KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim.

Siz konuşmanızda değinmiştiniz, Sayın Bilen somutlaştırdı, üzüldüğünü ifade etti. Tabii, burada kişisel üzüntüler yerine halkımız ya da milletimiz üzülmesin. Millet temsilcileri olarak onun için burada bulunduğumuza göre biraz bu konuyu açmakta yarar var sayın heyetin huzurunda.

Bugünkü gündemimizin özüne, amacına uygun olarak ben yaklaşık 15 sayfalık bir metin hazırladım, bu İç Tüzük değişikliğine dair ve onun altyapısı olarak Anayasa değişikliği konusunda bunu işleyen. Pazartesi gecesi internete düştü Sayın Başkanın teklifi. Salı günü Sayın Başkanın yazısı geldi, Anayasa Komisyonu Başkanının yazısı. Çarşamba günü biz CHP Grubu olarak konuşurken yeni eklemeler geldi, yeni metin geldi. Nihayet bu sabah saat on buçukta Sayın Bozdağ makamına davet etti ve orada ulaştığımız, vardığımız uzlaşma çerçevesinde ben de bu metni sizinle bütünüyle paylaşmaktan vazgeçerek, en azından bizim partimizin anayasal hedefini göz önüne alarak bazı önemli bulduğum ögeleri sizlerle paylaşmaya çalıştım ve sizler de onun üzerine, hâliyle 15 sayfalık metnin bazı ögelerini paylaşınca özellikle meşruluk kısmına vurgu yaparak benim sözlerimi eleştirdiniz. Tabii ki hukukçu olmaya gerek yok, meşruluk ve meriyet kavramları birbirinden farklı. Meridir, yürürlüktedir ama meşru değildir yani meşruluk daha çok haklılık, yerindelik, doğruluk, akla uygunluk anlamında, hukukta hep üzerine vurgu yaptığımız gibi.

Bu çerçevede belki, hani beni üzen demeyeyim de açıklığa kavuşturulması gereken husus şudur: Önceki anayasaları savunmak, onları meşrulaştırmak değil çünkü o konuda ben çok rahatım. Gazi Üniversitesindeyken Eylül 1982'de ceza aldım, disiplin soruşturması geçirdim -82 Anayasası- henüz 7 Kasımda oylanacak olan Anayasa'nın 26'ncı maddesi hakkında öğrencilere sorduğum soru nedeniyle. Dolayısıyla kınama cezası aldım ve ilerleyen yıllarda da, on yıllarda da bedelini, 82 Anayasası'na karşı çıkışımın bedelini zaman zaman ödedim ama tabii ki 1987'den 2010'a kadar yapılan değişikliklerde büyük bir metamorfoza uğradığını, başkalaşıma uğradığını da söylemek bir hukukçunun, anayasacının görevidir diye düşünüyorum. Fakat burada 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bilindiği gibi, 20 Temmuz gecesi olağanüstü hâl ilanından sonra da Anayasa gündemden düşmüştü. 120'nci maddeye göre olağanüstü hâlin ilan edilmesinin nedeni, darbe girişimiyle bozulmuş olan anayasal düzenin ve kamu düzeninin onarımı söz konusu idi, amaç oydu ve amaç meşruydu gerçekten. Fakat ne zaman ki 16 Ekimde Sayın Bahçeli "Anayasa suçu işleniyor. Ya uygulamayı Anayasa'ya uyduralım veyahut da Anayasa'yı fiilî duruma uyduralım." dedi, işte o sırada 16 Ekim günü düğmeye basıldı ve bu süreç tam altı ay sürdü, 16 Nisana kadar.

Ben izninizle üç veya dört cümle aktaracağım buradaki yazımdan. Eğer arzu ederseniz sonra bu yazımın bütününü paylaşabilirim sizlerle ve bütün Komisyon üyeleriyle.

Anayasa Komisyonu süreci: "10 Aralık 2016 günü TBMM Başkanlığına sunulan Anayasa değişikliği, Anayasa Komisyonunda 20-29 Aralık 2016 tarihleri arasında 9 toplantıda ve yaklaşık olarak doksan bir saat on iki dakikalık bir sürede görüşülmüştür. 9 toplantının yarısından fazlasında yani 5'inde teklifin geneline ilişkin tartışmalar yapılmış, maddeler ise 4 toplantıda ele alınmış ve metinde önemli değişiklikler yapılmıştır." Şimdi, Genel Kurul görüşmesinden iki cümle: "Anayasa Komisyonunda son şekli verilen metin 9-20 Ocak 2017 tarihleri arasında TBMM Genel Kurulunda görüşülmüştür. 1982 Anayasası'nın 175'inci maddesinin amir hükmü gereği 2 kere görüşülen teklifin ilk tur görüşmeleri altı gün, ikinci tur görüşmeleri ise üç gün sürmüştür. Teklif tümü üzerinde yapılan oylama neticesinde 21 Ocak 2017 günü saat dört sularında kanunlaşmıştır." Ve son cümle buradan aktaracağım: "21 Ocak 2017 günü sabaha karşı kabul edilen Anayasa değişikliği 2 Şubat 2017 günü Cumhurbaşkanına gönderilmiş, 10 Şubat 2017 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından imzalanmış ve ertesi gün Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Komisyon ve Genel Kurul görüşmelerinin bu kadar süratli yapılmış olmasına karşın Anayasa değişikliğinin ancak on iki gün sonra Cumhurbaşkanına gönderilmiş olması ve ancak dokuz gün sonra imzalanmış olması, komisyon ve Genel Kurul görüşmelerinin toplam on sekiz gün sürmesine karşın metnin kanunlaştıktan sonra Resmî Gazete'de yayımlanması yirmi bir gün sürmüştür, çelişkili bir durum yaratmıştır." Şimdi, bu sadece bir alıntı, birkaç alıntı ve saptama.

Şimdi, burada, bilindiği gibi bu metin kabul edilmiştir, Resmî Gazete'de yayımlanmıştır ama 16 Nisan günü oya sunulmuştur ancak yürürlüğe girişi -Sayın Vekilim, özellikle siz bir beka sorunu diye getirdiğiniz için- 3 Kasım 2019'a bırakılmıştır. Sadece 3 madde yürürlüğe girmiştir; biri Sayın Cumhurbaşkanının partisine dönmesine ilişkin, ikincisi, Yüksek Savcılar ve Hâkimler Kurulunun lağvedilerek yeniden yapılandırılmasına ilişkin hüküm. Şimdi, dolayısıyla, iki buçuk yıl sonrasında yürürlüğe girmesine karar verilmiştir beka sorunu olarak o kadar kısa zamanda oylatılan metin.

Fakat izninizle biraz daha somutlaştırma yapmak istiyorum. Zamanın Sayın Başbakanı, şu andaki Meclis Başkanımız 6 Haziran 2017 günü şu beyanda bulunmuştur: "Biz yetmiş günde yüzde 30'luk desteği yüzde 51,4'e çıkardık." Peki, yetmiş gün nedir? Yetmiş gün kendisinin de karşı çıktığı olağanüstü hâldir ve yetmiş gün geriye gittiğiniz zaman ne talihsiz bir rastlantıdır ki 7 Şubat gecesi yayımlanan OHAL KHK ek listelerinde 4.500 kamu görevlisinin adı yer almaktadır. Bu liste içerisinde 330 öğretim üyesi vardır, 4'ü anayasacıdır ve anayasacıların başında maalesef ben de yer alıyorum.

Tabii, teşekkür ederim sevgili Şentop'a, Haydarpaşa'dan da hukukumuz var ama onun ötesinde kuşkusuz bir şeyi yoktu, hemen aradı beni AK PARTİ kurmayları. Şentop'tan İyimaya'ya, Şeref Malkoç'tan Cemil Çiçek'e kadar birçok kişi aradı olmaması gerekir bu diye. İki hafta sonra Sayın Başbakan dedi ki: "Biz bunları basından öğreniyoruz ve bu şekilde düzeltme yoluna gidiyoruz. Komisyon kurduk, hocalarımız onur sorunu yapmasınlar, komisyona başvursunlar. Birkaç hafta içerisinde komisyon çalışmaya başlayacak." Ve tam bir ay sonrası Başbakan Yardımcısı Sayın Canikli bu konulardan sorumluydu, 22 Mart günü "Biz MİT'ten gelen listeleri ekliyoruz oraya. Dolayısıyla, bir şu 16 Nisan geçsin, biz bunu düzelteceğiz." dedi. Şimdi, 16 Nisan tabii ki geçti, 16 Nisan oylaması yapıldı fakat ilginçtir, 16 Nisandan sonra bunların düzeltilmesi yerine bizim KHK'lerde yer alan adlarımız yasalaştı yani adlarımız, 150 bin kişinin adı şu anda Türkiye Cumhuriyeti yasalarında... Son kanun hükmünde kararname hariç 130 bin kişi yaklaşık olarak.

Şimdi, burada tabii ki önemli bir çelişki var hukukilik açısından, gerçekten "beka" sözcüğünün bir hukuki deyim olduğunu kabul edelim yani ülkemizin yaşar kalma sorunu. Ama o zaman neden 3 Kasım 2019'a? Varsayalım ki 3 Kasım 2019'a attık. Peki, altı aylık süreyi kendimize tanıdığımıza göre, o zaman altı aylık sürede neden uyum kanununu çıkarmıyoruz? Altı aylık sürede neden İç Tüzük'ü düzeltmiyoruz da aradan on altı ay geçtiği hâlde erken seçim kararını alıyoruz ve erken seçim kararını aldıktan sonra Anayasa'nın 7'nci maddesine aykırı olarak "Yasama yetkisi devredilmez." dendiği hâlde uyum yasalarını kanun hükmünde kararnameye bırakıyoruz? Bunlar tabii ki çok ciddi meşruluk sorunlarıdır ve tabii ki burada Cumhurbaşkanlığı kararnameleri okunurken koca yaz hüzünlendim çünkü Tanzimat'tan bu yana Türkiye'nin siyasal ve anayasal kazanımlarının bu kadar kolayca yok edilmiş olması Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak -anayasacı olarak değil- beni derinden üzmüştür ve eminim ki -kişisel görüşmelerimizde hep dile getiriyorlar- AK PARTİ'li meslektaşlar, arkadaşlar da "Hayır, bu olmamalıydı." diyorlar. Çünkü ben 1961 ve 1982 Anayasası meşrudur demedim, Tanzimat'tan bu yana, İkinci Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet Dönemi anayasalarının devamında bir silsile var dedim ve hukukçu arkadaşlar iyi biliyorlar, 1921 Anayasası çok kısa bir Anayasa'dır ve orada diyor ki: "Bu Anayasa'ya aykırı olmayan Kanun-i Esasi'nin hükümleri yürürlüktedir." Bu 16 Nisan metni ilk kez büyük kırılmayı ifade ediyor değer yargısını koymadan. Şimdi, bunu saptamak önemli fakat sevgili Bozdağ da gelmişken o kısma da vurgu yapmak isterim: Tabii, kendisiyle daha önceden de hukukum olduğu için çok üzücü olmakla birlikte şimdi bu kararnamede bizim Komisyon Başkanımızın, bu kararnamede Meclis Başkanımızın ve bu kararnamede Sayın Cumhurbaşkanının, ülkemizin Başbakanı ve Cumhurbaşkanının imzası var ama mesela hiçbiri bana suçumun ne olduğunu söylemediler. Yani şu ana kadar benim suçum ne bilemiyorum.

Şununla bitireyim sevgili Başkan ve üyeler: 3 Şubat günü Sorbonne'daki derslerimde "20 Şubat günü görüşmek üzere." diye vedalaştım. Sayın Bilen "Uluslararası alanda böyledir." dedi. Ben emekli olacak kadar yabancı üniversitelerde ders verdiğim için söylüyorum ama 7 Şubat gecesi bana öyle bir yaptırım uygulandı ki o yaptırım dünya çapında geçerli oldu. Ben, tabii, şu anda burada olduğum için dile getiriyorum ama benim gibi binlerce kişi... Ve şöyle bitireceğim sayın üyeler izninizle: Şimdi, af konuşuluyor, "Şu kadar bin kişi yararlanacak." deniyor, kimisine göre 50 bin kişi, kimisine göre 60 bin kişi; tutuklu, hükümlü, mahpus, tabii, düşünce suçlusu, siyasal suç, adi suç ayrımı yapılmaksızın ama şunu kimse konuşmuyor: İyi de 150 bin KHK mağduru, KHK'zede, benim durumumda olan ama bunların içerisinde kuşkusuz suçlular da vardır ama onların affedilmesi bir yana mahkemenin kapısını tıklatamıyorlar. Yani adil yargılanma hakkı açısından mahkemeye erişim haklarına bile sahip değiller. İşte, "Komisyon kurduk." dedi zamanın Başbakanı. Komisyon bir yılda dosyaların dörtte 1'ini sonuçlandırdı ve sadece 1.900 iade. Peki, beş yıl sonra sonuçlandıracak, beş yıl sonra mahkemenin kapısı açılacak bize. Peki, on beş yıl sonra sonuçlanacak. Peki, hayatta mıyız on beş yıl sonra? Ama benim çocuğuma, olursa torunuma "terörist" olarak geçecek, Resmî Gazete'de adı "terörist" olarak yazan bir öğretim üyesinin çocuğu, yakınları, torunları diye geçecek. Dahası, Kaboğlu'nun ailesi ya da o 150 bin kişi olsa olsa 500 bin olur, 1 milyon olur değil, aranızda belki bir kısmının yakını, çocuğu, oğlu, kızı benim öğrencim olmuştur. Bakacaklar, "Ya, teröristten mi ders aldın sen?" diyecekler. Hani, şimdi, diyoruz ya yargıç, savcı, bunlar teröristti, tutuklandılar, ihraç edildiler. Bunların davalarını yeniden görelim diye. Peki, o zaman hukuk fakültelerini yeniden mi okutacaksınız yakınlarınıza "İbrahim Kaboğlu teröristti, dolayısıyla senin diploman meşru değil." diye. Şimdi, bütün bunları, Sevgili Bilen, Sayın Vekil... Bunları ben kesinlikle kişisel sorunum olarak değil... Yani burada hukuken benim suçum ne? Beni mahkemeye verseydi pekâlâ şimdiye kadar aklanırdım ve ben birçok yerde söyledim. Benim kararnamemin altında olan kişileri bilmiyorum ama ben kesinlikle cemaatçi değilim, ben sadece cemiyetçiyim, ben sadece hukuka inanıyorum ama acaba onların arasında kaçı "Ben kesinlikle cemaatçiyim, değilim." diyebiliyor? Ama bu, ayrı bir tartışma. Fakat hukuken burada neden meşru değil? Bütün bunların toplamı olarak gerçekten bağlantısı olmayan alanlar yani hiçbir biçimde darbeyle, cemaatle, hukuk dışılıkla bağlantısı olmayan binlerce, on binlerce insan gece yarılarında katledildi tabir yerindeyse ve bu ortamda Anayasa değişikliği yapıldı. Ne zaman için? 2020'de yürürlüğe girecek Anayasa için. Şimdi, bunu sorgulamak, bilmek, bizim adımıza değil, İbrahim Kaboğlu olarak değil, gelecek kuşaklara yönelik olarak hakkımız değil, görevimizdir.

Onun için sayın vekiller, sizleri üzmek değil amacım ama biz toptan olarak, bütün Meclisin üyeleri olarak yeter ki milletimizi, seçmenlerimizi üzmeyelim, gelecek kuşaklara sağlıklı bir hukuk düzeni bırakalım. Yoksa meridir, meri olduğu için buradayız ama meşru değildir.

İSMAİL BİLEN (Manisa) - Meşrudur.

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - İşte ben meşru değildir diyorum. Hukuk dışı yollara değil... Ben ikna etmeye çalışacağım, çalışıyorum ve eminim ki Kanun-i Esasi'den bu yana Türkiye'nin, Osmanlı'nın cumhuriyetin kazanımları olan anayasal denge ve denetim düzeni; görev, yetki, sorumluluk ilkesi; hesap verebilirlik... Bakın, burada başkanlık rejimi veya parlamenter rejim ayrımı değil, benim üç ilkem: Denge ve denetim, hesap verebilirlik; görev, yetki, sorumluluk ilkeleri. Bu konuda eğer biz uzlaşmaya varırsak o zaman zannediyorum gelecek kuşaklara yönelik olarak iyi bir miras bırakırız.

Teşekkür ederim.