| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Kalkınma Bankası Anonim Şirketi Hakkında Kanun Teklifi (2/773) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 03 .10.2018 |
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri, sayın bürokrat arkadaşlar, sayın basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Doğrusu bu yeni yasama döneminde ben de umuyorum ki burada kendi kimliklerimiz üzerinden değil, kendi fikirlerimiz üzerinden tartışmalar yapar ve ülkemiz için olumlu, anlamlı kararlara imza atarız. Bugüne kadar benim deneyimim çok fazla yoktu ama en azından bedelli torbasıyla ilgili olarak yaşadıklarım beni çok üzmüştü esasında çünkü gerçekten de bir ortak akıl üretmeye yönelik bir toplantı olması gereken bu tür toplantılarda pek ortak akla değil de daha çok iktidarın kendi görüşünü geçirmek üzere davrandığı izlemini edindim ve gerçekten bunu çok anlamıyla üzücü olduğunu düşündüm ve düşünüyorum.
Şimdi, tabii, günün anlam ve önemiyle ilgili birkaç cümle de ben etmek isterim. Biliyorsunuz, bugün enflasyonla ilgili rakamlar açıklandı ve esasında iki gün önce Sayın Cumhurbaşkanının Meclis konuşmasında söylediklerinin Türkiye'nin gerçekleriyle pek fazla örtüşmediği sonucunu çıkarabileceğimiz sonuçlar olarak ortaya çıktı. Sayın Cumhurbaşkanı ne dedi? Hatırlayacaksınız, mesela şöyle bir cümlesi var: "Kurlar üzerinde belirsizlik azaldı." dedi. Esasında, anladığım kadarıyla, zaten Sayın Albayrak da benzer bir şey söylüyor. Bu son günlerde özellikle McKinsey'in yarattığı bir algı ortamında bir yumuşama, kurlar üzerinde bir baskı azalması gibi ortaya çıktı ve 5-10 kuruşluk bir azalma gerçekleşti ve buradan giderek Sayın Cumhurbaşkanı işlerin iyi gidiyor olduğuna dair ya da gideceğine dair Meclisteki ifadesinde halkımızdan da sabır etmesini istedi.
Şimdi, arkadaşlar yani böyle bakılabilir ama gerçekten de böyle baktığımızda gerçekleri göz ardı etmiş oluruz diye düşünüyorum çünkü gerçekler inatçıdır ve inatçılığını... Zaten mesela bugün herkesin 3-3,5 civarında beklediği aylık enflasyon yüzde 6 küsur çıktı. Esasında Türkiye'de krizin olup olmadığını kurlara bakarak anlama alışkanlığı bence fazlaca basitleştirilen ekonomi anlayışının bir işaretidir. Kurlar önemli şeyler söyler ama bence kurlardan daha önemli olan şey, mutfağın kendisidir yani insanlarımız nasıl bir fiyat düzeyiyle karşılaşıyor diye bakmak lazım ve öyle baktığımızda da maalesef görülen tablo o ki demin Garo arkadaşım da söyledi, özellikle üretici fiyatları ve tüketici fiyatları arasındaki farkın bu kadar 10 küsur artmış olması önümüzdeki dönemde tüketici...
GARO PAYLAN (Diyarbakır) - 22 Puan.
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - 22 puan mı?
GARO PAYLAN (Diyarbakır) - 24'e 46.
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Evet, 24'e 46.
Bu, aslında enflasyonun daha da artacağını söylüyor ve yine arkadaşımın belirttiği gibi, Sayın Hazine ve Ekonomiden sorumlu Bakanın orta vadeli programdaki öngörüleri şimdiden yanlışlanmış oluyor. Dolayısıyla da yani şunu açıklıkla konuşabilmek lazım, niye konuşamıyoruz onu da anlayamıyorum: Hani Meclis diyelim ki çok kalabalık ve işte herkes kendine göre ne ölçüde ciddiye alıyorsa o ölçüde dinliyor filan ama burayı azınlık olan, farklı partilerden gelen ama dolayısıyla birbirimizi daha iyi dinleyebileceğimiz ve konuşabileceğimiz bir mekân olarak düşündüğümüzde -yani sahiden partilerimize, özellikle iktidar partisindeki arkadaşlar için söylüyorum- uyarıda bulunmak lazım. Yani bu bakış açısıyla bu iş çözülmez çünkü yanlış bakılıyor bir şeylere.
Şimdi, çok uzatmadan, esasında söylenecek çok şey var da yani konudan da çok uzaklaşmak istemiyorum çünkü konumuz esasında bir bankayla ilgili yeniden yapılanma anlamında bir kanun teklifi ama bunun daha bence derin anlamları var ve onların üzerine konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi, konuya gelecek olursak yani dün akşam zaten kanun elimize geçti ve hızla yaptığım bir okumadan çıkardığım sonuçları sizlerle paylaşmak isterim. Bir kere, birinci olarak şöyle bir tespiti paylaşmak istiyorum: Deniyor ki "İmalat sanayisinin yeniden yapılanmasına ilişkin bir perspektif içinde bunu yapıyoruz." bu kanun çalışmasında. Demek ki imalat sanayi bu Hükûmet tarafından yeteri kadar desteklenmiş, yeteri kadar özen gösterilmiş bir sanayi değil. Zaten biz bunu çoktandır söylüyoruz yani biz yıllardır şunu söylüyoruz iktisatçılar olarak ve siyasetçiler olarak: Türkiye'ye döviz kazandırıcı işlerden çok bir anlamda toplumu oyalayan, çok kısa zamanda sonuç alabilmek, o da hızlı büyüme bağlamında bir anlamda etkili olabileceği düşünülen bir perspektifle bakılıyor ama sonuçta 2002'den bu yana imalat sanayisinin gayrisafi millî hasıla içindeki payına bakın, tarıma bakın, tarım düşüyor. Artan ne? Artan inşaat.
Şimdi, arkadaşlar, biliyorsunuz, hepimiz biliyoruz, inşaat döviz yaratmaz. İnşaat üstelik de bir atımlık meseledir. Yani inşaat yaparsanız inşaatın yarattığı talep demiredir, çimentoyadır, emeğedir, şuna bunadır tamam ama inşaat bittiğinde bu işler biter. Yani inşaat bittikten sonra yeniden katma değer yaratabilir bir iş alanı değildir ama imalat sanayi öyle değil ve imalat sanayimiz küçülüyor, tarım küçülüyor ve sonuçta baktığımızda tarımda bile neredeyse ithalata bağımlı hâle gelen bir yapı değişimi yaşıyoruz. Şimdi, biz "Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi on altı yıldır iyi yönetmiyor." derken bunu kastediyoruz. Ama ben bir iktisatçıyım şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim rakamlara baktığımda: 2002'den sonra 2008'e kadar aşağı yukarı Adalet ve Kalkınma Partisi bu ülkeyi iyi idare etmiştir ekonomik olarak söylüyorum, yüksek büyüme oranlarını elde etmiştir vesaire vesaire, bu bir gerçek ama "Bu gerçek nasıl elde edildi?" diye baktığımızda ben iki tane şeyin altını çizmek gerektiğini düşünüyorum. Bir tanesi, mali disiplin meselesi. Bu IMF programından gelen bir direktifti bir bakıma ve burada çok sadık kaldılar mali disiplin meselesine. İkincisi de bence Avrupa Birliği ilişkileri üzerinden ortaya çıkan reform süreciydi ve bu reformların çoğu ekonomik değildi belki ama demokrasiyi geliştiren, özgürlükleri geliştiren bir reform algısı vardı ve Adalet ve Kalkınma Partisi o dönemlerde buna benzer düşüncelerin politikasını yaptı ve başarılı oldu. Ama hepimiz biliyoruz ki 2008 "Teğet geçti." "Geçmedi." tartışmalarıyla geçti ama 2009'da Türk ekonomisi çakıldı yanılmıyorsam eksi 3,5 civarında bir büyümeyle sonuçlandı.
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - 4,7.
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - 4,7 mi? O zaman düzeltilmiş rakam o.
Şimdi, bu böyle olduktan sonra benim görebildiğim kadarıyla Hükûmetin kimyası bozuldu ve bu bozukluk hâle devam ediyor. Kimyasının bozulmasının da temel bir sebebi var arkadaşlar, o da kararların daha merkezî alınması gerektiğine ilişkin bir algı, bir anlayışa geçti Hükûmet. Ne demek istiyorum, şunu demek istiyorum: Şimdi, iktisat politikaları genellikle ulus devletler düşünülerek üretilmiştir ve dolayısıyla da 2008 krizine rastladığımız, yaşama başladığımız zamanda esasında bütün ülkelerin de bilebildikleri tek şey talep arttırıcı politikalardı bir bakıma. Yani bir kriz yaşanıyordu efendim, Keynesyen bir iktisat politikası çerçevesinde faizlerin düşürülmesi ve likiditenin artırılması, harcamanın artırılmasıyla ekonomiye canlılık getirmek üzere bir anlayış belirlenmişti. Sanıyorum Hükûmet de o sırada şöyle hissetti: "Mademki elde öngörülen bir teori yok ve G20'ler de bundan başka bir şey yapmıyor o zaman biz de bildiğimiz yaparız." dendi. Esasında hepiniz hatırlayacaksınız mesela 2009'da şöyle bir karar alındı -ki bugün esasında yaşadığımız döviz krizinin arka planında yatan olaylardan bir tanesi budur- dövizle ilişkisi olmadığı hâlde kişi ve kurumların dövizle borçlanabileceğine dair bir karar alındı ve o tarihten itibaren de borçlanma trendini görüyoruz, Türk ekonomisi hızla dövizle borçlanmaya başladı, özellikle özel sektörü kastederek söylüyorum. Tabii ki o dönemde likidite mümkündü, boldu çünkü dolar faizleri sıfıra düşmüştü. Dolayısıyla da burada bir imkân vardı ve bu imkânı da özel sektör kullanmaya çalıştı, kullandı; bankalarımız kullanmaya çalıştı, dolarla borçlandılar, Türk Lirası piyasaya enjekte ettiler vesaire vesaire.
Şimdi, bu geldiğimiz yer itibarıyla baktığımızda, tabii, Sayın Muş bunu böyle söylemeyecektir tahmin ediyorum ama "Bu niye önümüze geldi?" diye bir soru soruldu demin. Bu, şunun için önümüze geldi: Hükûmet bu eksikliği görüyor fakat toplumla paylaşmıyor. Yanlış yaptı, geriye sarıp baktığında yanlış yaptığını görüyor esasında. Neydi o yanlış? İmalat sanayisiyle ilgili de bir konuşmuştum, imalat sanayisini desteklemedi yeteri kadar.
Bir başka bir şey daha var ki yine bence bankayla ilgili konuşuyoruz... Hükûmet, hatırlayacaksınız, Sayın Cumhurbaşkanı zaman zaman bankalarla kavgaya girdi. Neden girdi? Çünkü bankalar özellikle KOBİ niteliğindeki firmalara finans imkânı sağlamıyorlar. Neden sağlamıyorlar? Çünkü ülkenin mekanizmaları, risk algıları vesaire cinsinden baktığınızda, bunlar çünkü sonuç olarak kâr maksimizasyonu peşinde koşan firmalar, bankalar dolayısıyla da kendi kârlılıklarını düşünerek davrandıklarında riskli buldukları şirketlere yatırım imkânı vermediler. Tabii ki onların riskli bulmuş olmaları, belki de sahiden riskli kurumlardı ama eğer o finansmanı bulabilselerdi belki yeni teknolojiler geliştireceklerdi veya yeni daha yüksek katma değer üreten firmalar hâline döneceklerdi, bunu bilmiyoruz. Ama zaman zaman bence belli haklılık da taşımakla birlikte Sayın Cumhurbaşkanının bankalarla olan kavgası şu anda benim anladığım kadarıyla bu kanunla birlikte esasında o problemi çözmeyip o problemin köşesinden dönmenin bir çabası. Çünkü Türkiye'de, arkadaşlar, bankacılık sektörü yeniden yapılanmaya muhtaçtır. Bankacılık sektörü... Daha bundan dört yıl önce, beş yıl önce, yanılmıyorsam, Rekabet Kurumu dava açtı 12 bankaya. Niye açmıştı hatırlar mısınız bilmiyorum çünkü faizleri birlikte belirlediklerine dair yani kartel türü bir davranış gösterdikleri için dava açtı ve ceza verdi yani ispat edildi ve ceza verdi. Şimdi, dolayısıyla da yine o noktaya getireceğim, imalat sanayisi nasıl ihmal edildiyse bence bankacılık sektörü ki yapısal reformlar dediğimiz şeyler bunlardı... Mehmet Şimşek'in bahsettiği yapısal reformlar neydi, mikro reformlar? Biraz bunlardı. Ama benim görebildiğim kadarıyla kimse bence Mehmet Şimşek'i de dinlemedi. Çünkü yapısal reformlar sonuç olarak bazılarının ayağına basmayı gerektirir ve dolayısıyla da siyaseten çok da istenen adımlar değildir. Onun için de maalesef Adalet ve Kalkınma Partisinin, benim söylemeye çalıştığım gibi, başarılı bir süreçten sonra kimyası bozulmuş ve sahiden nasıl davranması gerektiğiyle, ekonomiyi nasıl kavraması gerektiğiyle ilgili olarak kafası karışmış vaziyette. Şimdi, kafası karışmış vaziyette derken de şunu kastediyorum: Bakın, hepiniz görüyorsunuz, hepimiz biliyoruz, Türkiye 2009'dan sonra daha fazla merkezîleşti yani ekonomi kararlarında, siyasi kararlarda daha merkezîleşti, günümüzde daha da merkezîleşti bu yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte.
Şimdi, arkadaşlar, bir ülkede eğer kararlar merkezî olarak alınıyorsa o ülkede serbest piyasa çalışmaz. Şimdi, geçen gün Sayın Cumhurbaşkanı Meclisteki konuşmasında yine şunu söyledi: Serbest piyasaya bağlıyız. Ama kusura bakmayın, serbest piyasaya bağlı olsanız bile bu tamamen lafügüzaf bence.
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Zabıta göndermeyeceksiniz.
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Evet.
Yani bunun gereğini yapmıyorsunuz. Bakın, yine burada bakıyoruz, görüyoruz, tepeden birtakım kararlarla yönetilecek olan bir bankayı konuşuyoruz, bir banka oluşumunu konuşuyoruz. Biraz daha konuya yaklaşacak olursak, bakın, şöyle bir şey söyleyeyim size: Benim, dediğim gibi, yasayı çok uzun boylu irdeleme fırsatım olmadı ama şunu söyleyebilirim, ilk gördüğüm şeylerden biri: "Bu banka fonları kullandırırken kâr maksimizasyonu ilkelerine göre davranmayacak." deniyor. Bu ne demek arkadaşlar? Yani bunun yerine ne koyacağız? Niçin "kâr maksimizasyonu" diye bir kavram var iktisatta? Çünkü bütün kaynaklarını verimli kullanmak zorunda çünkü kaynaklar sınırlı. Sınırlı kaynakları verimli kullanabilmek için eğer özel sektörden söz ediyorsak kâr maksimizasyonunun peşinden koşması lazım, kamudan bahsediyorsak fayda maksimizasyonundan bahsetmemiz lazım belki. Ama burada bu bir kere şöyle ifade edildiği zaman, "Bu banka kâr maksimizasyonu üzerinden yapmayacak." dediğiniz zaman o zaman ben şunu anlıyorum: İradi kararlarla Hükûmet tarafından veya yönetim kurulu neyse... "Özerk" deniliyor ama ben Türkiye'de özerk bir kurumun olmadığı kanaatindeyim, bunu da her düzeyde tartışmaya da açığım. Maalesef özerk olmak bile, kendi başına durmak bile Türkiye'de son derece zor bir hadise. Bunun sosyolojik sebepleri var ama yeri değil burada konuşmayacağım ama "özerklik" dediğiniz şey... Bakın, ben eskiden de devlette bir şekilde çalışmış bir insanım. Biz Rekabet Kurumunu kurduk, Rekabet Yasası'nı hazırladık. Rekabet Yasası özerk bir kurum olarak dizayn edildi. Çeşitli yerlerden farklı insanların atandığı ve atanma süreçlerinde de kolay kolay siyasetin etki etmemesini sağlamak üzere mekanizmalarını yerleştirdiğimiz bir süreçle Rekabet Kurumu kuruldu.
Arkadaşlar, hepiniz biliyorsunuz, Rekabet Kurumu şimdi Sanayi ve Ticaret Bakanlığının ilişkide olduğu ya da ona bağlı çalışan bir kurum hâline geldi. Şimdi, bu işler böyle olmaz, serbest piyasadan bahsediyorsak bu olmaz.
Biraz uzatıyorum galiba ama Sayın Başkan, devam edebilir miyim?
BAŞKAN - Tabii, tabii... Geneli üzerinde konuşuyoruz, sorun yok.
EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Şimdi, anlıyorum ki şöyle bir kaygı var Hükûmette: Madem serbest piyasa ekonomisi bizi buraya kadar getirdi ama biz buradan memnun değiliz, daha ileri bir şey yapmamız lazım. O zaman, acaba Kore gibi, bir iradi kararlarla ekonomisini büyüten bir perspektifi benimseyebilir miyiz? Ben Adalet ve Kalkınma Partisinden iktisatla ilgili arkadaşlarımız nasıl tartışıyor bilmiyorum ama benim anladığım kadarıyla, biliyorsunuz, Kore'nin kalkınmasında iradi kararlar çok önemli oldu. Yani o dönemin başkanı şirketlere söylüyordu "Hangi alanlarda yatırım yapmak istiyorsunuz? Üç alan belirleyin, bana gelin." diyordu. Onlar üç alan belirleyip geliyorlardı, başkan karar veriyordu ve onlara her türlü destek veriliyordu, Samsung falan, biliyorsunuz, böyle ortaya çıktı yani dünya devi oldu vesaire.
Tamam, bir kalkınma modeli ve uygulamasında da olumlu sonuçlar almış olunabilir fakat arkadaşlar yine lafı şuraya getireceğim: Öyle baktığımızda Kalkınma Bankasının bu yeni formu benim anladığım kadarıyla yani böyle bir işlevi üstlenmek üzere düşünülmüş. Artı, bunun yanında, Durmuş Bey'in söylediğine de tamamen katılıyorum. Yani fon yaratarak, fonlara yabancı sermaye katılımı sağlayarak esasında nasıl imalat sanayisini yeteri kadar önemsemediğinden dolayı döviz darboğazının olduğunu gördü, aynı şekilde kendi istediği, kendi tercih ettiği alanlara ve firmalara belki onların yabancı sermayeyle karşılaşmasını sağlayacaklar veya belki satın alma dediğimiz hadiseler olacak. Böyle bir yerden bir kalkınma düşünüyor olabilirler, ben bunlara da itiraz etmem ama açıkçası şöyle bir durum var: Kim karar verecek bunlara? Yani bu önemli, benim açımdan önemli.
Şu ana kadarki ekonominin yönetimine baktığımda bu kararın kim tarafından alınacağını biliyoruz ve bu da bence her ne kadar siyaseten meşru gibi düşünsek de yeni anayasa vesaire gibi ama ekonomik olarak mümkün değil arkadaşlar. Bir zamanlar Sovyetler Birliği bu sebeple battı biliyorsunuz. Yani hiç unutmadığım bir anekdot vardı, Stalin sorarmış "En büyük şeker fabrikası kaç tonluktur?" diye sorarmış. Diyelim Amerika'da bilmem kaç bin ton. "2 katını yapın." dermiş, emri verirmiş ve giderler 2 katını yaparlarmış. Ondan sonra ne oldu? Sovyetler Birliği çöktükten sonra, biliyorsunuz, orası hurda cennetine döndü çünkü bütün o fabrikalar yok oldu. Şimdi dolayısıyla da elimizi vicdanımıza koyalım ve gerçekten ülkemizin yararına bir perspektif içinde konuşmaya çalışalım. Sorulan sorular -ki daha da sorulacaktır tahmin ediyorum- cevaplanırsa biz de en azından kafamızdaki kuşkuları giderme şansına sahip olabiliriz.
Dolayısıyla da ben son bir cümle olarak şöyle bir inancımı belirterek konuşmamı bitirmiş olayım. Türkiye'nin yönünü -ki bunun bir sürü deneyimi vardır tarihimizde- daha demokrasiden yana yapması lazımdır, özgürlüklerden yana yapması lazımdır ve ademimerkezileşmeden, yerellikten yana yapmalıdır. Aksine, Türkiye toplumu uzun bir zamandan beridir -söylediğim gibi- 2009'dan yani on seneden beri giderek daha fazla merkezîleşiyor. Merkezîleşen bir toplum varlığını sürdüremez arkadaşlar, bunun da tarihte bir sürü örneği vardır. Umarım, tabii, o örneklerden biri olmayız, aklıselim hâkim olur ve gerçekten de bu yapılma ihtimali olan yanlışlardan döneriz diye düşünüyorum.
Çok teşekkür ederim. Uzattım, kusura bakmayın.