KOMİSYON KONUŞMASI

EMİNE GÜLİZAR EMECAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli Komisyon üyeleri, değerli basın mensupları ve katılımcılar, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız; hepinizi öncelikle saygıyla selamlıyorum.

Konuşmamın başında, 15 Temmuz hain darbe girişimini bir kez daha lanetliyor, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, ailelerine sabır, gazilerimize de geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

Bu darbe girişiminin siyasi ayağının ortaya çıkarılmasının da Türkiye Büyük Millet Meclisinin sorumluluğunda olduğunu ve bu konuda gereken adımların atılmasının gerektiğini de bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Sayın Başkan, değerli üyeler, değerli arkadaşlar; gecikmeli de olsa On Birinci Kalkınma Planı'nı görüşüyoruz. Aslında, bu gecikme bile bize planlamaya gösterilen önemi ve belirlenen hedeflere ulaşma konusunda ne kadar ciddi ve samimi olunduğunu da gösteriyor. Bu plan bir yıl gecikmeli olarak tarafımıza sunuldu. Ne zaman sunuldu? Temmuz ayında yani Meclisin kapalı olması gerektiği bir dönemde, acele bir şekilde hazırlanıp yetiştirildi. Normal koşullarda 3067 sayılı Kalkınma Planlarının Yürürlüğe Konması ve Bütünlüğünün Korunması Hakkında Kanun gereği bu planı Komisyonda yirmi gün, Genel Kurulda da sekiz gün görüşmemiz gerekirken iki gün Komisyonda ve bir gün de Genel Kurulda görüşerek kabul edilmesi bekleniyor. Diğer Komisyon üyelerimiz de usul üzerine yapılan konuşmalarda buna değinmişlerdi. Yani tabiri caizse, yangından mal kaçırır gibi bir aceleyle yapılması bile bize bu işin ciddiye alınmadığını gösteriyor. Halbuki böyle olmamalıydı. Böyle mi olmalıydı? Olmamalıydı. Kalkınma planları hedefi işaret eder. Plan yoksa bir hedef de yoktur diyebiliriz.

Ben çok kısa tarihsel sürece de değinmek istiyorum. Bazı arkadaşlarımız da değindiler katkı sunmak amacıyla. Biraz daha geriye gidersek, 1917'de Sovyet Devrimi'yle başlayan planlama deneyimi 1929'da dünyada yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası farklı şekillerde birçok ülke tarafından hayata geçirilmeye başlanmıştır. Sovyetlerdeki planlama döneminin başarıyla sonuçlanması diğer ülkelerin de planlama süreçlerine geçişinde etkili olmuştur. Ülkemizde de yine 1929 krizi sonrası planlama süreçleri başlamıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti dünyadaki ilk planlama deneyimlerinden kabul edilen sanayi planları doğrultusunda planlı bir sanayileşme sürecine girmiştir. 1930 tarihli İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor'la başlayan çalışmalar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin teknik ve mali yardımıyla hayat bulmuş, Sovyet uzmanların hazırladığı raporların yanı sıra, Amerikalı uzmanların raporlarından da yararlanılarak 1934 yılında sanayide planlı yıllar başlatılmıştır. Plandan çok bir projeler topluluğu olarak da anılan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı temel tüketim maddelerinin yurt içinde üretilmesini öngörmüştü. Plan sonrası, dokuma, maden, seramik, selüloz ve kimya alanlarında kamuya ait 20 kadar fabrikanın kurulması tasarlanmıştı. Şu önemlidir ki günümüze baktığımızda, özelleştirmeler sürecinde tek tek satılan fabrikalar cumhuriyetin ilk yıllarındaki bu planlar sayesinde kurulmuş olan fabrikalardır. Yani sanayileşmeden uzaklaşılmıştır, bunun da altını çizmek gerekir.

1936'daki İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı, 1937'deki üç yıllık maden programı planlama anlayışının yerleşmesi ve sanayileşmedeki gelişme açısından da önemlidir.

Burada da neyin hedeflendiği önemli. Bu projelerin uygulayıcıları, ulusal, ekonomik bağımsızlığımızı hedeflediği gibi, ulusal kaynaklarımızı kullanarak kalkınmayı hayata geçiren bir anlayışla o dönemde hareket etmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı'na ülkemiz girmemiş olsa bile bu büyük savaştan ekonomik olarak etkilenmemiz nedeniyle bu planlar bir süre sekteye uğramıştır. Daha sonra 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı hazırlanmıştır. Beş yıllık kalkınma planları hazırlanması dönemine geçiş ise Eylül 1960'da 91 sayılı Yasa'yla kurulan Devlet Planlama Teşkilatıyla başlamıştır. 1960'da kurulan Devlet Planlama Teşkilatı 2011 yılında çıkan kanun hükmünde kararnameyle lağvedilerek görevini Kalkınma Bakanlığına devretmiştir, 1960'dan günümüze kadar da 10 kalkınma planı hazırlanmıştır, bugün bu kalkınma planlarının 11'incisini görüşüyoruz.

Artık olmayan Devlet Planlama Teşkilatının hazırlamış olduğu kalkınma planlarının hedeflere ulaşma konusunda bugünle kıyaslandığında daha başarılı olduklarını da söyleyebiliriz.

Neredeyse bütün hedefleri şaşmış bir Onuncu Kalkınma Planı dönemini geride bırakmışken ve bu süreçte de ülkede bir yönetim sistemi değişikliğine gitmişken On Birinci Kalkınma Planı'ndan hiç umutlu olmadığımızı da belirtmek, altını çizmek isterim. Onuncu Kalkınma Planı'nda 2023 yılı için 25.000 dolar olarak konulan hedef, bugün 12.484 dolar olarak revize edilmiştir.

On Birinci Plan'da işsizliğe dair açıklamalar ise ilginçtir, açıklama aynen şöyledir: "2013 yılında yüzde 9 olan işsizlik oranı, izleyen yıllarda çalışma çağı nüfusunun yanı sıra, özellikle kadınlar olmak üzere, iş gücüne katılma oranlarındaki güçlü artışlar sebebiyle 2018 yılında yüzde 11'e yükselmiştir." Bu ne demektir, sormak istiyorum? "Aslında, gençlerin ve kadınların çalışmasını beklemiyorduk ama onlar istihdama dâhil değilken bir anda bu veriye dâhil olanların işlerini ellerinden alıp çalışmaya başladılar ve işsizlik yükseldi." denilmek mi isteniyor? Yani buradan bu anlamı mı çıkarmamız gerekiyor? Yoksa burada bunu açıklayabilecek bir uzman arkadaşımız varsa soru-cevap bölümünde de cevabını duymak isteriz. Burada "Kadınların çalışmamaları gerekir." gibi bir anlam da çıkarmak mümkün. Kimlerdir bu planı hazırlayanlar ve bu işsizliğin yükselmesine nasıl bir gerekçe bulmak açıklamasıdır? Bunu da anlayamadığımın altını çizmek istiyorum. Yine, aynı planda kadının iş gücüne katılım oranı 2012'de 29,5 iken 2018 hedefi 34,9 olarak konulmuştur. Bu da ayrıca bir çelişkidir, yukarıda bahsettiğim konuyla çelişmektedir.

7,2 olarak koyduğunuz işsizlik hedefi yüzde 11 oldu, maalesef, planlar çöktü, sistem de çöktü. Bugün ise resmî işsizlik yüzde 14'ü geçmiştir. 2012 yılında 10.504 dolar olan kişi başı millî gelir, Onuncu Plan sonrası TÜİK'e göre, 9.632, IMF'ye göre 8.716 dolar olmuştur.

2018 için yüzde 5,9 büyüme hedefi konulmuş, ortalama 2,6 büyüyüp 2018 son çeyrekte ise AKP'Iilerin tabiriyle yüzde eksi 3 küçülerek büyümüşüz ve o dönem bir bakan "tweet" atıp bu küçülmenin piyasa beklentisi olduğunu ve iktisadi faaliyette en kötüsünün geride kaldığını söyleyebilmiştir ama her gün bir diğer günden kötü olmaya devam ediyor, o bakan da hâlâ o koltuğunda oturmaya devam ediyor maalesef. Halkımızı da kendimizi de kandırmaya ne hakkımız ne de haddimiz var arkadaşlar. Pazardan eli boş dönen Türk halkı, aç kalan bizim çocuklarımız, ülke bizim ülkemiz. O nedenle, yönetemiyorsak bırakıp gitmeyi de bilmemiz gerek yetkililere duyurulur.

2018 yılı ihracat hedefi ne? 277,2 milyar dolar. Gerçekleşen ne? 168,1 milyar dolar. Aradaki fark neredeyse 100 milyar dolar, sapan hedef 100 milyar dolar. İlgili Bakanın açıklaması ne? "Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdık." Yani buna da "pes" dememek elde değil, bu kadar mı algı yönetimi için uğraşılır, biraz daha samimiyet gereklidir diye altını çizmek istiyorum. Ve bugün bu rakamlar daha da kötü. Ekonomiyi düzeltmek için halktan istenen yetki, maalesef, halkımızın sırtına yeni zamlar, yeni vergiler, yeni kurtarma paketleriyle daha ağır yükler olarak geri dönmekte.

Değerli arkadaşlar, kalkınma planları gerçekçi hedefler içermelidir. Kalkınma planları, aynı Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi, yatırıma, üretime ve kalkınmaya dönük olmalıdır. Bir sonraki seçimi de kurtaralım kaygılarıyla hazırlanan, gerçekçi hedeflerden uzak planlar ülkemizin sadece daha da fakirleşmesine neden olur ve o çok şikâyet ettiğimiz faiz lobilerine çalışır hâle geliriz. Cumhuriyet Dönemi'nin kazanımlarını AKP hükûmetleri maalesef yemiştir, yemiş ama yerine bir şey koymamış, sadece satmıştır.

Yol yapmak, köprü yapmak, hastane yapmak bir lütuf değildir değerli arkadaşlar ki yapılan yollar, köprüler, hastaneler vatandaşın vergisiyle birlikte, cebindeki paranın da yandaş şirketlere aktarılmasına dönüşmüştür. Halkın parasıyla yapılan ama pahalı olduğu için halkın geçemediği köprü, yol halkın değildir. İstanbul'dan bir örnek vermek istiyorum: İstanbul'da köprülerde tadilat sırasında trafiğin rahatlaması adına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu'nun indirim talebi kabul edilmedi, bu indirim bile halkımıza çok görüldü. "Planlar, hedefler bu şekilde mi uygulanacak?" diye de soralım?

Kalkınma Planları da aynı Merkez Bankası için savunduğumuz şekilde, sürdürülebilir, bağımsız ve gerçekçi bir şekilde uzman kişilerce hazırlanmalı ve uygulanmalıdır; "Yaptım, oldu." olmamalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlar, bu ülke için önemlidir ve yeniden açılmalarını bugün biz yeniden tartışmalıyız. Bir tek kişinin bütün kurulları bünyesinde topladığı, bütün politikaları belirlediği, bütün atamaları liyakati dikkate almadan yaptığı, her konuda kendini uzman ilan ederek ülke yönettiği bir sistemden ne planlama, ne kalkınma ne de halkın yararına politikalar çıkamadığını görüyoruz, yaşıyoruz.

Yine, On Birinci Plan'da şöyle bir cümle var: "Hukukun üstünlüğü, güçlü demokrasiyle korunan ve geliştirilen temel hak ve hürriyetler, kalkınma çabasının taşıyıcı sütunları olarak benimsenmektedir." deniyor. Biz yıllardır hukuk devleti olmanın ekonomimiz açısından önemini her fırsatta, her platformda vurguluyoruz. Planda geçen bu söylemin de çok gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Neden böyle düşünmediğimi de verilerle açıklamak istiyorum izninizle. Örneğin, Dünya Adalet Projesi tarafından hazırlanan Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde Türkiye, 126 ülke arasında 109'uncu sıradadır. Ülkelerin bulundukları coğrafi bölgeye göre de ayrıştırıldığı endekste, Türkiye içerisinde yer aldığı Doğu Avrupa ve Orta Asya grubunda ise önceki yıl olduğu gibi, 2019 yılında da son sırada yer alıyor. Türkiye, gelir grubuna göre yapılan sınıflandırmada ise içerisinde yer aldığı üst-orta gelir grubu ülkeler arasında sadece Venezuela'nın üzerinde kendisine yer bulabildi. Nijerya, Rusya, İran gibi ülkeler hukukun üstünlüğünde Türkiye'nin üzerinde yer aldılar. Türkiye, 2017 yılı endeksinde 99'uncu, 2018 yılı endeksinde de 113 ülke arasında 101'inci sırada yer almıştır yani her yıl daha da geriye giden bir hukukun üstünlüğü verilerine sahibiz. 2008'den bu yana her yıl açıklanan Hukukun Üstünlüğü Endeksi, ülkelerdeki hükûmetin gücünün sınırı, yolsuzluklarla mücadele, düzen ve güvenlik, yönetimin şeffaflığı, temel haklar, adil hukuk, cezai adalet ve idari yaptırımlarla ilgili görünümleri değerlendirilerek oluşturuluyor ne yazık ki.

Yine, Freedom House tarafından her yıl hazırlanan Dünya Özgürlükler Raporu'nda Türkiye'nin son iki yıldır, 2018 ve 2019 yıllarında özgür olmayan ülkeler kategorisinde yer aldığını, Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün her yıl yayınladığı Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması'nda 2019 yılında 180 ülke arasında 157'nci sırada yer aldığını da dikkatlerinize sunmak isterim.

Değerli arkadaşlar yani hukukun üstünlüğü, hak ve özgürlükler, adalet ve bağımsız yargı alanlarındaki politikalarımız ile ekonomik gelişme arasındaki bağı doğru değerlendirmediğimiz sürece bu ülkeye yatırım ve sermaye çekmemiz mümkün değildir.

Merkez Bankası yedek akçesinin Hazineye devri de ekonomik krizi önlemeye yetecek bir adım değildir.

Eğitim, bir ülkenin kalkınmasının en önemli göstergelerindendir. Gelişmiş ekonomilere baktığımızda sağlıklı bir eğitim altyapısına sahip olduklarını görürüz. Ülkemizde ise neredeyse her yıl değişen eğitim sistemleriyle gençlerimizin ve ülkemizin geleceğine yazık ediyoruz.

Yine On Birinci Plan'da şöyle deniyor: "Fen bilimleri, teknoloji, mühendislik ve matematik disiplinlerini entegre bir biçimde öne çıkaran bir yaklaşımla gerçek hayattaki sorunların çözümüne yönelik analitik, eleştirel, yaratıcı ve bilişimsel düşünme yetilerinin kazandırıldığı eğitim sistemleri önem kazanmaktadır." deniyor. 21'inci yüzyılda bu düşünce hâlâ beş yıllık kalkınma planının içerisindeyse yani bu "Önem kazanmaktadır." ibaresiyle geçiyorsa bu planları boşuna hazırlıyoruz demektir. Sanırım bu planın hazırlanmasında da Millî Eğitim Bakanımızın hiçbir katkısı olmamış, görüşü alınmamıştır. Çünkü Bakanlığın uygulamalarına baktığımızda, bilimsel ve çağdaş bir eğitimin değil, gerici ve bilimsel olmayan bir eğitim sisteminin tüm enstrümanlarıyla devreye sokulmaya çalışıldığını görebiliriz.

Öğrencilerin matematik okuryazarlığı, fen bilimleri okuryazarlığı ve okuma becerilerinin ölçüldüğü OECD'nin Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı -kısa adı PISA olan- kapsamında Türkiye'nin 2015 yılı sonuçlarına göre 72 ülke arasında 425 puanla fen bilimlerinde 52'nci olduğu, yine OECD ülkeleri arasında fen bilimlerinde Meksika'dan sonraki en kötü ülke olduğumuz gerçeği de ortadadır.

Eğitimli işsizlerin oranının yüzde 23'le 1 milyon 100 bine ulaştığı ülkemizde, kalkınma planlarında niyet belirtmenin değil, gerçekçi planlamalarla konulan hedeflere ulaşmanın önemli olduğu bir gerçektir. Eğitimli olmanın işsiz kalma riskini azaltması beklenirken, ülkemizde bunun tam tersinin olması eğitim sisteminin ve kalkınma planlarındaki eğitim ve istihdam ilişkisinin olmadığının bir göstergesidir.

Kendim de bir mühendis olduğum için, son yıllarda işsiz olan binlerce mühendisten kamuya daha fazla sayıda atanma talebi alıyorum. Her yıl on binlerce mezun veren mühendislik fakültelerinden son açıklanan kamuya atama sayısı sadece 77'dir.

BAŞKAN - Sayın Emecan, son iki dakika.

EMİNE GÜLİZAR EMECAN (İstanbul) - Bu da eğitimli işsizliğin ne boyutta olduğunun vahametini göstermesi açısından çok önemlidir. Geçen hafta Genel Kurulda da bu konuya değindim. 2017-2018 döneminde 10.280 inşaat mühendisi mezun olmuş, 47'si atanmış, 2019'da bu sayı 11'e düşmüş yani atanan öğrenci sayısı daha da fazla düşmüş.

Yine mimarlara baktığımızda, 2017-2018 yıllarında 8.784 mimardan 16'sı atanmış, 2019'da atanan sayı kaç biliyor musunuz? 1... Komedi gibi, komedi gibi, başka bir şey söylemiyorum. Burada nasıl bir eğitimden, nasıl bir istihdamdan bahsedebiliriz?

Yine On Birinci Plan'da, "Ekonomide istikrar ve sürdürülebilirliğin kalıcı olarak tesis edilmesi çerçevesinde, finansmana erişim imkânının kolaylaştırılması amacıyla Onuncu Kalkınma Planı döneminde ürün ve hizmet çeşitliliğinin sağlanmasına ve faizsiz finans sisteminin geliştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunulmuştur." deniyor. Oysa ülkemiz; Türkiye, 2 Mayıs 2019 itibarıyla yüzde 19,95 olan on yıl vadeli devlet tahvili faiziyle seçilmiş ülkeler arasında en yüksek faiz ödeyen ülke konumunda bulunuyor. Türkiye AKP'nin iktidarda olduğu son on altı yıllık dönemde -buna Ocak-Mart 2019 döneminde yapılan 3 milyar dolarlık ödeme de dâhil- dış borçlar için toplam 160 milyar dolar dış borç faiz ödemesi yaptı. Ülkemiz uzun vadeli borçlanmada dünyanın en pahalı borçlanan ülkesi konumunda bulunduğunun da altını çizelim. Türkiye, Brezilya, Meksika, Hindistan gibi diğer gelişmekte olan ülkelerin 2 katından fazla iç borçlanma faizi ödemek zorunda bulunuyor. İşte, doğru yapılmamış planlama ile gerçekleşme arasında bu kadar gerçekçi farklar ortaya çıkıyor maalesef. Şimdi ne olacak? Üç gün konuşup geçecek miyiz bu konuyu?

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

EMİNE GÜLİZAR EMECAN (İstanbul) - Toparlıyorum, son cümlelerim müsaade ederseniz.

BAŞKAN - Cümle değil de şeyinizi bitirin, ona müsaade edeyim ben.

EMİNE GÜLİZAR EMECAN (İstanbul) - Teşekkür ederim.

Aslında olması gereken, çöken ve adını bile koyamadığımız yeni yönetim sisteminin bir an evvel tartışmaya başlanması, yeni demokratik bir Anayasa'nın yapım sürecine bir an önce başlanması ve kuvvetler ayrılığının ve hukukun üstünlüğünün bir an önce yeniden inşa edilmesidir. Devlet kurumlarının eski ciddiyetine kavuşturulması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin etkinliğinin yeniden artırılmasıdır gerekli olan. İşte o zaman bir planlama ve hedeflere ulaşma sürecinden gerçek anlamda bahsedebiliriz.

Her şeye rağmen, umarım, On Birinci Kalkınma Planı, Onuncu Kalkınma Planı kadar hüsrana uğratmaz bizi. Hayırlı olmasını diliyorum.

Teşekkür ediyorum.