KOMİSYON KONUŞMASI

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İSMET YILMAZ (Sivas) - Teşekkür ediyorum Muhterem Başkanım.

Gerçekten, Komisyon üyelerimizin her birisinin birbirinden değerli görüşlerini aldık. Genel kanı da şudur: "Sözlü vardı ama sakıncaları da vardı, mükemmel değildi, kalkması iyi oldu." diyen de var "Öğretmenlik ölçerken mülakat mutlaka gerekli, sadece yazılı olanlara bakmak, teste bakmak yetmez." diyenler de var. Muhakkak ki bunların her birisinin haklılık yanı olabilir ama şunu söylemek isterim: En çok istediğimiz nedir? Keyfîlik olmasın, değil mi? Bu kanunda keyfîlik olmasının yolu var mı? Var. Doktora öğretim üyesini kim atayacak? Rektör atayacak. Keyfî olarak atayabilir mi? Atayamaz. Niçin? İlgili birimlerin yönetim kurullarının görüşünü alacak. Şimdi, konuşulan kimse dedi ki: "Acaba sözlü mü alır?" Ama yargıya gittiğinde mutlaka bunu ispat etmesi lazım. O kurumun temsilcisi kimse çağıracak "Görüş verdiniz mi?" diyecek. Dolayısıyla rektör, almış olduğu görüşle hukuk çerçevesinde haklı bir gerekçeyle o görüşü boşa çıkaramazsa mutlaka ki yapmış olduğu atama hukuk tarafından iptal edilir.

Yine, yükseköğretim kurumları ilave kurullar koyabilir mi? Koyabilir. Ama keyfîlik var mı? Yok. Ne yapacak? Yükseköğretim Kurulundan onay alacak? Yeter mi? Yetmez. Bu ilave şartları neye uygun yapacak? Bilimsel kaliteyi artırmak için yapacak. Yeter mi? Yetmez. Ne olacak? Objektif ve denetlenebilir nitelikte koşullar koyacak. Bunların denetlenebilir ve objektif olması yargıya gidecek. Doktora öğretim üyesi bölümünde her aşamada yargı denetimine tabi.

Geldik doçentlik bölümüne. Doçentlik bölümünde doçentlik jürisi oluşuyor, asıl ve yedek üyeler var. Hazırladıkları ayrıntılı ve gerekçeli kişisel raporlarını... Bakın, gerekçeli olacak, gerekçesiz olursa yargı bunu da iptal eder. "Gerekçesiz rapora dayanarak atama yapıldı." diyerek yargıya tabidir. Dolayısıyla da bu raporlar değerlendirmeye esas alınır. Atama yapacaksınız... Üniversiteler Arası Kurul yeterli yayına, çalışmaya sahip olduğunda doçentlik unvanı verecek; dolayısıyla da raporu esas alacak, ondan sonra da kendisi karar verecek. Peki, bunlar nasıl belirlenecek keyfîlik olmasın diye? Yönetmelikle. Adayların doçentlik olma şeyi, yayın ve çalışmalarına ilişkin esas ve usuller Yükseköğretim Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek. Burada da yine bir keyfîlik yok, yargı denetimine tabi.

Yine, sayın vekilimiz "Yüksek doçentlik kadrosuna atamak için sözlüye alıyorsunuz ama sözlüde öyle sorular soruyorsunuz ki sözlüyü işlevsiz hâle getiriyorsunuz yani adamına göre, en zorundan sorabilirsiniz, en kolayından sorabilirsiniz." demişti. Dolayısıyla orada kime güvenmek lazım? Rektöre güven, "Güvenmem." Fakülte yönetim kurullarına güven, "Güvenmem." Hâkime güven, "Güvenmem." Yani bu da olmaz. Hukuk devletinde muhakkak ki bir güven olması lazım.

Yine doçent kadrosuna atanmak için objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar koyabilecek, Yüksek Öğretim Kurulunun onayını alacak ve sözlü sınav da isterse yapabilecek. Yine bu anda da var uygulamada; sınava giren diyorsa ki "Lütfen kayda alın." kayda alınıyor, hoca diyorsa ki "Kayda alın." o da kayda alınıyor. Dolayısıyla yargı denetimine esas olacak pekâlâ mülakatta yapılıyor mevcut durumda.

Yine doçentlik unvanına atamak için de 3 profesör tespit edilir. Her bir aday için ayrı ayrı olmak üzere -birden fazla aday varsa- rapor yazarlar ve tercihlerini bildirirler. Rektör atayacak ama raporları göz önünde tutacak. Eğer tutmazsa bu da yargıyla iptal edilir.

Yine burada var, bir hocam "Mevcut yardımcı doçentler ne olacak?" dedi. Geçici 24'üncü madde, hiçbir işleme gerek kalmaksızın doğrudan öğretim üyesi kadrolarına atanmış olurlar.

Biz 80 milyon bir aileyiz. Bazen biz "Millî Eğitim ailesi" deriz, 26 milyonuz ama 80 milyon da bir aileyiz. Dolayısıyla Hakkâri'deki birisinin ayağına çöp de batsa bizim inan, vicdanımızın, gönlümüzün kanaması lazım; Edirne'de de öyle, Sinop'ta da öyle, Mersin'de de öyle. Dolayısıyla bu 80 milyonu bir kardeş görürsek, farklılıklarımızı zenginlik bilirsek inşallah daha iyi noktaya gideceğiz.

On beş yılda ne duruma geldi? Genel okullaşma oranı yüzde 62'ydi, şimdi yüzde 82'nin üzerindeyiz. 15 yaş üzeri 2002'de okuryazar oranı yüzde 85'ti yani yüzde 15'i okuryazar değildi, şimdi yüzde 95'e çıktı. İstiyoruz ki biraz daha dedelerimiz, annelerimiz yani 80 yaşın üzerindekiler gibi düşünüyoruz, okuma yazma bilmeyenler de varsa yeni bir okullaşma, yeni bir okuma programı başlattık Allah nasip ederse ki bunu yüzde 95 değil, yüzde 100'e tamamlayalım diyerek.

BÜLENT YENER BEKTAŞOĞLU (Giresun) - Sayın Bakanım, vekilimiz beni uyardı, ben "Giresun" demiştim, siz "Sinop" dediniz herhâlde. Sinop Üniversitesinin günahını almayayım.

MİLLÎ EĞİTİM BAKANI İSMET YILMAZ (Sivas) - Yok efendim, ben sadece doğu ile batı, kuzey ile güney, her yerdeki vatandaşlarımızın derdi, sıkıntısı birdir diye.

Yine, okullaşma oranı, liselerde okullaşma oranı erkekler için yüzde 82, kızlar için yüzde 82. Ama daha önceden ne kadardı? 14'lerden geldik buralara. "14'lerden nereye geldik?" derseniz şimdi yüzde 42 genel ama kızların okullaşma oranı yüzde 44, erkeklerin okullaşma oranı yüzde 40. E, nereye geldik?

Son olarak da şunu söylüyorum: Yani farklı açılardan bakılarak daha iyi olabilir miyiz? Muhakkak daha iyi olabilir. Bütün bu çalışmalarımızın gayesi, Türkiye'nin geleceğini daha iyi yapmaktır. Ama 2002 yılında, lütfen, bakın, Türkiye'nin millî geliri 236 milyar dolar, İsveç'in millî geliri 264 milyar dolar, Hollanda'nın millî geliri 467 milyar dolar. Türkiye 2002 yılında İsveç'in de gerisinde, Hollanda'nın da gerisinde. Bugüne bakın, 2016'ya lütfen, bilimsel, IMF'nin, Dünya Bankasının, OECD'nin, UNDP'nin (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) hangisine bakarsanız bakın, İsveç'in bugün 511 milyar dolar millî geliri var, Hollanda'nın 761 milyar dolar millî geliri var, Türkiye'nin 863 milyar dolar geliri var. 2002'de bu ülkelerin gerisinde olup da şimdi bu ülkelerin önüne geçiren şey bizim eğitim sistemimizdir. Bunu söylediğimde kardeşlerim diyor ki: "Ya, şimdiki eğitim on yıl sonra olacak." Doğru ona katılırım, Türkiye'deki eğitim her dönemden çok daha iyi olmuştur, bunu çok net söyleyeyim.

Nobel Ödüllü Aziz Sancar "Nobel Ödülü kazanmamda çok kimsenin payı oldu ama en büyük pay -nereden dedi- ilkokul, ortaokul, liseyi ben Mardin Savur'da okudum." dedi. Yani tıp fakültesini de İstanbul'da okudu ama bu temel olmasa Amerika'ya, nereye giderse gitsin, üzerine başka bir şey konulamazdı. Dolayısıyla Türkiye'deki eğitimi Allah için, böyle bir kalemde çizmek doğru değildir.

Yine, bir başka husus da Oktay Sinanoğlu, mekânı cennet olsun. "Bir dil öğrenmek bir insandır ama kendi dilinizi bilmezseniz eksi yüz insansınız." diyor. Dolayısıyla biz önce kendi dilimizi öğreteceğiz, hakkıyla bilecek, ondan sonra da yine -Kamil Hocam da söyledi- okuduğunu anlasın, anladığını da ifade edebilsin. Kendi bulunduğu alanda dünya nereye gidiyor? Bakın, dün denildiği gibi, Mars'a füze gönderildi. Hatta füze gönderen, geri, tekrar Türkiye'e döndü. O gönderilen füzelerden geri, tekrar dünyaya döndü, bu en önemlisiydi. Dolayısıyla da gelişmeleri de bilsin, takip etsin ki Türkiye'nin de yarın nereye gittiğini görsün, gereksiz çalışma yapmasın yani bilineni ortaya koymasın, Amerika'yı yeniden keşfetmesin gibi. Dolayısıyla daha iyi olsun diye düşünüyoruz. Ben inanıyorum ki bu mevcut sistemde birbirimize güvenirsek çok daha iyi, yüksek bir öğretim sistemini hayata geçireceğiz diyorum.

Son olarak da planlama... Üniversiteli, diplomalı işsizler oluşturabilir miyiz? Gerçekten böyle bir sıkıntı var, bunu biliyoruz, hayatta da görüyoruz. Bunun için de Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulunu yasayla kabul ettik. Allah nasip ederse, bundan sonra hangi fakülteler açılacak, hangi bölümler açılacak ve her birinin ne kadar kontenjanı olması lazım, sektörden de, sivil toplumdan da yani birliklerden, esnaf odalarından alarak yapacağız ki...

Türkiye'nin yarını bugünden daha iyi olacaktır diyorum, ben her birinize vermiş olduğunuz katkı için sonsuz teşekkür ediyorum.