| Komisyon Adı | : | İÇİŞLERİ KOMİSYONU |
| Konu | : | |
| Dönemi | : | 24 |
| Yasama Yılı | : | 5 |
| Tarih | : | 08 .01.2015 |
ATİLLA KART (Konya) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, Sayın Bakan, İçişleri Komisyonunun değerli üyeleri, değerli arkadaşlarım, değerli hazırun; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım, tabii, bu tasarı gerçekten son derece önemli bir tasarı. Çalışmaların sabahki bölümünü izleyemedim ama genel anlamda raporu inceledim, oradaki muhalefet gerekçelerini inceledim, konu zaten yakından takip ettiğimiz bir konu.
Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum emeğe saygı adına: Muhalefet gerekçesinde -her üç partiyi de kastederek söylüyorum- gerçekten son derece titiz bir çalışma yapmışlar, tarihe not düşmüşler. Bu çalışmayı yapan tüm arkadaşlarıma ben huzurunuzda teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. O sebeple, burada, tasarıya yönelik olarak madde madde değerlendirme yapmak yerine bu çerçevede on-on iki yılın Türkiye değerlendirmesini on-on beş dakika içinde izninizle yapmak istiyorum çünkü tasarıyla doğrudan bağlantılı. Tasarı, bu on-on bir yıllık uygulamanın âdeta finalini oluşturuyor, tırnak içinde söylüyorum, ama maalesef olumsuz anlamda bir finali yaşıyoruz, bunun kaygılarını yaşıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de bir taraftan suç ve suçlu üreten bir sosyoekonomik yapı oluşmuştur, bunun sonucunda binlerce fail ve sorumlu bugün cezaevlerini doldurmuş durumdadır. İşte, bir taraftan da Genel Kurulda şu anda ceza ve infaz kurumlarının ve güvenlik hizmetlerinin yeni düzenlemeleriyle uğraşıyoruz. Hepsi birbiriyle bağlantılı. Sayıya bakıyorsunuz, ceza ve tutukevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 50 binlerden 150 binlere ulaşıyor, hızla 200 binlere gidiyor. Bu tutukluların, bu hükümlülerin bir bölümü "kader mahkûmu" olarak adlandırılan, bir bölümü de "Suçluyu kazıdığınız zaman altından insan çıkar." dediğimiz -önemli bir bölümü- bu insanlardan oluşuyor. Burada böyle, temel bir Türkiye fotoğrafı var, Türkiye gerçeği var. Diğer taraftan bakıyorsunuz, bu sosyoekonomik sorunları iktidar gücü anlamında çözmekle sorumlu olan siyasi iktidar, sistemin çelişkilerinden besleniyor, bu yapıdan besleniyor, âdeta bir çıkar örgütlenmesi içine giriyor; devlet nüfuzunu örgütlü olarak kötüye kullanan, sistemin çelişkilerinden beslenen bir yapıyı oluşturuyor. Ancak, bir taraftan da ekonomik ve siyasi gücüyle âdeta bir cezasızlık kültürünü oluşturuyor. O cezasızlık kültürünün unsurlarını, altyapısını bir taraftan oluşturuyor; onu, o mekanizmaları tahkim ediyor, cezasızlık kültürünü toplumun bir bölümü için tahkim ediyor. Böyle bir elit yapıyı, dokunulamaz bir yapıyı oluşturuyor. Bunları, tabii, gündemle bağlı olarak, çok somutlaştırarak ayrıca konuşabiliriz. Ve nihayet bu sömürü düzenini anlatmaya çalışan, izah etmeye çalışan, her anlamda bedel ödeyen ama bedel ödemeye de hazır olan bir fikir dünyası, bir emek dünyası, öğrenciler, siyaset dünyası, özveriyle, kararlılıkla bu mücadelelerini sürdürüyorlar. Aslında bu fotoğraf, değerli arkadaşlarım, dünyanın muhtelif ülkelerinde bu temel dinamikleriyle hep var olan bir fotoğraf ama bu fotoğraf ülkemizde çok acımasız dinamiklerle artık karşımıza gelmiş durumda. Toplumu ayrıştırma pahasına, toplumsal barışımızı tehdit etme pahasına ortaya çıkan bir fotoğraftan söz ediyorum değerli arkadaşlarım.
Şimdi, böyle bir tablonun devamında şunu görüyoruz: Türkiye'de anayasal kurumlarımızın işlemez hâle geldiğini görüyoruz, anayasal kurumlarımızın askıya alındığını görüyoruz. Anayasal kurumlarımız var, çok güzel, evrensel normlara uygun, şeklî anlamda bütün kurumlarımız var ama bakıyorsunuz, o anayasal kurumların içi boşalmış, işlevini kaybetmiş, işlevini yapamaz hâle gelmiş ve ne oluyor? Türkiye kanunsuz emir ve talimatlarla yönetilen bir ülke hâline geliyor, o cezasızlık kültürüyle bağlantılı olarak.
Bunu, bakın, bir siyasetçi nasıl ifade etmiş zamanında. Aynen o ifadelerle aktaracağım. Bunu kayıtlara geçmesi için önemli görüyorum. Demiş ki: "Kapalı toplum-açık toplum ekseninde siyasal yozlaşma... Türkiye hızla kapalı topluma gidiyor." Bunun siyaset bilimindeki adı, tabii, faşizmdir. O otoriterleşmenin ötesinde, faşizmin siyaset bilimindeki karşılığını içeren bütün unsurları Türkiye maalesef yaşıyor. Bunu bir siyasetçi zamanında başka kavramlarla ifade etmiş. O siyasetçinin dile getirdiği o makaleyi -elbette diğer arkadaşlarımın da sabrını istismar etmek istemiyorum- olabildiğince, belli bölümlerini ama aynen, bir yorum katmadan okumak istiyorum, kayıtlara geçirmek istiyorum. Şöyle diyor değerli siyasetçi: "Meselenin kilitlendiği asıl nokta, mercek altına alınması gereken asıl durum bizim toplumsal, siyasal yapımızın niteliğiyle alakalıdır. Bu da teorik olarak iki tanımlamayla açıklanabilir. Mesele kapalı toplum veya açık toplum olma meselesidir. Toplumsal, siyasal yapının gelişmesi bu iki toplum tipine göre bir nitelik kazanmaktadır. Açık toplumlar siyasal yozlaşma sorunu yaşamazken kapalı toplumlar siyasal yozlaşmanın her türlü sonuçlarıyla uğraşıp durmaktadır. Açık toplumların siyasal yozlaşma belirtileri göstermediği söylenemez ama bu tip toplumlar kendi gerçekleriyle yüzleşebilen toplumlardır. Dolayısıyla, herhangi bir siyasal yozlaşma emaresi, toplumun kendi iç tartışması ve dinamizmiyle aşılmakta, sorun büyümeden ortadan kaldırılmaktadır. Kapalı toplumlarda ise tam tersine her şeyin üstü örtülmekte, sorunlar görmezden gelinmekte, böylece toplumsal çarpıklıklar gelişmek için uygun vasat bulmakta, kişisel zaaflar toplumsal sorun hâline dönüşmektedir. Türkiye sahip olduğu bütün toplumsal, siyasal nitelikleriyle kapalı toplum özelliklerini göstermektedir. Milletimiz Türkiye'nin açık topluma geçmesinden yana tavır koyarken devlet ve siyaset ricali milletimizi kendi iradesine sahip çıkamaz bir zavallı durumunda görüp ülkemizi kapalı bir toplum hâlinde tutmanın derdine düşmüştür. Türkiye'de devlet katında karakteristik bir nitelik arz eden otoriterlik ve hiyerarşik bakış bir an önce terk edilmeli, Türkiye haklar ve özgürlükler ekseninde özgür bireyin ve eleştirel aklın gelişeceği bir vasatı kendi selameti bakımından inşa etmelidir." Devam ediyor. Gene aynen okuyorum, atlayarak okuyorum. "Açık yönetim anlayışımızın diğer önemli bir örneği de ihalelerle ilgili yaptığımız düzenlemedir. Bilindiği gibi, ihaleler yolsuzluğa ve yolsuzluk söylentilerine her zaman açıktır. "İstanbul Bülteni" adıyla çıkan yayın organımızın her sayısında, çıkılacak ihalelerin tamamına yer verilmiş, ihale bilgileri böylece ihaleden önce halkımızın bilgisine sunulmuş, ihaleler basınımıza açılmış ve kapalı kapılar ardında ihale bağlanması devrine son verilmiştir. Ancak, kamu birimlerinin bilgilerini halka açması, hiçbir şekilde kurumun kendi inisiyatifine bırakılmamalı, kamuoyuna düzenli ve doğru bilgi vermeyi zorunlu ve sürekli hâle getirecek mekanizmalar kurulup organlar oluşturulmalıdır. Ayrıca yasal mevzuat kamuoyunu bilgilendirmeyi zorunlu kılacak şekilde düzeltilmelidir."
Yani, bu değerli siyasetçi aslında demokrasiyi anlatıyor değerli arkadaşlarım, çoğulcu toplumu anlatıyor, katılımcılığı anlatıyor, anayasal kurumları anlatıyor, medyayı anlatıyor, halkın doğru bilgilendirilmesini anlatıyor, bu mekanizmaları anlatıyor. E peki, bugün Türkiye'deki tablo nedir? Bu değerli siyasetçi Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bunları söyleyen, evet. Ne zaman söylüyor? 1987. Şu anlattıklarından, Allah aşkına, hangisini bugün Türkiye'de görebilirsiniz, hangisini görebilirsiniz? Bu nasıl muazzam bir öngörüdür ki gerçekten takdir edilecek bir öngörü, bir demokrasi anlayışı. Bakın, tutarsızlıktan falan, tramvaydan inmekten söz etmiyorum, papaz cübbesi giymekten söz etmiyorum, bırakıyorum o kavramları, daha öte bir şeyden söz ediyorum. Ne kadar mükemmel bir analizdir bu, ne kadar mükemmel bir değerlendirmedir bu. Bugün ne yapıyoruz? O çoğulculuğu yok eden, o demokratik katılımı yok eden, o bağımsız medyayı yok eden, anayasal kurumları yok eden, toplumu ayrıştıran, nefret söylemini, ayrımcı söylemi esas alan bir devlet yönetimini, bir kamu yönetimini birtakım tehdit algılarıyla, birtakım algı yönetimleriyle topluma kabul ettirmeye çalışan bir siyaset anlayışını bugün Türkiye'de görüyoruz, makul şüphe kavramıyla toplumu yönetmeye çalışıyoruz. Ve geldiğimiz noktada aslında yaptığımızın esası şudur: Kamu düzeni ve güvenliği kavramı... Bir siyasi iktidar kamu düzeni ve güvenliği kavramını sabah akşam kullanıyorsa orada demokrasiden falan söz edemezsiniz. Orada işte tamamen o faşist yönetimlerin argümanlarıdır, söylemleridir; o demokrasiyi inşa edemeyen yönetimlerin başvurduğu yöntemlerdir, beyanlardır, açıklamalardır. Ve bunun devamında da neyi inşa ediyoruz? Bugün Türkiye'de aslında "kamu düzeni ve güvenliği" kavramının esas olduğu ama bunun yanında temel hak ve özgürlüklerin istisna hâline geldiği bir düzeni oluşturuyoruz. Ne olacak? Temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında yargı mekanizmasını geride bırakıyoruz; mülki idare öne çıkacak. Mülki idare kamu düzeni ve güvenliği gerekçesiyle her türlü uygulamayı yapacak, sen vatandaş olarak gideceksin, derdini, meramını anlatmaya çalışacaksın. Bunu Rusya da yapıyor, bunu üçüncü dünya ülkeleri de yapıyor, bunu Avrasya ülkeleri de yapıyor, bunu Ortadoğu ülkeleri de yapıyor. Bizim herhâlde bu ülkelerden bir farkımızın olması lazım.
Gelen bu tasarının özü ve anlamı budur değerli arkadaşlarım. Olayı bu boyutuyla görmek ve değerlendirmek gerekir. Ve gerçekten bunu on-on iki yılın gözlemleriyle ifade ediyorum, kaygılarıyla ifade ediyorum, yaşanmışlığıyla ifade ediyorum: Geldiğimiz noktada, bakın, Türkiye'de anayasal kurumlar, yargı vesaire hepsi geride kalmıştır; Türkiye MİT üzerinden, kamu güvenliği ve düzeni üzerinden ve emniyet üzerinden yönetilen bir ülke hâline gelmiştir. Bunun kurumsal yapısı, bunun fiilî yapısı oluşturulmak istenilmektedir. Getirilen tasarı da bu amaca hizmet etmeye yönelik olan bir düzenlemedir diyorum.
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.