KOMİSYON KONUŞMASI

FARUK BAL (Konya) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Zatıaliniz gibi, Komisyon üyeleri de buraya çakıldı, kaldı, iki üç yıldır herhangi bir çalışma yapamadık.

BAŞKAN - Üç yıl olmadı, yok, çok abarttın.

FARUK BAL (Konya) - İki yıl olsun.

BAŞKAN - İki yıl da olmadı.

FARUK BAL (Konya) - Komisyonun bakması gereken pek çok iş maalesef farklı komisyonlara aktarıldı. Dolayısıyla Komisyonumuz işlevsiz bir hâle geldi.

BAŞKAN - Doğru, onu ben bin defa söyledim ama yapacak bir şey yok.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Yapacak hakikaten bir şey yok mu?

BAŞKAN - Ne var mesela? Söyleyin, yapalım.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Komisyon Başkanı olarak daha gür bir ses çıkarabilirdiniz.

BAŞKAN - Nevzat Bey, benim zabıtlarda konuşmam var, Bülent Bey zamanından beri neler söylediğim. Atilla Bey de burada olsa, bilir, o da oradaydı o zamanlar. Yani, ben bu konuda "Para varsa Bütçeye yoksa Adalet Komisyonuna gidiyor." diye bin defa ben söyledim. Ne yapayım yani? Başka ne olabilir?

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Hocam, sizi bu manada tebrik ediyoruz ama yani...

BAŞKAN - Ne yapayım yani?

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Hakikaten Anayasa Komisyonu Başkanının bu kadar çaresiz bırakılmasını...

BAŞKAN - Ya ne yapacaksın Nevzat Bey? Bırak sen şahsiyetle uğraşmayı. Ne yapacaksın? Gelirse yaparsın, gelmezse benim zorla gündeme alma diye bir yetkim yok ki?

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Tamam, size bir sözüm yok ama benim sözüm Hükûmete yönelik.

BAŞKAN - O zaman dışarıda çık söyle bunları bence. De ki: "Neden Hoca'ya göndermiyorsunuz, niye başka yere gönderiyorsunuz?" desene çıkıp da.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Size yazılı da başvurduk, hatırlayın.

BAŞKAN - Ağabey, seninki bana destek olmak gibi gelmiyor.

S. NEVZAT KORKMAZ (Isparta) - Nasıl?

BAŞKAN - Bana destek olmak gibi gelmiyor seninki. Sen başka bir şey... Neyse... Peki.

Buyurunuz.

FARUK BAL (Konya) - Sayın Başkanım, sizin bahtınızda buraya çakılmak varmış, biz de sizinle beraber çakıldık, kaldık.

BAŞKAN - Hah işte, bak, bunu söylesene ya!

FARUK BAL (Konya) - Şimdi, değerli arkadaşlar, devletlerin alametifarikası diye tanımlayabileceğimiz arma ile ilişkilendirilmesi son derece de doğru ve isabetli bir durumdur ancak "Türkiye Cumhuriyeti devletinin arması yoktur." diye başlayan gerekçenin o bölümüne katılmıyoruz. Çünkü nereden baktığınıza bağlı. Türkiye Cumhuriyeti devletini temsil eden makamların kullandığı armalar vardır ancak bu bir devlet arması mıdır? Değildir. Cumhurbaşkanlığı forsu vardır, Başbakanlık arması vardır vesaire. Şimdi meseleye Milliyetçi Hareket Partisi ciddiyetle ve o ciddiyetine mütenasip bir derinlikte bakmaktadır. Buna göre de partimizin görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Devletlerin ve milletlerin mazisi, hâli ve atisi olur. Elbette ki armalar mazisiyle ilişkilendirilmeli, hâlini derli toplu bir şekilde ortaya koymalı ve atisine, yani geleceğine de yön veren, şekil veren bir bakış içerisinde olmalıdır. Buradan baktığımızda, Türk milleti beş bin yıllık tarihi boyunca, dünyanın çok önemli coğrafyalarında çok uzun süreler hükümran olabilmiş, bu hükümranlığını yaşatırken defalarca tarihe altın harflerle yazılabilecek büyük zaferlere imza atan devletleri kurabilmiş, bunun karşılığında da çok büyük acıları yaratarak büyük ızdırapları yaşamış bir milletiz. Demek ki armada bunların özellik olarak ortaya konması gerekmektedir. Yani, millet olarak, devlet olarak bizim gücümüz, kudretimiz ve hâldeki zafiyetimiz, sorunlarımızla birlikte, gelecekteki hedeflerimiz ortaya çıkarılmalıdır. Bunu belirleyecek olan da elbette ki arma. Burada, tabii, meseleyi biraz daha ciddiyetle ele aldığımız takdirde, Türk milletinin evrensel kültüre katmış olduğu çok büyük kültür ve medeniyet değerleri vardır. Bu kültür ve medeniyet değerlerinin birer işaret olarak bu armada yer alması gerekmektedir. O zaman bu kültür ve medeniyet değerlerinin incelenmesi komisyon üyelerinin işi olmayacaktır. Onun yerine, kültür ve medeniyet değerlerimizi tarih boyunca inceleyip, ortaya koyup, ortaklaşa armada yer alacak hâle getirebilmek için bir bilim komisyonu, tarihçilerden, efendim, bilim tarihi uzmanlarından, evrensel değerlerle ilgili ilim dallarından oluşan veya daha farklı ilim dallarından oluşan işin ehli insanların ortaya koymuş olduğu bir değerli armanın yapımına katkıda bulunmamız gerekmektedir. Bu bizim, kanun maddeleri görüşülürken ortaya koyacağımız durumdur.

Tabii ki bu geçmişten alınacak değerlerin geleceğe taşınabilmesi için hâlin de değerlendirilmesi lazım, yani şimdiki durumun da değerlendirilmesi gerekmektedir. Şimdiki duruma baktığımız zaman, Türkiye Cumhuriyeti devleti, o tarih zinciri içerisinde ilk çağlardan itibaren başlayan, çağ açıp çağ kapatan büyük zaferlere imza atmış olan Türk milleti bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'ni çok büyük bir sıkıntı içerisinde kurabilmiştir. Altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğu, 3 kıtada hükümran olduktan sonra dağılmış, evli evine, köylü köyüne gitmiş, Osmanlı İmparatorluğunu kuran Türk milletinin ne toprağı kalmış ne yurdu kalmış ne yuvası kalmış ne devleti kalmış. İşte böyle bir ortamda, devlet kurma yeteneği itibarıyla tarihte temayüz etmiş olan Türk milleti, kendiliğinden organize olmuş, bu organizasyon kapsamını milletin iradesine tabi kılabilmek için Samsun'dan başlayan bir yürüyüşle, Havza, Amasya, Erzurum, Sivas kongrelerinden sonra Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisini kurmuş, ortada devlet yokken Türkiye Büyük Millet Meclisi kendi içinden bir hükûmet çıkararak Kurtuluş Savaşı'nı vermiştir. Şimdi bu değerlerin bu armaya yansıması lazım.

Diğer taraftan, bu devletin çektiği sıkıntılar hiç eksik olmamıştır. Kurulduğu andan itibaren isyanlarla karşılaşmıştır. Pek çok yerde isyanlar vardır. Bunları doğru bir şekilde analiz etmek gerekmektedir. Bu isyanlarla boğuşan genç cumhuriyet neticede doksan yıl ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Şimdi, burada, bizi milletin ve devletin hâli itibarıyla sıkıntıya sokan pek çok sorun vardır ama bunlardan 2 tanesi çok önemlidir. Bunlardan bir tanesi, Türkiye bir ateş çemberinin içerisindedir. Bu ateş çemberini hepimizin görmesi gerekmektedir. Etrafında kan, barut kokusu, kin ve intikam, nefret duygusu ve bunların etnik ve inanç temelinde körüklenmesiyle Orta Doğu'da ve oradan da dünyanın farklı ülkelerine taşınan terör faaliyetleri. Bunu Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz Büyük Ortadoğu Projesi'nin 21'inci yüzyılda uygulanması olarak görüyoruz. Büyük Orta Doğu Projesi'nin özünün de Birinci Dünya Savaşı sıralarında Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson Prensipleri'nden kaynaklanan, Wilson Prensipleri'ndeki Türkiye üzerindeki iki hedefin -o zamanki Osmanlı "Türkiye" olarak tanımlanıyor- gerçekleştirilmesi. Bunlardan bir tanesi Büyük Kürdistan'ın kurulması, diğeri Büyük Ermenistan'ın kurulması. Yüz yıl geçmiş, bu prensip geçmemiştir. Yüz yıl geçmeden önce Sevr Anlaşması'nda Osmanlı'nın mütarekeyle, Mudanya Mütarekesi'yle kabullendiği birtakım -o zamanın ifadesine göre "Barış... Çözüm..." bugün de kullanılıyor- lafların arkasında Sevr Anlaşması'nı kabul etmiş, bu Anlaşma'nın 61 ve 62'nci maddeleriyle de Wilson Prensipleri çerçevesi içerisinde Büyük Kürdistan ve Ermenistan hayali oraya geçmiştir.

Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti devleti bu badireleri Lozan Anlaşması'yla yıkmış ve uluslararası kabul gören ve bunun mümzisi olan ülkelere de varlığını, birliğini kabul ettirebilmiştir. Ancak sorun 21'inci yüzyıla kadar taşınmıştır, Türkiye aynı sorunla karşı karşıyadır. Aynı sorunla karşı karşıya olduğu projenin adı değişmiştir. O da Büyük Orta Doğu Projesi'dir. Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, Osmanlı coğrafyasında, bizim kültür ve medeniyet değerlerimizin altı asır boyunca hükümran olduğu coğrafyada uygulanıyor bu proje. Tunus'la başladı, Libya'yla devam etti, Mısır'la devam etti, şimdi Yemen, Irak, Suriye. Bu projenin mimarları güya "barış, demokrasi ve insanlık" değerleriyle ortaya çıkmıştır. Yani insani değerlerle ortaya çıkmıştır. Tabii ki bu bir havuçtur, arkadan sopa gelecektir. Nitekim havuca düşen ülkeler arkadan sopayı ağır bir şekilde yemişlerdir. Bugün Libya dediğimiz ülke, 1974 yılında Türkiye'ye Kıbrıs Barış Harekâtı'nda açık çek veren ve tam destek veren bir ülke iken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin uçaklarına hava sahalarını yasaklamış olan, aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı bir ülke hâline gelebilmiştir.

Bugün Mısır ile Türkiye kanlı bıçaklı olmuştur. Oysaki Mısır'da yaşayan insanlar -içinizde pek çoğunuz gibi ben de orayı bilen bir insanım- herkes kendisini bir şekilde Türk'le ilişkilendiren "Anam Türk, babam Türk" veya "Ebem Türk, dedem Türk" diyen bir toplum ile o devletin, o toplumun devleti ile Türkiye'nin arasında diplomatik ilişkiler dahi yoktur.

Yemen hepimizin türküler yakarak acı ızdıraplarımızı hatırladığımız bir ülkedir. Bugün Yemen dünyaya terör ihraç eden bir ülke hâline gelebilmiştir.

Irak kurulduğu tarih itibarıyla sınırları cetvelle çizilmiş bir ülke. Orayı mandası altına alan sömürgeci ülkeler çoğunluğunun aksine bir yönetim kurarak Irak'ı sürekli olarak sırat köprüsü üzerinde tutmuştur. Yani, Irak'ın popülasyonu itibarıyla, Şii, Kürt, Arap, Sünni Arap, Şii Arap gibi değerlerden en azı olan Sünni Arap'ı orada etkin ve hükümran hâle getirmiş ki her zaman devrilmeye müsait bir ülke şekline dönüştürmüş, her zaman kendisine mahkûm bir ülke şeklinde inşa etmiştir.

Suriye aynı şekildedir. Suriye'de Nusayri kitlesi azınlık olmasına rağmen onlara iktidar sunulmuştur ve bütün bunların başına baktığımızda, Osmanlı'nın hükümranlığına isyan eden Şerif Hüseyin'in çocukları buralara kral ilan edilmiştir.

Meseleyi bu açıdan görmemiz gerekmektedir. Bu açıdan baktığımızda meselenin bam teline geliyoruz: Türkiye, maalesef, Büyük Orta Doğu Projesi'nin eş başkanı gibi bir görevi kabul etmiş ve bugün de Sayın Cumhurbaşkanı hâlâ inkâr etmediği bir durumda, bu Proje'nin içerisinde, ateş çemberinin içerisine Türkiye atılmıştır. O derecede atılmıştır ki "Suriye olaylarında bir adım önde olalım." düşüncesi itibarıyla, Suriye'deki etnik çatışma, 2 milyona yakın insanın Türkiye'ye transferiyle Türkiye'ye taşınmıştır. Beş yıl sonra bu insanlar ne olacak? O kadar taşınmıştır ki, Türkiye Suriye'de yaratılmış olan IŞİD denilen bir belanın bertaraf edilebilmesi için PKK gibi Türkiye'nin can düşmanı bir terör örgütünü meşrulaştıran bir araç hâline getirilebilmiştir. Ve o kadar mesele ince ince dizayn edilmiştir ki bu süreç içerisinde hiç fark ettirilmeden, bazı gözlere, kalplere fark ettirilmeden, Kuzey Irak'taki birbirleriyle çatışmacı PKK ile Kandil aynı çizgi içine getirilebilmiş, Suriye'deki PYD unsurları Barzani'yle çatışma hâlinde veya anlaşamama hâlindeyken onlar da bir araya getirilebilmiş ve hepsi topyekûn Wilson Prensipleri'ndeki Büyük Kürdistan, Sevr Anlaşması'ndaki Büyük Kürdistan ve PKK ve diğer bölücü unsurları parmaklarının ucunda oynatan küresel güçlerin istediği şekilde dizayn edilebilmiştir.

Şimdi, başka bir konu da "Armada millî birliği, bütünlüğü değerlendirsin." kapsamında ifade edeceğimiz, bunun Türkiye'ye yansıması kısmına geliyorum. Bu, tabii, Türkiye'yi de derinden etkilemiştir. Bundan sıyrılabilmek için cılız çabalar en tehlikeli oyunu Türkiye'ye oynatmıştır. En tehlikeli oyun da elinde silah olan terör örgütünün masanın başına oturtularak onlarla müzakere edilmesidir. Onlarla yapılan müzakere neticesinde Türkiye devlet olarak çok büyük badirelerin içerisine sürüklenmiştir. Hepsini bir kenara bırakıyoruz. "Analar ağlamasın." diyerek dağdan indirilmesi planlanan PKK evet, dağdan inmiştir ama silahıyla beraber inmiştir. Dağdan mezralara, köylere, beldelere, ilçelere ve illere inmiştir. Oraya inen PKK kurumsal bir kimlik kazanabilmek için 2014 seçimlerinde etkin olduğu il, ilçe, belde ve köylerde adayları belirlemiştir. Gece silahıyla tehdit etmiş, gündüz külahıyla hükmetmiştir. Devletin yetkisinde olan, tekelinde olan hükümranlık hakkını paylaşarak seçme ve seçilme hürriyetini ortadan kaldırmış, filanca filanca aday olacak, bütün herkes buna oy verecek demiştir. Böylece devletin mahalli idareler bölümünde kurumsal bir kimliğe sahip olmuş ama bununla yetinmemiştir. Devamında PKK gece silahıyla tehdit etmiş, gündüz külahıyla hükmederek şakır şakır "vergi" adı altında Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşlarından haraç toplamıştır, hâlâ toplamaya devam etmektedir. Bunu engellemek devletin hükümranlık hakkıyla ilgili bir durumdur, AKP bunu engelleyememektedir.

İki: PKK, hükümran olduğu alanlarda, yerlerde şakır şakır, PKK terör örgütüne, ikna ederek, zor kullanarak veya dağa kaçırarak asker toplamaktadır, adını da "asker" koymaktadır. Bu, devletin hükümranlık alanı içerisinde apayrı bir hükümranlık alanı tesis ederek ona silahlı güç yaratma amacına matuf bir harekettir. Hukuktaki adı "terör örgütüne eleman kazandırmak"tır. AKP Hükûmeti, bu hükümranlık hakkının PKK tarafından kullanılmasına engel olamamaktadır.

Üç: PKK'nın bulunduğu bölgelerde, tekel olarak devlete tanınmış olan vatandaşların can ve mal güvenliğini koruma hakkını kullanamıyor, bunu PKK kullanıyor. Asayiş birimleri teşkil ediyor, jandarmasından, polisinden kimlik soruyor, Bingöl-Diyarbakır karayolunu 20 küsur gün ulaşıma kapatıyor, kaymakamlıkların etrafına hendekler çiziyor, mahallelerde gettolar oluşturmuş, buralara polis giremiyor, jandarma giremiyor. Diyarbakır'da, yeni duyduk, geçtiğimiz hafta polisin asayiş birimleri dağıtılmış, küçük birimler hâlinde diğer ilçelere verilmiş vesaire. Yani vatandaşın can ve mal güvenliğini korumak devletin tekelinde olan bir hükümranlık hakkı iken bu, PKK tarafından kullanılıyor.

Dört: Mahkeme kuruyor. Yine devlet tekelinde ve hükümranlık hakkının alameti olarak PKK, Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde etkin olduğu yerlerde "Devletin mahkemesine gitmeyeceksin, bana geleceksin." diyerek mahkeme kullanıp yargı yetkisini kullanıyor. Devamında vali tayin ediyor, belediyelere eşbaşkan tayin ediyor, şehitlikler kuruyor, bayrak asıyor ve Türk Bayrağı'nı indiriyor. Şimdi böyle bir devlet hâline geldik, hâlimiz bu. Hâlimiz bu da, buradan çıkışı nasıl sağlayacağız?

BAŞKAN - Armayla çıkacağız.

FARUK BAL (Konya) - Bak, bazı, şimdi, kelimeleri ben özenle seçerek kullanırım da yine çok hafif kullanarak "Zübük" diye ifade edeceğim, bazı Zübükler de diyorlar ki: "16 tane Türk devletini temsil eden yıldızların yanına bir yenisini Kürt yıldızı olarak mı ilave edeceksiniz?" İşte, benim de sorgulamak için bu kadar anlattığım bu Sayın Başkan.

BAŞKAN - Bu nereden çıkıyor ya?

FARUK BAL (Konya) - Bilmiyorum işte, ben size vereyim.

Efendim, biz şimdi bu kanunu görüşüyorsak bu kaygıları dile getireceğiz. Öyle değilse... Öyle olmaması için göğsümüzü siper edeceğiz, çalışacağız da öyle bir ihtimal de varsa bunu bertaraf edeceğiz. Bunun için anlatıyorum bunları. Dolayısıyla, değerli arkadaşlarım, bu önemli bir kanundur, bu önemli kanun çalışmasının önemine mütenasip bir derinlikte meselenin tartışılması gerekmektedir.

Genel olarak benim ifade etmek istediğim hususlar bunlardır ama bunu aceleye getirmenin bir anlamı yoktur. Hepimiz biliyoruz, acele eden ecele gider. Böyle bir riski vardır Türkiye'nin, böyle bir geçmişi vardır Türkiye'nin. Bu hâlden bizi çıkarabilecek pozitif idealleri, toplumun her kesimini kucaklayan pozitif idealleri yansıtabilecek bir armaya ihtiyacımız vardır. Bu kanun teklifini veren arkadaşlara teşekkür ediyorum ama bu hâliyle bu kanun teklifi eksiktir. Bu eksikliklerin tamamlanmasını, isterseniz birkaç cümleyle anlatayım, daha sonra da maddeleri geldiğinde...

BAŞKAN - Şöyle yapalım: Kanunun içine girmeyelim de, şimdi Zeynep Hanım geldi...

FARUK BAL (Konya) - Dışından dolaşarak Başkanım.

BAŞKAN - ...isterseniz ona bir söz verelim.

FARUK BAL (Konya) - Verin, verelim ama benim bitsin, bir daha söz almak istemiyorum da onun için. Bitiriyorum.

BAŞKAN - Peki.

FARUK BAL (Konya) - Şimdi, özetleyerek ifade ettiğim bu hususu dile getirirken Osmanlı armasının nasıl kabul edildiğini arkadaşlarımız incelemiştir. Osmanlı Devleti o kadar büyük imparatorluk kurmuş, çağ açmış, çağ kapatmış, İstanbul'u fethetmiş vesaire ama arma aklına gelmemiş. Osmanlı padişahlarından Abdülmecit'e, sanıyorum, İngiltere Hükûmeti bir nişan verir ama İngiliz geleneğine göre her devlet temsilcisine verilmiş olan nişanın karşılığı olarak o devletin armasının İngiltere'de bir kiliseye asılması gerekir. Osmanlı Sultanı'na nişan verilmiş fakat Osmanlının arması yok. Bunun üzerine kolları sıvar Kraliçe, Osmanlıya bir tane arma yaptırmaya kalkar. Bir İngiliz oralarda arma okulu falan varmış, arma yapımcısını görevlendirir, bu adamcağız çalışır, çabalar, bir Osmanlı arması yapar, getirirler, Osmanlı Sultanı'na sunarlar, "Bu sizin armanız olacak, bir bakın." der. O da bakar, eder, düzeltir veya düzeltmez, neyse, "Tamam, olmuş." der. İşte Osmanlı arması budur.

Yani şunu anlatmak istiyorum: Biz Türk milleti olarak tarihi yapmışız, yaratmışız ama yazmamışız. Şimdi burada tarihî olaylarla ilgili bir durum yapıyoruz, bir kanun teklifiyle karşı karşıyayız. Bunun tarihî derinliğini mutlaka ve muhakkak bilim adamlarından oluşan bir heyet tarafından incelemeliyiz, eksiğini bırakmamamız lazım, yanlışı olmaması lazım. Bunun için Komisyon üyelerinin, şahsen benim, diğer arkadaşlarımı şey yapamam, böyle bir derinliğim yok. Bir bilim heyeti tesis ederek armaya yansıyacak millî ve manevi değerleri tarih zinciri içerisinde, tarih sahnesine çıktığımız ilk andan itibaren, bugüne kadar özümsetmemiz lazım, belirlememiz lazım. İkinci olarak da ikinci bir heyetle bunun armaya motifler hâlinde yansımasını sağlamamız lazım. Bunun için de eğer bir tartışma olacaksa bir alt komisyon kurulup daha sağlıklı bir karar verilmesi gerekir diye düşünüyorum.