağına ihtiyaç var, mıcır ocağına ihtiyaç var, inkâr etmiyorum.

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI MEHMET ÖZHASEKİ (Kayseri) - Taş ocağı mı dediğiniz, başka bir maden mi?

MUSA ÇAM (İzmir) - Taş ocağı.

İtirazımız yok, inşaat varsa bu da olacak yani. Ama hep söylüyoruz, bunların doğru yerlerde doğru projelerle hem doğayı, tarım alanlarını katletmeyecek hem de çevre kirliliği yaratmayacak...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Çam, tamamlamanız için ek süre veriyorum.

Buyurun.

MUSA ÇAM (İzmir) - Yüksek Teknoloji Enstitüsünün olduğu ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının da buraya yönelik olarak teknoloji üssünü kuracağı bir yere şimdi bununla ilgili bir başvuru yapılıyor. Onunla ilgili evrakları vereceğim Sayın Bakanım size, hassasiyetlerinizi istiyoruz.

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI MEHMET ÖZHASEKİ (Kayseri) - Rahat olun.

MUSA ÇAM (İzmir) - İki: Rüzgâr gülleri... Türkiye büyüyor, enerjiye ihtiyacı var, enerjinin önemli bölümünü yurt dışından alıyor. Rüzgâr gülü, evet, doğru, hiç itirazımız yok ama bunlar da tarım alanları, orman alanları katledilerek yapılıyor. Özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığının ÇED Dairesinin bu konuda çok duyarlı ve dikkatli olması gerektiğinin altını çizmek istiyorum.

Balık çiftlikleri, ona keza aynı şekilde. Geçtiğimiz günlerde Tarım Bakanlığımızda bu konuyla ilgili olan arkadaşlarla görüştük. Gerçekten o yarımadada -orkinos balık çiftlikleri ve diğer balık çiftlikleriyle beraber- inanın ki biz denize girdiğimizde denizin dibindeki taşları tek tek görürdük, şimdi üzerinde bir karış yağ var. Neden? Balıklar için kullanılan kimyasal maddelerle birlikte denizler âdeta girilemeyecek noktaya gelmiştir.

Doğa bizi affetmiyor, affetmeyecek de. O nedenle, özellikle sizin bu konudaki hassasiyetlerinizi biliyorum, daha da hassas davranacağınızı ümit ediyor, 2018 yılı bütçenizin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyor, başarılar diliyoruz.