| Komisyon Adı | : | TARIM, ORMAN VE KÖYİŞLERİ KOMİSYONU |
| Konu | : | İslam Gıda Güvenliği Teşkilatı Tüzüğünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi (2/1540) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 06 .02.2019 |
RIDVAN TURAN (Mersin) - İstatistik önemli ama istatistik, aynı zamanda, verili gerçeği çarpıtmanın da dünyadaki en makul yoludur. Biz de konuşurken TÜİK verilerini baz alarak konuşuyoruz. Soğanın bir yıl içerisinde yüzde 200 küsur zamlanması TÜİK verisi, diğerlerini hiç konuşmuyorum bile.
Şimdi, dünyada bir gıda problemi var. FAO açıklama yaptı, 2015'te 750 milyon civarında dünyada aç varken bu sayı bu sene 812 milyon civarına çıkmış. Fakat mesele şu: Dünyada aslında gıda problemi yok, dünyada paylaşım problemi var. Yani ciddi tarım üreticisi olan birkaç tane devlet rahatlıkla, adil bir paylaşım söz konusu olmuş olsa, dünyanın tümünü besleyebilecek durumda, tümünü doyurabilecek durumda.
Otuz yıllık bir fasıladan bahsetti başkan konuşurken yani gelişmiş ülkelerin yaptığını biz otuz yıl geriden takip ediyoruz diye. İlk bakışta doğru gibi geliyor ama mesele şudur: Sizden otuz yıl önce harekete geçmiş olan ve otuz yıl önce altyapı sorunlarını çözmüş olan ülkelerin seviyesine onları aynen taklit ederek varmak mümkün değildir, bu, eşyanın tabiatına aykırıdır maalesef. Şundan değildir: Emperyalist sömürü ilişkileri sebebiyle önde giden, izinden gelinmesini ancak bir sömürü karşılığında size yaptırır. Teknolojiyi üreten teknolojiyi size vermez, teknolojiyi ancak size pazarlar. İktisaden ileri gitmiş olan, ileri gitme yol ve yöntemlerini size öğretmez ancak sizin üzerinizden artı değer sağlar, rant sağlar. Dolayısıyla meselemiz biraz şu: Burada birkaç sayın milletvekili konuşurken vurgu yaptı, bir "millî tarım" vurgusu. Arkadaşlar, kavramlara aynı anlamı yüklemediğimizi biliyorum, bu belki siyasetin doğası gereği fakat şimdi, şöyle, on beş yıllık, yirmi yıllık bir hayata baktığımızda, ülkedeki verili duruma, gelişen sürece baktığımızda bunun şehir efsanesinden öte gitmeyecek bir şey olduğunu görmek çok mümkün. Bu bir tür pazarlama stratejisidir aslında, bir tür seçim propagandasıdır. Örneğin, gübre fiyatlarından bahsediyoruz, evet, yüzde 120 civarında arttı, her ne kadar, Hükûmet "Yüzde 10 indirim yaptık, bak, ne kadar da güzel yaptık." diyor olsa da... Ama gübre sanayisini kapatırsanız uluslararası fiyat dalgalanmalarına karşı memleketteki çiftçiyi koruyacak, piyasayı regüle edecek, çiftçiyi sübvanse edecek mekanizmaları ortadan kaldırırsanız bu artar. Sonra çıkıp diyoruz ki: Bu, millî tarım politikası. Sadece şey değil ki... Bütün KİT'ler bu süre içerisinde adım adım elden çıkarıldı. Allah aklıma mukayyet olsun, bazen böyle şaşırıp kalıyorum. Bu kadar KİT'i, bu kadar kamusal değeri bu kadar hoyratça elden çıkardıktan sonra -en son satılan 14 şeker fabrikası da buna dâhil- hangi millîlikten, hangi yerlilikten bahsediyoruz. Böyle bir şey gerçek olabilir mi?
Buraya yazmışım, YEMSAN'dan TİGEM'e, Süt Endüstrisi Kurumu, ÇAYKUR, ORÜS, İGSAŞ, TÜGSAŞ, Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi, Toprak Mahsulleri Ofisi. Yani aslında bu son on-on beş yıllık zaman dilimi içerisinde Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankasının bizim gibi -gelişmekte olan demiyorum, bu yanlış bir kavram- gelişmemiş ülkeleri bu emperyalist sömürü düzenine tabi kılabilmek için tarım üzerinde sürdürdükleri politika neyse biz bunu içtihat hâline getirdik, kendi tarımsal istikametimizi buradan geliştirdik. Şimdi, bunları konuşuyorsak yani şeker pancarı üreticisinin derdini konuşuyorsak -ne bileyim efendim- çiftçinin durumunu konuşuyorsak sebep bu. Deniliyor ki: "Siz hep böyle mızmızlanıyorsunuz da çözümünüz ne?" Çözümü ben size söyleyeyim arkadaşlar: Bir: Uluslararası şirketlerle, çokuluslu tarım, kimya, gıda firmalarıyla, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütüyle ilişkiler kesilmelidir. Bakın, çok radikal bir şey söylüyorum. Şimdi, bazı arkadaşlar düşünüyor "Bu nasıl olur? Böyle bir şey mümkün mü?" Mümkün, böyle bir şey mümkün. Zaten bu mümkün olmazsa tarımın "t"sini düzeltmek mümkün değil, ben onu size söyleyeyim.
Başka ne? Bakın, yine farklı bir şey söyleyeceğim: Endüstriyel tarım dünyadaki gıda krizini tetikleyecek bir faktördür. Tarımda makineleşme bir taraftan kulağa çok hoş gibi geliyor ama yapılmış araştırmalar var arkadaşlar, şu anda dünyadaki tarımsal üretimin yüzde 80'i küçük ve orta ölçekli tarımsal işletmeler tarafından yapılıyor. Yani zannetmeyin ki toplulaştırmayla, sihirli değnek gibi bütün meseleleri çözeceğiz. Hâl böyleyken, bizim küçük ve orta ölçekli tarımsal üretim yapan kesimlerin önünde en temel ve en büyük problem onların örgütsüzlüğü iken endüstriyel tarımsal tedbirleri artırarak daha fazla makineleşme, daha fazla gübre, daha fazla tohum -bunların hepsi dolar- bunları artırarak tarımda neyi rehabilite edebileceğiz?
Bu işin olmazsa olmazı şu: Küçük aile çiftçiliğini kalkındırmak zorundayız. Kooperatifleri örgütlemek zorundayız. Bu kesimler hızlı bir biçimde kırsaldan şehre doğru akın ediyorlar. Özellikle çıkardığınız o büyükşehir yasasıyla birlikte bir anda yüzde 90 kentte yaşamaya başladı, yüzde 10 köylerde kaldı. Bu kesimler hızlı bir biçimde kentlere doğru akın ediyorlar ve üretim alanları ortadan kalkıyor. 4 milyon civarında hayvanın bulunduğu Muş'ta 800 bin civarında küçükbaş hayvan var. Bu aynı zamanda Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden kaynaklı bir problemi de gündeme getiriyor. Bakın, açık söylüyorum. Bugün bir canlı hayvan problemiyle karşı karşıya yani hayvancılık sorunuyla başlı başına karşı karşıyaysak ve bunları ithalatçı politikalarla çözmeye çalışıyorsak... Özellikle yayla yasakları, mera yasakları, bunların çiftçi üzerinde, hayvancılık yapanlar üzerindeki tahrip edici etkisini görmek lazım. Dolayısıyla kırsalın yeniden kalkındırılması meselesi yani küçük çiftçiliğin desteklenmesi meselesi... Bakın, çok alternatif ve yeni şeyler söylüyorum. Bunların neoliberal bir perspektiften bakarak olumlanmayacağının farkındayım ben ama mesele şu zaten: Yıllardan beri uyguladığımız süreç bizi getirdi, bir yere tıkadı. Buradan ileriye geçemiyoruz. Bu politikalarla emin olun daha ileriye gitmek mümkün değil. Paradigmayı değiştirmeye var mıyız, yok muyuz; mesele budur. Temel paradigmalarımızı değiştireceksek eğer buradan ileriye doğru adım atmak mümkün.
Ayrıyeten bu ithalatçı siyasetin hayvancılıkta ciddi bir tahribat yarattığını görüştüğümüz kesimler bize sürekli sürekli ifade ediyorlar. Burada yine hayvancılığa ilişkin de yeniden bir perspektif oluşturmak lazım. Bu konuda söylenebilecek çok şey var, alternatif babında.
Program yazdığım için alternatif çok fakat mevzuya biraz yaklaşarak sonuçlandıracak olursak şimdi, İslam ülkelerinde gıda güvenliğine ilişkin bir metni değerlendiriyoruz, buna imza verilmiş. Burada böyle çok iddialı laflar var. Bir tanesi "öncü rol", bir de o ülkelere aktarmayı düşündüğümüz destekten bahsedilmiş. Allah aşkına, burada eğer sabahtan beri konuşan ve eleştirenler bir tür ruhsal sorunla malul değillerse yani bu anlatılanların az da olsa bir gerçeklik tarafı varsa Türkiye'nin, İslam İşbirliği Teşkilatı içerisinde ülkelere tarımsal açıdan, perspektif açısından taşıyıp getireceği şey nedir? Ne getirecek? Yani bu sözünü ettiğimiz ve dünyadaki tarımsal üretimin önünde çok ciddi bir sorun olan, özellikle gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler için çok büyük bir sorun olan neoliberal politikaları anlatmaktan, önermekten öte yapabileceğimiz bir şey var mı? Biz kendi eksikliklerimizi görmeden, bunları rehabilite etmeden diyoruz ki: "Biz bu mahallenin -tırnak içinde- ağababasıyız. Zaten böyle bir kültüre de sahibiz." Etmeyin, gözünüzü seveyim. Yani bu koşullarla, bu siyasi yapıyla, böylesine bir gerçekliğe yabancı olma hâliyle bu meseleleri çözmek mümkün değil. Bunu görmek lazım.
Bir diğer mesele, İslam ülkelerinde bir gıda problemi olduğunu eyvallah ama zaten mesele temelde siyasi mesele. Müslüman Müslüman'ın kurdudur, bu lafı ben uydurdum şimdi. Kasıt şu: İslam ülkelerinin başı birbirleriyle dertte. Yani WikiLeaks belgelerinde Suudi Arabistan'ın Filistin'de Hamas'ı tasfiye etmek için İsrail'e kaç milyar dolar verdiği yayımlandı, biliyorsunuz. İslam ülkeleri demokrasi standardında geride olduklarından dolayı ciddi bir paylaşım sorunuyla karşı karşıyalar. Tarım ve gıda meselesi bunun mücavir alanı olarak ortaya çıkıyor ve burada hiç de dış mihrak, falan filan aramaya gerek yok. Müslüman ülkeler bizatihi birbirleriyle anlaşamıyorlar yani işte Suriye örneği son derece sıcak ve yakıcı bir örnek olarak ortada duruyor. Dolayısıyla İslam ülkelerine gıda, tarım, bunları ihraç etmekten öte İslam ülkelerinin Türkiye de dâhil olmak üzere, şapkasını önüne koyup ülkelerindeki demokrasi standardını yükseltmeye dönük, içindeki etnik meseleleri çözmeye dönük çözümler üretmesi lazım. O zaman, emin olun, gıda ve tarım sorunu çok rahatlıkla çözülür. 2 tane İslam ülkesi var demokrasi skalasında, bir tanesi Türkiye; 60 ülke var toplam, Türkiye de 60'ıncı sırada. Yani bütün İslam ülkeleri içerisinde Türkiye'nin bile durumunun böyle olduğu düşünülürse burada yalnızca bir tüzüğe imza atarak bu temel meseleleri çözeceğimizi hiç düşünmeyelim.
Son sözüm de şu olsun: Bu "Tarımsal hasılada Avrupa 1'incisiyiz." diye sürekli bir övünme hâli var. Tarımsal gayrisafi millî hasılayla bizimle nüfus açısından, toprak verimliliği açısından, tarımsal alan açısından eşit olmayan ülkeleri de kıyaslayarak bir sonuca varmak doğru değil. Bakın, bunu yapmayalım, bu doğru değil. 10 tane AB ülkesinin topraklarını topla, bir Türkiye yapıyor örneğin. O sebeple, dış ticaret istatistikleri açısından meseleye bakılırsa "Ne kadar satıyoruz? Satışımız ile alışımız arasındaki fark nedir yani ne kadar kâr ediyoruz?", bütün bunlara bakılırsa bu tablo daha net olarak görülür diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.