| Komisyon Adı | : | DIŞİŞLERİ KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye-Avrupa Birliği Varna Zirvesi sonuçları ve Türkiye-Avrupa Birliği müzakere sürecindeki gelişmeler hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 04 .04.2018 |
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI ÖMER ÇELİK (Adana) - Sayın Bakanım, Sayın Başkanım, çok teşekkür ederim, size ve değerli Komisyon üyelerine bu davetiniz için çok teşekkür ediyorum.
Biraz evvel de sizinle baş başa görüşülürken belirttiğim gibi, özellikle bu son aylarda Dışişleri Komisyonunun parlamenter diplomaside gösterdiği performansın ülkemiz için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde de ajandanızın yoğun olması çok büyük memnuniyet verici.
Bugün burada gündemimizdeki konularla ilgili genel bir giriş yapıp sonra arkadaşların, bu değerli Komisyon üyelerimizin görüşlerini ve değerlendirmelerini dinlemek istiyorum. Öncelikle, tabii Türkiye-Avrupa Birliği meselesini konuşurken artık bu çerçevenin dışına taşan dünya gündemiyle ilgili değerlendirmeler yapmamız gerekiyor. Çünkü gerek Avrupa'nın kendi geleceğiyle ilgili gerek Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğiyle ilgili çok daha geniş bir çerçevede bir değerlendirme yapmak durumundayız. Yakından şahitlik ettiğimiz üzere, son yıllarda uluslararası konjonktürde yaşanan gelişmeler uluslararası liberal düzen diyebileceğimiz düzenin artık istikrarına ilişkin ciddi kaygıların ortaya çıktığı bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Kesin olan şudur: Ne olacağını bilmiyoruz ama şu ana kadar gördüğümüz dünyanın bundan sonra bu şekilde devam etmeyeceğini, yeni bir düzene doğru evrileceğini net bir şekilde görmekteyiz. Özellikle 1945 sonrasındaki düzenin temel özelliklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri'nin çok taraflılık taahhüdüydü. Şimdi ise uluslararası anlaşmalara olan sadakat azalıyor, milliyetçilik yükseliyor ve dünya giderek daha az uluslararası, daha az düzenli ve daha az liberal bir hâle dönüşüyor. Artık ayrılmaz bildiğimiz müttefikler ve mutlak iş birlikleri döneminin yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Bu durum, tabii transatlantik ilişkilerdeki kırılmalarda da görülüyor. Özellikle Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliğinden ayrılma süreci Avrupa açısından da bunun ne kadar etkili olduğunu ortaya koyuyor.
Diğer taraftan, uluslararası sistemde siyasi ve ekonomik açılardan güç dağılımında bir eksen kayması yaşandığını görüyoruz. Bu çerçevede, sürekli ve istikrarlı bir şekilde ekonomik gücün batıdan doğuya yani Atlantik'ten Pasifik'e kaydığı şeklindeki tartışmalar yine yoğunlaşmış durumda. Geçmişte Çin'in yalnızca ekonomik bir rakip olarak değerlendirilmesi söz konusu iken bugün Çin, Batı medeniyeti karşısında siyasi ve askerî açıdan yeni bir küresel güç merkezi olarak değerlendirilmektedir. Çin'in yanı sıra Rusya'nın da Avrupa Birliği ve NATO'nun doğu kanadını oluşturan geniş bir coğrafyada etkinliğini artırıyor olması Avrupa Birliğinin geleceği açısından ciddi olarak değerlendirilmesi gereken bir husustur. Özellikle Rusya'nın son dönemde Doğu Avrupa ve Balkanlar üzerinde artan etkinliği Avrupa Birliği içerisinde ciddi tartışmalara sebep olmaktadır. En son İngiltere ile Rusya arasında başlayan krizin uluslararası bir krize dönüşmesi de bütün bu gelişmeler çerçevesinde ciddiyetle izlenmesi gereken bir yöne doğru ilerliyor. Tabii, statükoyu zorlayan yeni güç merkezleri ortaya çıkıyor. Bu da Batılı değerler etrafında şekillenen, sistemi sarsan, diğer yandan da Batı'nın içinden gelen tehlikeleri artıran bir tablo ortaya çıkarıyor. Özellikle son otuz yıla damgasını vuran sosyoekonomik sorunlar, eşitsizlikler geniş bir küreselleşmenin kaybedenleri olan kesimlerin doğmasına yol açtı, gelecek korkusu ve birçok kaygı içerisinde insanlar merkez siyasete güvenlerini kaybettiler ve son yıllarda da gördüğümüz gibi, merkez siyasete güvenin kaybolmasının aşırı sağcı akımların, birtakım ırkçıların, kenarda sayabileceğimiz birtakım siyasi akımların artık Avrupa'daki pek çok ülkede ikinci parti, koalisyon ortağı ya da merkeze yürüyen siyasetçi, siyaset unsuru hâline gelmesi şeklinde bir sonuç doğurmuştur. Tabii, bu çerçevede baktığımızda Avrupa bütünleşmesi uluslararası sistemdeki bu dinamiklerden bağımsız değil. Avrupa Birliği bugün şimdiye kadar hiç görmediğimiz sınamalarla karşı karşıyadır. Avrupa Birliğinin başlıca karşı karşıya kaldığı sınamaları değerlendirmemiz gerekirse şu şekilde özetleyebilirim: Birleşik Krallık'ın AB'den ayrılma süreci yani Brexit dediğimiz süreç bundan sonra önceki Avrupa Birliğinin olmayacağını, yepyeni bir Avrupa Birliğinin ortaya çıkacağını ortaya çıkarmaktadır.
Sığınmacı krizi ciddi bir travma yaratmıştır, bununla ilgili artçı depremler hâlen devam etmektedir. Aşırı sağın yükselişi ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği arasında iklim değişikliğinden tutun, NATO meselesine kadar transatlantik ilişkilerde yaşanan kriz ve yeni belirsizliklerin ortaya çıkması Avrupa Birliği açısından en temel gündem maddelerini oluşturuyor. Öncelikle, Birlik tarihinde ilk defa bir üye devletin ayrılma yolunda bir adım atması, bütünleşmenin artık geri döndürülemez bir biçimde sona erebileceği şeklinde bir kaygı ortaya çıkardı. Eskiden bütünleşme geri döndürülemez bir süreç olarak görülüyordu, İngiltere'nin ayrılma kararı almasıyla bu algı tamamen yıkılmıştır.
Tabii, biz Türkiye olarak, Brexit müzakerelerini Avrupa Birliği Bakanlığı olarak çok yakından takip ediyoruz. Brexit müzakerelerini takip ederken çok dinamik bir süreçle karşılaştığımızı size ifade etmek isterim. Başlangıçta Brexit'in Avrupa Birliğinde kontrolsüz bir dağılmaya yol açacağı şeklinde endişeler mevcuttu. Ancak geldiğimiz aşamada Avrupa Birliğinin müzakerelerde hep şu ana kadar bir adım önde olduğunu yani bu meseleyi toparlamaya başladığını görüyoruz. Birleşik Krallık açısından bakıldığında ise durum her geçen gün daha sıkıntılı bir hâl alıyor. Özellikle Kuzey İrlanda sorunu, Birleşik Krallık'ın bunu nasıl yönetebileceği ve birtakım iç tartışmalar, İskoçya'yla ilgili tartışmalar bu Brexit sürecinin İngiltere'nin iç politikasına, kendi dengelerine de güçlü bir şekilde etki edeceğini gösteriyor. 6 Şubat 2018 tarihinde başlamıştı müzakereler. 2'nci aşamasında sürecin tıkanma, kopma riski mevcut olmakla birlikte şu ana kadar Avrupa Birliğinin sürecin kontrolünü elinde tuttuğunu ifade edebiliriz.
Diğer taraftan, Birleşik Krallık'ın Avrupa'nın askerî siyasi ve ekonomik anlamda uluslararası alandaki gücüne yaptığı katkı dikkate alındığında Birleşik Krallık'ın üyesi olmadığı bir AB'nin nasıl bir birlik olacağı konusunda çok ciddi tartışmalar yürütülüyor. Tabii bu Avrupa Birliği içindeki güç dengelerinin da doğrudan etkileyecektir. Hepimizin yakından takip ettiği şekilde sığınmacı krizi Avrupa Birliğinin tabiri caizse 11 Eylülü olmuştur, Avrupa'daki bütün siyasi haritayı şekillendirecek kadar büyük bir etki doğurmuştur ve bu, Avrupa Birliğinin kendi siyasi dinamiklerinin yönetilme tarzına büyük bir darbe indirmiştir. Tabii, düzensiz göçün engellenmesi konusunda mesafe katedilmiş olsa da düzensiz göçle ilgili doğal sorunlar var, örneğin, iskân, yerleştirme, iltica usulleri gibi.
Bir de tabii, siyasi travmalar neticesinde bizim üretilmiş sorunlar diyeceğimiz sorunlar var. Bunlar nedir? İslam düşmanlığı, yabancı düşmanlığı, popülizm, aşırı sağın ortaya çıkardığı tehdit; bunlar Avrupa siyasetini doğrudan etkilemeye devam etmektedir. Tabii, sosyoekonomik sorunlara duyulan tepki büyük bir memnuniyetsizler kitlesi ortaya çıkarmıştır ve bu memnuniyetsizler kitlesi maalesef son zamanlarda bu popülist hareketler diyebileceğimiz siyasi hareketlere doğru kaymaktadır; bu da aşırı sağ tarafından, ırkçılar tarafından ciddi bir şekilde istismar edilmektedir. Maalesef, üzülerek söylüyoruz ki Avrupa siyasetinde artık aşırı sağ marjinal bir unsur olmaktan çıkmıştır, merkez siyaseti tayin eden bir noktaya gelmiştir. En acısı da şudur: Aşırı sağın ajandası artık merkez sağ ve merkez sol partilerin ajandasını da ele geçirmeye başlamıştır. Örneğin, bundan on beş sene evvel yapılan çalışmalarda merkez partiler ile ırkçı partiler arasındaki ajanda uyuşması yüzde 5 civarındayken bugün yüzde 80 civarında bir ortaklık ortaya çıkmıştır. Bu büyük bir tehlikedir, Türkiye için de büyük bir tehlikedir, Avrupa'nın geleceği için de, dünya için de büyük bir tehlikedir. Tabii, Avrupa'da sadece aşırı sağ artmıyor, dünyanın genelinde bir aşırılık çağı yaşıyoruz. Merkezde olduğunu iddia eden partilerde de yabancı düşmanlığını, İslam düşmanlığını, içe kapanmacı söylemleri giderek daha fazla görmeye başladık.
Uluslararası konjonktür de Avrupa Birliğini başta güvenlik olmak üzere uluslararası sistemdeki yeni rolünü tanımlamaya zorlamaktadır. Tabii, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzende temel unsur Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa güvenliğinin garantörü olmasıydı. Son zamanlarda NATO'ya yapılan yardımların tartışılmasında gördüğümüz gibi, âdeta Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa'nın güvenliğinin garantörü olmak konusundan çekildiği şeklinde bir izlenim yaratması Merkel'in güçlü cümlelerle buna karşılık vermesine yol açtı. Örneğin, NATO'yla ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda Merkel şöyle bir cümle kurdu: "Görüyorum ki eski müttefiklerimize güvenme konusunda aynı tutum içinde olamayız. Dolayısıyla Avrupa kendi güvenliğini sağlama konusunda yeni tedbirler almalıdır." dedi. Tabii bu cümleyi beş sene önce biz tahmin edemezdik, böyle bir şey hayal edemezdik.
Bu çerçevede, PESCO dediğimiz 25 ülkenin katılımıyla yapılan bu Yapılandırılmış Daimî İşbirliği yani Avrupa'nın savunması konusundaki projelere devam ediyor. Tabii bu NATO'ya alternatif olarak düşünülmüyor ama yine de Avrupa'nın böyle bir süreci ilerletmek istediği görülüyor. Tabii Lizbon Anlaşması'ndan bu yana ilk defa kendine siyasi bir yön belirleme çabası konusunda özel bir gayret içerisine girmiştir Avrupa Birliği, eğer bu reformu gerçekleştiremezse, siyasi yön belirleme konusunda net bir takvim ortaya çıkaramazsa maalesef daha kötü gelişmeler ortaya çıkacaktır.
Komisyon üyelerimizin yakından bildiği gibi, Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanan bir Beyaz Kitap var, Fransa Cumhurbaşkanının Avrupa Birliğinin geleceğine ilişkin önerileri var. Dolayısıyla bütün bunlar AB'nin yeni bir reform sürecine girmesi gerektiği konusunda bir irade olduğunu ama bunun bir çerçeveye kavuşturulamadığını henüz göstermektedir. Tabii burada Fransa gibi ülkeler yenilenmiş bir aktivizm güdüsüyle bu konuya yaklaşıyorlar. Doğu Avrupa ülkeleri daha fazla derinleşme konusuna, daha fazla entegrasyon konusuna giderek şüpheci yaklaşıyorlar, daha çok böyle çok vitesli Avrupa gibi bir projeye yakın durmaya başladılar. Tabii, bütün bu süreçte, Almanya'yı bütün bu reform çabalarında çok belirgin göremedik çünkü kendi iç siyasi gündemiyle ilgili tartışmalar vardı. Bundan sonrasında Almanya'nın pozisyonunu da net bir şekilde görebileceğiz.
Önümüzdeki yıl hepimizin dikkatle izlemesi gereken bir yıl. 2019 yılında Avrupa'da Konsey Başkanı, Avrupa Birliği'nde Komisyon Başkanı ve AB Konsey Başkanı bütün bunlar yenilenecekler, Avrupa Parlamentosu yenilenecek; dolayısıyla ortaya çıkacak tablo bizim kendi millî çıkarlarımız açısından çok yakından izlememiz gereken bir tablodur. Eğer gerekli siyasi iradeyi gösterebilirlerse aslında bu varoluşsal krizi geçmişte olduğu gibi avantaja çevirebilirler, mevcut ortaklıkları güçlendirebilirler, yeni iş birliği ve diyalog mekanizmaları oluşturabilirler; bunlara her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Fakat şimdiye kadar bu yönde bir tavır almak yerine daha çok içe kapanan "Önce bir iç sorunlarımızı halledelim, daha sonra iş birliklerini, bütünleşme politikasını gerçekleştirelim." gibisinden bir yaklaşım gördüler. Bunun tek istisnası Avrupa Birliğinin Balkanlara yönelik politikasını gündemine almasıdır. Ben bunun çok sevindirici olduğunu düşünüyorum tabii. Özellikle Çin ve Rusya'nın bölgede artan etkinliği karşısında, tabii Avrupa Birliği harekete geçti ama, yine de her hâlükârda Balkan stratejisinin kabul edilmesi, Batı Balkan ülkelerine net bir üyelik perspektifi verilmesi, ayrıca Avrupa Birliğinin 17 Mayıs 2018 tarihinde Balkanlarla bir zirve düzenleyerek bu konuda ilerleme sağlamaya çalışması son derece önemlidir. Biz Türkiye olarak Avrupa Birliğinin Balkanlardaki ülkeleri bütünleşme perspektifinin, tam üyelik perspektifinin içine almasını sonuna kadar destekliyoruz, Balkanlardaki barışın korunması açısından bu entegrasyon sürecinin iyi işlemesi gerektiğini düşünüyoruz. Tabii, bu ülkelerin AB üyelikleri kadar NATO'ya üye olmaları da bizim için önemlidir. Yakınımızdaki en istikrarlı coğrafyadır. Özellikle Suriye ve Irak'taki gelişmelere bakıldığında buradaki istikrarın kıymeti daha da artmaktadır. Dolayısıyla bu süreç umarız ki bu ülkelerin AB üyesi olacağı bir şekilde sonuçlanır. Tabii bütün bu tablo içerisinde esasında doğru değerlendirildiğinde, Avrupa'nın 11 Eylülü diyebileceğimiz bir sığınmacı krizin de Türkiye-Avrupa Birliği iş birliğinin nasıl olumlu sonuçlara yol açtığının altı çizildiğinde aslında çok daha güçlü bir Türkiye-Avrupa Birliği birlikteliğine ihtiyaç olduğu ortadadır. Fakat bu konuda ilerleme sağlayabildiğimizi düşünmüyorum. Avrupa Birliğinde ciddi bir liderlik sorunu var, karar alma mekanizmaları çok iyi çalışmıyor ve örneğin Balkanlara verilen bir perspektif gibi "İşte şu kadar zaman sonra üye olacaksınız." gibi bir perspektif Türkiye'ye elli yıldır hiç verilmedi. Türkiye'yle olan ilişki daha birtakım çifte standartlarla yürütülen bir ilişki olmaya devam ediyor.
Tabii bu en son yaptığımız zirve önemlidir, Varna'daki zirve. Uzun bir kriz döneminden, uzun bir türbülans döneminden sonra bu krizin aşılması konusunda, ilişkilerin yeniden "reset"lenmesi konusunda önemli bir zirve oldu. Bütün meseleler Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğindeki heyetimiz, Bulgaristan Başbakanı Borisov, Konsey Başkanı Tusk ve Komisyon Başkanı Juncker Başkanlığındaki heyetlerle açık ve net bir şekilde konuşuldu. Sonuçta tabii şu irade var, yani bu ilişkilerin sürmesi gerektiğine yönelik bir irade var Komisyon tarafında ve Konsey tarafında. Ama biz de "Bu ilişkiler sürerken somut takvimlerle sürsün ve bunun somut çıktıları olsun." şeklinde bir yaklaşım içerisindeyiz.
Tabii burada bir şeyi de belirtmek isterim: Avrupa Birliği dayanışmasının giderek ilkeler dayanışmasından klasik bir mahalle dayanışmasına dönmesi de tespit ettiğimiz bir husustur. Örneğin, Yunanistan'ın gündemleştirdiği bu 2 yunan askerinin Türkiye'de olmasıyla ilgili durum karşısında veya Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Ege'deki eylemleri karşısında Avrupa Birliğinin ilkelere bakmaksızın sadece bir mahalle dayanışması çerçevesinde Yunanistan'a destek veriyor oluşu Birliğin bir siyasi ilkeler birliği olma durumuna da bizim açımızdan zarar veren bir yaklaşımdır. Nitekim gördünüz, tam Birliğe, Varna'daki toplantıya giderken Avusturya Başbakanı Kurz "ülkemizin üyelik müzakerelerinin sonlandırılması" gibisinden bir açıklama yaptı. Tabii bu şahıs normalde aşırı sağ bir partiden gelmemesine rağmen aşırı sağ partilerden, ırkçılardan daha ırkçı bir yaklaşım yönetmektedir. Komisyon üyelerine şunu açıkça söylemek isterim: Avusturya'nın artık tutumu Türkiye'ye karşı muhalif bir tutum olmaktan çıkmıştır, düşmanca bir tutuma dönüşmüştür. Biliyorsunuz, dışişleri bakanlarımız arasında ilişkilerin normalleştirilmesine dönük olarak bir adım atıldı, onların Dışişleri Bakanı Türkiye'ye geldi. Fakat gördüğümüz odur ki Varna Zirvesi öncesinde Avusturya Başbakanının "Türkiye'yle üyelik müzakereleri sonlandırılsın." gibisinden bir yaklaşımı bunların ilişkilerin normalleştirilmesine dönük bu süreci aslında sadece jenerik olarak kullandığını, böyle bir niyetleri olmadığını ve Türkiye'ye karşı düşmanca bir tutum içerisinde olduğunu göstermektedir. Yani bu artık muhalif bir tutum değildir, resmen Avusturya'nın Türkiye'ye düşmanlık yaptığının altını çizmek isterim.
Tabii, bu ilişkilerin engellenmesini isteyen kesimlere karşı yapmamız gereken işler var. Avrupa'da çok büyük miktarda dostlarımız var, Türkiye'nin önemini anlayan, Türkiye'nin içinden geçtiği bu zor dönemde onunla dayanışma içinde olmak, reformları teşvik etmek Türkiye'yle beraber yürümek gerektiğini söyleyen çok sayıda dostumuz var ve bunlar bize muhalif olanlardan çok daha fazladır. Dolayısıyla Komisyonumuzun bu dostlarımızla olan ilişkilerin parlamenter düzeyde ve diğer alanlarda geliştirilmesi konusunda yapacağı çalışmalar önümüzdeki dönemde Türkiye'nin millî çıkarlarını korumak açısından son derece kıymetli olacaktır.
Mart zirvesinde gördünüz, Komisyon Başkanı Juncker tarafından yapılan açıklama Türkiye'nin üyelik perspektifinin korunduğu, Türkiye'nin bir aday ülke olduğu şeklindedir. Son zamanlarda şöyle bir tutum gelişmeye başlamıştı: Türkiye'nin aday ülke olduğu şeklindeki cümle kurulmuyor, onun yerine "Türkiye'yle komşuluk ilişkisi geliştirelim." gibisinden bir cümle kurulmaya başlamıştı. Buna şiddetle itiraz ettik, Türkiye bir aday ülkedir ve bu Kurz'un açıklamalarına, Avusturya Başbakanının açıklamalarına cevap verirken söylediğim bir şey var: Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini sona erdirelim ama diğer alanlarda ilişkileri geliştirelim şeklindeki bir cümle Avrupa'da üretilmiş en büyük yalandır, bu, tamamen kötü niyetin estetik cümlelerle kamufle edilmesidir; bunu hiçbir şekilde kabul etmeyeceğiz. Türkiye açısından temel mesele tam üyelik perspektifidir, tam üyelik dışında hiçbir projeyi, hiçbir yaklaşımı kabul etmeyeceğimizi Bir kere daha burada ifade etmek isterim. Tabii, bu Türkiye'deki darbe girişiminden sonra ortaya çıkan Avrupa Birliğiyle aramızdaki gerilimden sonra bu Varna Zirvesi'nin yapılması önemliydi. Burada bundan sonrasıyla ilgili beklentimiz somut çıktılar üzerinde daha yoğun bir şekilde çalışmaktır. Arkadaşlarımız bu çalışmaları devam ettirecek.
En önemli konulardan bir tanesi şudur. Tabii, Sarkozy ve Merkel zamanına gelinceye kadar Türkiye ile Avrupa Birliği arasında düzenli zirveler yapılıyordu. O zaman Sarkozy'nin ve Merkel'in engellemesiyle bunlara son verilmişti. Bu 18 Mart anlaşmasında -daha önceki anlaşmalarda da var- Türkiye-AB zirvelerinin düzenli olarak yapılması bizim bu meselelerde ilerleme sağlayabilmemiz açısından son derece önemlidir. Dolayısıyla, sadece niyetler ve temenniler üzerinde değil, somut alanlarda ilerlemek istiyoruz, terörle mücadele konusunda ilkeli bir yaklaşım bekliyoruz. Çok çarpıcı bir örnektir bu. Türkiye bir DAEŞ saldırısına uğradığı zaman Avrupa'daki pek çok başkentte kamu binalarına ve büyük binalara Türk Bayrağı yansıtılmaktadır, ülkemizle dayanışma içinde olunduğu gösterilmektedir. Ama Türkiye PKK saldırısına uğradığı zaman, askerlerimiz şehit olduğu zaman, insanlarımız hayatını kaybettiği zaman aynı dayanışmayı Avrupa Birliğinde görememekteyiz. Nitekim, Afrin harekâtıyla ilgili yaklaşımlarına olan itirazlarımız da bu çerçevededir. Dolayısıyla, terörle mücadele konusunda somut ve ilkeli bir yaklaşım bekliyoruz. Bu konuda çalışmaya devam edeceğiz.
Vize serbestisi konusunda biz kâğıdımızı son olarak verdik. Ben daha sonra Sayın Timmermans'la bu konuyu da görüştüm. Onlar bizim verdiğimiz kâğıtla ilgili teknik bir heyeti bu ay içerisinde Türkiye'ye gönderecekler, kendi görüşlerini bize iletecekler, onunla ilgili çalışmaya devam edeceğiz.
Tabii, sığınmacı mali imkânıyla ilgili, gündem yoğun bir gündemdir. Burada dört konunun altını çizmek isterim.
Birincisi: Tabii, 3 artı 3 milyarlık paket Türkiye'ye aktarılırken maalesef ilk dilim çok doğru mekanizmalarla aktarılmamıştır. Kendilerinin bir harcama yöntemi var, bu harcama yöntemine göre çok azını bizim kurumlarımız üzerinden aktardılar, birçoğunu uluslararası kurumlar üzerinden yapıyorlar. Dolayısıyla, burada bazı şeylerin altını çizmek lazım. Yani taahhüt edildi, sözleşmeye bağlandı ve harcandı farklı farklı şeyler. Şimdi 2,4 milyarı taahhüt ediyor ama bu, bunun harcanacak hâle geldiğini gösteriyor. Daha sonra bunu sözleşmeye bağlıyor yani o uluslararası kurumlarla fakat sahada harcanana baktığınız zaman 810 milyon avroyu geçmiyor. Yani bunlar, proje yapılacak ve bu şekilde ilerleyecek diye. Bu projelerle ilgili bir anımı paylaşmak isterim sizinle yani bu uluslararası yardım mekanizmasıyla ilgili bir anımı paylaşmak isterim. Yıllar evvel -Cemalettin Bey çok iyi biliyor- Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikte Somali'ye gittik. Oraya indiğimizde bir tane ekmek fırını yoktu, bir tane su kuyusu yok. Orada dolaşırken ben bir Somalili bakana dedim ki: "Benim elimdeki rakamlara göre Birleşmiş Milletler buraya şu kadar yardım ediyor, Avrupa Birliği buraya bu kadar yardım ediyor, bu paralar nerede?" Hatta biz bir su kuyusu açtığımızda oradaki kabilelerin hepsi katıldılar, o kadar büyük bir olay olarak görülüyordu. Enteresan bir şey söyledi, dedi ki: "Burada terör var diye öyle bir propaganda yapılıyor ki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği yetkilileri Kenya'da oturuyorlar. Dolayısıyla, gelen paraların üçte 2'si Kenya'daki personel masrafına gidiyor, üçte 1'i de aracı kurumlar tarafından kaybediliyor. Sizin Başbakanınız ailesiyle, bakanlarıyla, büyük bir heyetle buraya geldi, burada insanların yaşadığını gösterdi. Dolayısıyla, sadece bu geliş bile buranın kaderini değiştirecektir. Bundan sonra maddi yardım yapmasanız bile bu bize yeter. Buranın insanların yaşadığı bir coğrafya olduğunu gösterdiniz." Yani bu uluslararası yardımlar meselesinde aslında Türkiye'nin oluşturduğu modelin ne kadar etkili bir model olduğunu da dünyanın farklı yerlerinde iyi bir şekilde anlatmamız gerekir. Şimdi, bu örnekten yola çıkarak onlara şunu söylüyorum: Türkiye'de 800 bin civarında Suriyeli çocuk var, biz bunların 400 binine eğitim verebiliyoruz, kalan 400 binini eğitmezsek bunlar bölgedeki terör örgütlerinin peşine düşeceği çocuklar olacak. Bu çok büyük bir rakamdır; 3,5 milyon mülteci pek çok Avrupa Birliği ülkesinin nüfusunun yarısı kadar bir nüfustur. 800 bin çocuk Finlandiya'da eğitim gören toplam öğrenci sayısı kadardır. Ama sizin öyle bir yardım modeliniz var ki 5 yaşındaki çocuklar emeklilik yaşına, 55 yaşına gelinceye kadar neredeyse bu paralar gelmeyecek. Hâlbuki bu paralar bugün eğitim için ve sağlık için acil bir şekilde bize lazım. İkinci 3 milyarlık euroyla ilgili, işte bu konuda yoğun bir çalışma yapıyoruz. Yani eğitim ve sağlık konusuna direkt aktarılmasıyla ilgili bir çalışma yapıyoruz. Bunu zorlamaya devam edeceğiz.
Bir diğer konu şudur, şunu yapmamız gerekiyor: Göç sorunu dinamik bir şekilde sürmektedir. Dolayısıyla, Türkiye'ye bu konuda ilave fonlar sağlanması gerekir.
Üçüncü konu şudur: Biliyorsunuz IPA yardımları vardır, katılım öncesi mali yardım. Şimdi hem bize diyorlar ki, işte, yargı bağımsızlığı konusunda ve benzeri konularda eleştiriyoruz sizi. Ondan sonra tutuyorlar Avrupa Birliği ile bizim yargı organlarımız arasındaki projelere aktarılan mali yardımları kesiyorlar. Siz bunları eleştiriyorsanız, beraber ilerleyebilmemiz için bu alanlara daha çok fon aktarmanız lazım. Dolayısıyla, fonu kestiğiniz zaman, bu çifte standartlı bir yaklaşım oluyor.
Dördüncü konu çok önemlidir, bunu çok önemsiyoruz. Şimdi, bizim Zeytin Dalı Harekâtı ve Afrin Harekâtı'yla ortaya çıkan tablo son derece kıymetlidir. Birincisi, bu, buralar terörden arındırıldığı için göçü geri döndürecektir ve şöyle bir teklifte bulunmuştur Cumhurbaşkanımız Avrupa Birliği ve diğer ülkelere: Gelin Suriye'nin içinde beraber konutlar yapalım. Hem göçü tersine çevrilmiş oluruz, buradaki insanlar giderler oraya yerleşirler hem de bir daha buraya terör örgütlerinin yerleşmesini engellemiş oluruz. Dolayısıyla, mali tablo açısından bu dört meselede bu meseleyi takip etmeye devam edeceğiz.
Vize serbestisi konusunu söyledim.
Gümrük birliğinin güncellenmesi konusu esasında son derece kıymetli bir konu, şu açıdan: Bu konunun gündeme gelmesi, ilk olarak Avrupa Birliği tarafından gündeme getirilmiştir. Onlar Dünya Bankasına yaptırdıkları çalışmada bunun iki tarafın da faydasına olacağını öngörmüşlerdi, Türkiye olarak biz de bunu uygun bulduk. Fakat daha sonra teknik bir mesele olan gümrük birliği meselesini siyasi bir meseleye çevirdiler. Şöyle bir çelişkiyle karşı karşıyalar: Eskiden şöyle deseydim: "Bir süper gücün devlet başkanı dedi ki: 'Biz serbest ticarete karşıyız, küreselleşmeye karşıyız.' Bunun karşılığında da bir başka süper gücün devlet başkanı dedi ki: 'Biz küreselleşmeyle destekliyoruz.'" İsimlerini vermeseydim eskiden şöyle düşünülebilirdi: "Küreselleşmeye karşıyız." diyen Çin Devlet Başkanıdır, "Küreselleşmeyi destekliyoruz, serbest ticarete destekliyoruz." diyen de Amerikan Başkanıdır diye düşünülürdü. Hâlbuki şimdi tersi oluyor. "Küreselleşmeye karşıyız." diyen Amerikan Başkanıdır, Çin Devlet Başkanı da "Küreselleşmeyi destekliyoruz." diyor. Şimdi, biz de diyoruz ki... Avrupa ne diyor? "Biz küresel küreselleşmeden ve serbest ticaretten yanayız." diyor. Gümrük birliğini güncellemezseniz o zaman siz de korumacılık içerisine girmiş oluyorsunuz yani kendinizle çelişmiş oluyorsunuz. Eğer küreselleşmeden ve serbest ticaretten yanaysanız bu çerçevede bize destek vereceksiniz.
Tabii, fasıllar konusunda soru-cevap kısmında, sohbet edeceğimiz kısımda ayrıntılı bilgi veririm. Fakat şunu söylemek gerekiyor: Bizi eleştiriyorsanız, beraber ilerlememizin yolu fasıllardır. Fasılların açılması için ön kriter ortaya koyulması bir çifte standarttır, bir çelişkidir. Avrupa Birliğini cazip kılan şey Avrupa Birliğinin müzakere etme kapasitesidir. Dolayısıyla, eleştirdiğin konularda fasıl açacaksın, beraber çalışacağız, daha sonra fasıl kapatıp kapatmamaya karar vereceksin. Eğer olgunlaşmışsa fasıl kapatırsın. Ben de şunu söylüyorum onlara: Türkiye'yi en çok hangi konularda eleştiriyorsunuz, sürekli olarak her gün diyorsunuz ki "Yargı bağımsızlığı, adalet konuları." Peki, buyurun, 23'üncü, 24'üncü fasılları açalım. Normalde biz bunlardan korkacak olsak, basın özgürlüğü, ifade hürriyeti, benzer konuları konuşmaktan korkacak olsak bunlardan kaçınmamız gerekirdi. Ben diyorum ki "Hayır, diğer fasılları bir kenara bırakın, öncelikle 23'üncü ve 24'üncü fasılların açılmasına katkı sağlayın."
Her hâlükârda yapmadıkları bir konu da şudur: Bakın, Mart 2015'te bir günde Akdeniz'den 7 bin kişi geçiyordu, Türkiye'nin yaptığı bu 18 Mart anlaşmasıyla birlikte bu sayı bugün 20'ye, 30'a düşmüştür ve biz Akdeniz'deki ölümleri durdurduk. Bu gerçekleştiği takdirde gönüllü insani kabul gerçekleştireceklerdi yani Avrupa'ya çok sayıda mülteci alacaklardı fakat maalesef bunu yapmıyorlar ve Avrupa Komisyonu ile Polonya, Macaristan gibi ülkeler arasında ciddi tartışmalar vardır. Utanç verici bir şeydir. Avrupa'nın merkezinde, örneğin pek çok başkentte köprülerin altına kayalar yerleştirilmiştir mülteciler buralarda barınmasın diye, insanlar kamplardan kovulmuştur. Şimdi, biz bu "Nazi" lafını söylediğimizde bazıları rahatsız oluyor ama size bir anekdot anlatayım. İtalya'nın bir adasına göçmenler yerleşiyorlardı, Avusturya Başbakanı -biraz evvel bahsettiğim, Türkiye'ye düşman olan dediğim- Kurz şöyle bir açıklama yaptı: "Bu adanın karayla bağlantısını keselim, mülteciler Avrupa ana karasına çıkmasın." O adanın İtalyan Belediye Başkanı da dedi ki: "Biz bu lafları Avrupalı liderlerden değil ancak Nazilerden duyarız, bu bir Nazi yaklaşımıdır." Yani bu göçmen konusunda müthiş bir ırkçı yaklaşım var.
Tabii, şununla gurur duymalıyız ve bunu her yere anlatmalıyız: Bakın, Türkiye'de ufak tefek tartışmalar dışında 3,5 milyon insanla ilgili büyük bir tartışma olmamıştır ve gurur duyacağımız şeylerden bir tanesi şudur: Türkiye'de hiçbir siyasi parti, hiçbir siyasi odak göçmenlere karşı ırkçı bir yürüyüş yapmamıştır. Birtakım tartışmalar olmuştur ama hiç kimse, toplumumuzun hiçbir kesiminde -siyasi odak da dâhil olmak üzere- bu ırkçı yaklaşımı ortaya koymamıştır.
Tabii, Avrupa'da, Avrupa Birliğinde önemli sayıda Fetullahçı terör örgütü mensubu ciddi şekilde organizasyonlarına ve faaliyetlerine devam ediyor. Bu konudaki hatırlatmalara devam ediyoruz.
Bir de yeni teklifimiz oldu, Komisyonumuzun bilgisine arz etmek isterim bunu. 2004 yılında yapılmış ve "21'inci yüzyılın en büyük küresel zirvesi" denilmiş. İslam İşbirliği Teşkilatı Dönem Başkanıyız biz, Avrupa Birliğine de aday ülkeyiz. Dolayısıyla, tam bugün, bu dönemde Avrupa Birliği ile İslam İşbirliği Teşkilatı arasında bir zirve yapılmasını tekrar önerdik, 2004'te yapıldığı gibi. Bu, son derece önemli olacaktır. Her türlü aşırılığa karşı güçlü bir mesaj verilecektir ve ayrıca Avrupa Birliği ile aramızda ortak anlaştığımız dış politika konuları vardır. Bunlardan bir tanesi Arakanlı Müslümanlar meselesinde büyük oranda aynı düşünüyoruz. İkincisi, Filistin, Kudüs meselesinde büyük oranda aynı düşünüyoruz. Yemen ve Kırım gibi konularda aynı şekilde ortak çalışmalar yapabiliriz, özellikle Kudüs konusunda büyük oranda Avrupa Birliği, Türkiye'nin pozisyonuyla paralel bir pozisyon almıştır. Dolayısıyla, bütün bunların tartışılması açısından önemli olacaktır.
Tabii, bu çalışmaya devam ederken karşımızda eskisi gibi tek bir Avrupa Birliği yok, içinde çeşitli güç grupları var. İskandinav ülkeleri bir tarafta, Baltık ülkeleri bir tarafta, Batı Balkanlar başka bir tarafta, Akdeniz ülkeleri başka bir tarafta, Fransa, Almanya ekseni başka bir tarafta. Bütün bu güç dengeleri içerisinde millî çıkarlarımızı gözeterek Türkiye'nin bu Avrupa Birliği yolculuğuna katkı sağlayacak stratejileri geliştirmek zorundayız.
Sonuç olarak şudur: Yakınımızdaki en istikrarlı coğrafyadır, güvenliğini bize borçludur. Avrupa Birliğinden alacağımız vardır. Ve şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: Bu göç krizi Kavimler Göçü gibi Avrupa haritasını baştan sona değiştirebilirdi fakat Türkiye bu göçmen anlaşmasıyla birlikte, esasında göçmenlerin buradan tutulmasıyla birlikte Avrupa'nın geleceğini, Avrupa'nın siyasi geleceğini kurtarmıştır, Avrupa demokrasilerini kurtarmıştır. Eğer bu göçmenler Avrupa'ya gitseydi, aşırı sağ akımlarının hepsi iktidardı, bugün Avrupa'daki liderlerin hiçbirisi seçim kazanamazlardı. Dolayısıyla, Avrupa'nın güvenliği, Avrupa'nın refahı ve Avrupa'nın geleceği, bizim millî çıkarlarımız açısından burada istikrarın olması önemlidir. Bu çerçevede bu süreçleri desteklememiz ve kendi çıkarlarımız açısından takip etmemiz gerekir diyorum.
Sayın Başkanım, Komisyonunuza çok teşekkür ederim bu bilgileri paylaşma fırsatı verdiğiniz için. Benim arzım şimdilik bu kadar.