KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkanlar, değerli üyeler; evet, gerçekten tarihî bir gün bugün ve sabah on birden bu yana bunu ben hissederek yaşıyorum dinleyerek de, ne kadar önemli bir gün yaşadığımızı sürekli duygularımızı paylaşarak dile getiriyoruz. Dolayısıyla emeği geçenlere teşekkür etmekle söze başlamak istiyorum. Tabii ki yinelenmiş olanları tekrar etmemek kaydıyla doğrudan konuya giriyorum. Ben kendi açımdan, bizim Anayasa Komisyonu açısından da teşekkür ediyorum. Çünkü eğer bu öneri gelmeseydi Anayasa Komisyonu toplanamamış olacaktı. Zira, hatırlayacağınız üzere, Anayasa Komisyonu tam yirmi ay önce, seçimden sonra, uzlaşmacı İç Tüzük değişikliğiyle ilk ve son toplantısını yaptı ve bu vesileyle toplanıyoruz, hani bu olmasaydı belki de yirmi ay daha toplanamayacaktı ve dönem sona erecekti. Şimdi, neden bu önemli? Çünkü Anayasa Komisyonunun bir Mecliste özellikle ilk sırada yer alan İç Tüzük açısından çalışmıyor olması, işletilmemesi birçok açıdan sakıncalı bir durum, bir sorun yaratmaktadır. Buna değineceğim ben. Önce buna değinerek konuya başlayacağım. Daha sonra bir miktar hukuki bakış açısını ihmal etmeden Türkiye'nin anayasal ve siyasal tarihine darbeler ve devamlılık açısından bakacağım. Üçüncü olarak darbelerden doğan mağduriyetler arasında ayrım yapmama ilkesini vurgulayabileceğim ve nihayet barış belgesi olarak Anayasa ne ifade ediyor bizim için ve bugünkü toplantı buna nasıl katkıda bulunabilir, bu konuda birkaç görüşümü beyan ederek sözlerimi toparlayacağım, tamamlayacağım.

Şimdi, bugün tabii altmış yıl öncesine gidiyoruz. Bilmiyorum kaç kişi yaşadı altmış yıl öncesini ama ben, belleğim altmış yıl öncesine giderek, aynı zamanda ilkokul öğrencisi olarak iki şeyi hatırlıyorum, sonra söyleyeceğim. Ama böyle bir toplantının altmış yıl öncesinden daha çok, gelecek altmış yıl için önemli ve işlevsel olacağını düşünüyorum. Çünkü bilindiği gibi -çoğunuz hukukçusunuz ama hukukçu olmayanlar da biliyor- hukuk geçmişe değil geleceğe uygulanır. O nedenle biz ne kadar altmış yıl öncesinin sorununa çözüm bulmaya kalkışsak da bu belirli bir eşiğe kadar mümkün olur. Bu bakımdan hukukun bu temel işlevini vurguladıktan sonra hukukla eş kavram olan adalet de ne kadar yakın zamanda olursa, ne kadar yakın mekânda olursa o kadar adalet tecelli eder. Zaman geçildikçe, açıldıkça, mekândan uzaklaşıldıkça adalet de, adaletin tecelli etmesi de zorlaşır, tıpkı şimdi yaşamakta olduğumuz süreç açısından söz konusu olduğu gibi.

Sayın Başkan, özellikle Anayasa Komisyonu Başkanı olarak size hitap ediyorum. Yirmi ay dedim. Anayasa Komisyonuna havale edilmiş olan 99 tekliften bugüne kadar sadece 1 teklif görüşülebildi. Bu tabii ki Anayasa Komisyonun çalıştırılmaması değil de çalıştırılması gereğini ortaya koyabilme olanağı bakımından önem taşımaktadır çünkü diğer komisyonlar şu ya da bu biçimde çalıştı. Ben kaç komisyona gittim bilemiyorum ama en az 30 kez diğer komisyonlara katıldığımı söyleyebilirim.

Şimdi, bu açıdan tabii şöyle bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz Anayasa Komisyonu bakımından. Anayasa değişikliği olmayabilir, Siyasal Partiler Yasası veya Seçim Kanunu olmayabilir ama birçok komisyonda görüşülen konuların Anayasa Komisyonuyla ilişkili olduğunu gördük, saptadık. Tali komisyon olarak Anayasa Komisyonu işletilebilirdi veyahut da birçok komisyonda Anayasa Mahkemesi kararının üzerine yeniden düzenleme yapan bir yasa önerisini görüştük; bu durumda herhâlde Anayasa Komisyonu öncelikle olarak devreye sokulmalıydı. Benim burada elimde birçok sayı var, istatistiki bilgi var ama sizi bununla boğmak veya meşgul etmek istemiyorum. Amaç o değil ama en azından Sayın Başkan Vekilimiz -o zaman başkan vekili olarak- yanıtlamıştı. Bir kez çağrıldık biz ama 26/5'e göre reddettiniz. Pekâlâ Anayasa Komisyonu çağrılabilirdi ama bugün geç de olsa bugünkü toplantıda bundan sonrakiler için bir vesile olsun diye düşünüyorum. Çünkü burada 24 torba kanun ve 25 kot kanun. Aslında yüzde 60'ı torba kanun biçiminde yapılan düzenleme oldu. Bu bile Anayasa Komisyonunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor çünkü esasen sizlerin "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" adını verdiğiniz hükûmet sisteminde torba kanun, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi nedeniyle artık tarihe karışmış olmalıydı ama yine buna devam ediliyor.

Şimdi neden Anayasa Komisyonu önemli? İç Tüzük'ün 38'inci maddesi bakımından. Bildiğiniz üzere madde 38 bir ön sorun olarak ve münhasır yetki olarak, her yasa önerisinin Anayasa'ya uygunluk incelemesini, denetimini komisyona bırakıyor ama benim gördüğüm, komisyonların büyük kısmında "Hayır, o konu komisyon öncesi incelemeyle halledildi." biçiminde bir savunmayla bu 38'inci madde işletilmiyor. Tabii bu 38'inci maddenin işletilmeyişine torba yasa eklenince o zaman her ikisi birlikte açık Anayasa'ya aykırı durumlar oluşturmakta ve bu açıdan Anayasa Mahkemesinin de yasaların Anayasa'ya uygunluğunu denetlerken önüne torba kanun geldiği zaman çok zorlandığına tanık oluyoruz çünkü orada da bir uzlaşma var. Bakıyor Anayasa Mahkemesi Başkanı, 30 ayrı kanunda değişiklik yapan bir yasa, kot kanunu için -örneğin mülkiyet hakkıysa- uzmanlaşmış olan bir raportörü tayin ediyor ama 30 ayrı raportörü tayin edemeyeceğine göre o zaman ister istemez biraz bu iş uygulamada nasıl olacak, onu görelim şeklinde daha çok Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptal edecekken ret sonucuna ulaşabiliyor Anayasa Mahkemesi.

Bu bakımdan, bugünkü toplantının esasen bu Anayasa Komisyonunun bundan böyle işletilebilmesi ölçüsünde bizim sürekli dillendirdiğimiz nitelikli yasa sürecine katkıda bulunması açısından çok önemli bir aşama olabileceğini düşünüyorum. Çünkü hani Anayasa değişikliğinin bir anlamı olacaksa, yasa taslağı, tasarısı artık olmadığına göre, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi olanağı var olduğuna göre, o zaman önceki dönemde olduğu gibi torba yasa yoluyla bu yasama faaliyetini sürdürmek esasen bu sistemin de özüne ve ruhuna aykırılık teşkil etmektedir. Bu itibarla sevgili Meclis Başkan Vekili de hazır aramızdayken -biz Sayın Mustafa Şentop'un gelmesini temenni ederdik ama- eğer sabahtan bu yana çok farklı siyasal görüşe mensup üyelerin sürekli vurguladığı üzere Meclisi saygın kılmak istiyorsak o zaman Anayasa Komisyonunu işletelim ve yasa önerilerinin tali komisyon biçiminde de olsa Anayasa'ya uygunluk incelemesini yapalım. Bu şekilde nitelikli yasa sürecine katkı sunabiliriz. Zira asli ve genel yetki, Türkiye Büyük Millet Meclisinin sahip olduğu bu yetki, Anayasa'ya saygı kaydı altında ancak nitelikli yasa yapılıyorsa buna uyulmuş olur. Bu da tabii Meclisimizin özerk yetki alanına işaret etmemizi gerekli kılar ki özerk yetki esasen komisyonların işletilmesiyle kullanılabilecek olan bir yetkidir ve bunun da başında Anayasa Komisyonu gelmektedir. Şu hâlde bugünkü toplantıda yapılan teşekkürlere bir de Anayasa Komisyonunun öne çıkarılmış olması açısından yeni bir halka eklenmiş oluyor.

Şimdi Anayasa Komisyonu işletilsin dedik nitelikli yasa için ama Anayasa da aslında saygı görmeli. Çünkü bir tür geçen yıllardan kalma "parlamenter rejim bekleme odasına alındı" veyahut da "Anayasa suçu işleniyor" gibi deyişler, aslında bugün de belki çok iyi niyetle ama farklı biçimlerde tanık olduğumuz fiilî durumlar nedeniyle bir anayasal devlet miyiz yoksa anayasasızlaşma ivmesi de zaman zaman öne çıkıyor mu sorusunu sorabiliriz. Bunun için izninizle, mademki bugün biraz serinkanlı konuşmak durumundayız, son iki üç aydır çok övdüğümüz hızlı karar alma, Bakanlar toplantısı, her hafta Bakanlar Kurulu toplantısı ama "Bakanlar Kurulu" diye bir kurul olmadığı için "kabine" deniyor ama demek ki buna bir ihtiyaç varmış. Şu hâlde Bakanlar Kurulunun kaldırılmış olmasının ortaya çıkardığı boşluk, hata aslında Covid-19 musibetiyle kendini gösterdi ve şu hâlde bu da esasen anayasal tartışmalarımızın merkezine oturması gereken bir husus; anayasasızlaştırma sürecine hayır, anayasalaşmaya evet, anayasal yönetime evet diyebilmek için. Yani kurul hâlinde yönetim, kurul hâlinde siyasal karar mekanizması yokluğunun sıkıntısını çekmekteyiz. Zannediyorum karar mekanizmasının başında bulunan kişi de bunu fark ediyordur.

Şimdi, ikinci olarak esasen bugünkü konumuza geldiğimiz zaman "Darbeler ve devamlılık" başlığı altında buna değineceğim. Türkiye'nin anayasal ve siyasal tarihi darbeler ve devamlılık. Bu başlığı Sayın Başkan, sizin ve Sayın Şentop'un imzanızın bulunduğu ana gerekçenin sondan ikinci ya da üçüncü paragrafı tırnak içerisine alarak başladım. "27 Mayıs 1960 tarihi hukukun araçsallaştırıldığı, millî iradenin tepesinde bir kılıç gibi sallandığı bir dönemin miladıdır. Yassıada yargılamaları ve akabinde gerçekleşen idamlar, neden oldukları bireysel mağduriyetlerin yanı sıra toplumsal ve siyasal hafızamızda tamiri çok zor yaralar açmıştır. Söz konusu yargılamaların sebep olduğu mağduriyetlerin ve açtığı toplumsal yaraların mümkün olduğu ölçüde giderilmesi, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasama organına düşen başlıca ödevlerden biri olarak telakki edilmelidir." Herhâlde bu saptamaya burada hiçbir üye katılmazlık edemez. Önemli ve gerçek bir saptamadır ve belirttiğiniz gibi sizin de bugün 27 Mayıs af yasaları dizisinin üçüncü eşiğindeyiz. Herhâlde bu büyük ölçüde bugün tamamlanmış olacak.

Aslında bu konuda 6111 sayılı Yasa'yla 12 Eylül mağduriyetlerine ilişkin bir kısmi düzenleme de yapılmış bulunuyor 2011 yılında. Bunu da tabii sizler yaptınız, o zaman ben Mecliste değildim. Ama yine her birinizin değindiği üzere 12 Eylül mağduriyetlerinin, bugün 61 Anayasası'nın mağduriyetlerinin -daha yakın olduğu için- çok yönlü olarak, çıplak bir biçimde devam ettiğini görmekteyiz ve cumartesi anneleri örneğinden tutun da gözaltında kayıplara kadar, toplu mezarlara kadar -şimdi çizelgeyi burada oluşturacak değilim- hepimizin belleğinde bulunuyor bu ortak acılar ve bu acılara karşı hukuk yoluyla çözüm yolları.

Şimdi, bu açıdan benim yapacağım bir iki anayasal saptama olacak. Doğru, darbeleri 27 Mayıs darbesi başlattı ve anayasal kırılmalar da o sırada ortaya çıktı fakat şu da bizim bir gerçeğimizdir. Darbeler büyük kırılmalar yarattı, çelişkiler yarattı fakat darbeler kopuşlar yarattı. Ancak bazı tarihsel gerçeklerimizi göz ardı etmeye çalışsak da bunları ortak mirasın dışına itemeyiz, bunlar arasında belki kırılmalara karşı devamlılıklar da var ve bu devamlılıkları da saptamak bizim görevimiz olmalı. Yani bugün her şey kötüydü dersek o zaman geleceğe yönelik olarak umutla bakma ihtimali zayıflayabilir.

Şöyle ki: Şimdi, Osmanlı-Türkiye anayasacılığına baktığımız zaman hani Anayasa'nın yüz yıl öncesinde yapılan tanımı doğrultusunda bir ilerleme olduğunu görebiliyoruz. Yani bir yandan iktidar sınırlandırılıyor, öte yandan özgürlükler güvence altına alınıyor. Mesela, 20'nci yüzyıla baktığımız zaman darbelere rağmen, kırılmalara rağmen, kopuşlara rağmen bu doğru devam ediyor. Bu açıdan, kopuşlarla birlikte, kırılmalarla birlikte biz hem çelişkileri saptamak durumundayız hem de bu devam eden özelliklerimizi de vurgulamamız gerekir. Çok kısa olarak, evet, demokrasi askıya alınıyor, Anayasa askıya alınıyor, kurumlar lağvediliyor 27 Mayısta olduğu gibi, 12 Eylülde olduğu gibi. Fakat bunlara rağmen devam eden özelliklerde mesela cumhuriyet hiçbir zaman askıya alınmadı veya yurttaşlık hiçbir zaman askıya alınmadı veya teşebbüs edilmedi veya laiklik hiçbir zaman askıya alınmadı. Daha birçoğunu sayabilirim ama ben hani şeye nazire olsun diye demokratik askıya alma, anayasal askıya alma, kurumsal askıya alma gibi temel kırılmaların yanında aslında belki birtakım ikiyüzlülükleri de barındırıyor olmakla birlikte askıya alınmadı işte, 12 Eylülde de gördüğümüz üzere. Mesela, 12 Eylülde Avrupa Konseyi "Üyeliğinizi askıya alacağım." dedi albaylar cuntasının döneminde askıya aldı Yunanistan'ın üyeliğini, bizim askerî yönetim "Hayır, askıya almayın, biz olağan döneme geçeceğiz, insan haklarına saygılı yönetimi oluşturacağız." vaadinde bulundu ve üyeliğimiz askıya alınmadı. Şimdi, bu tür hususlar aslında belki bugün kısa da olsa hatırlanmalı.

Şimdi, bu bakımdan tepki anayasası söylemi ve devamlılık dikkatinizi çektiği gibi... Mesela, darbelerde tepki anayasası çıkıyor ama öbür yandan bir devamlılık süreci de söz konusu olabiliyor ya da devamlılıkta farkına varmadığımız kopuşlar oluyor. Mesela, 2017 Anayasa değişikliği biraz önce belirttiğim gibi şöyle bir kısırdöngüyle bizi karşı karşıya getirdi. Osmanlı cumhuriyet anayasal kurumlarının yürütme kısmını ortadan kaldırdı. Şimdi, yürütme kısmını ortadan kaldırınca haliyle 1961 Anayasa'sının 82'nin, 24'ün, 1876 Anayasası'nın yürütmesi ortadan kalktı fakat 61 Anayasası'nın tek siyasal kurumu kaldı toplu karar olarak, Millî Güvenlik Kurulu. Şimdi bu da aslında bir kısırdöngü olarak saptanması gereken bir husustur çünkü siz bir darbeye karşısınız, anayasasına karşısınız ama bütün Osmanlı cumhuriyet anayasalarının kolektif siyasal karar mekanizmalarını kaldırıyorsunuz ama darbe sonrası hazırlanan 61 Anayasası'nın Millî Güvenlik Kurulunu hem de daha etkin bir biçimde Anayasa'nızda muhafaza ediyorsunuz.

Şimdi, bu açıdan bence tabii burası yeri değil ama kuşkusuz bunu farklı biçimlerde tartışacağız. Bizim devamlılık ve kırılmalar dediğimiz manivelada veya tahterevalli sürecinde anayasal ve siyasal gelişmelerde bunları askerî darbelerden sonraki tepki anayasacılığı ile askerî darbe söz konusu olmadığı hâlde tarihsel mirasımıza yönelik bir tür yadsıyıcı ya da inkâr edici hususları da hatırlamamızda yarar var. Daha doğrusu gelecek altmış yılı ancak bunların muhasebesini soğukkanlı ve bir bütün olarak yapabildiğimiz ölçüde söz konusu olabilir diye düşünüyorum.

Buradaki son kısırdöngüye şöyle değinmek istiyorum: Bu salonda kuşkusuz bugün ortak bir konu üzerinde toplanmış bulunuyoruz ama 2017 Anayasa değişikliği üzerine ciddi bir ayrışma var ve 2017 Anayasa değişikliğini savunanlar değişikliğe kadar hep Anayasa'yı gündemde tuttular, değişiklikten sonra âdeta Anayasa'yı unuttular. Bu aslında bir anomalidir, bunu aşmamız lazım. O zaman hani biz anayasal devlet veya hukuk devletini kurmakta zorlanırız tıpkı Anayasa'ya saygıda olduğumuz gibi.

Şimdi, üçüncü başlık, darbe mağduriyetleri arasında ayrım yapmamaktan ne kastediyorum? Şimdi, burada iki üçlü var. Bir, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül; ikinci üçlü ise 28 Şubat, 27 Nisan ve 15 Temmuz. Şimdi, tabii ki Sayın Bilgiç sabahleyin "27 Mayısı ayrı tutuyoruz." dedi, doğru, ayrı tutmakta yarar var çünkü bunun simgesel bir anlamı var fakat biz 27 Mayısın sonuçlarını burada sayılıyor işte bütün bu yargılanan 600 küsur kişi hakikaten kabul edilebilir değil, bunu lanetlerken o zaman 12 Mart veya 12 Eylül sonuçları için amalar fakatlar kullanırsak, bunlar için amasız fakatsız diyoruz, onlar için amalar fakatlar kullanırsak o zaman bugün bu yasa önerisiyle amaçladığımız toplumsal barış ve adil yargılanma hakkının tesis edildiği bir toplumsal gelecek inşa etmemiz çok zor olur veya mümkün olmaz. Bu açıdan 12 Mart ve 12 Eylülün acı sonuçlarını da giderici düzenlemeleri mutlaka gündeme getirmemiz gerekiyor nitekim bu konuda bizim değişiklik önergelerimiz de söz konusu olacak, bütün bu yapılan öneriyi aynen kabul ediyor olmakla birlikte. Peki, ikinci üçlüye nasıl değinebilirim? 28 Şubat en şeyi ama 21'inci yüzyılın 27 Nisan, 15 Temmuz. Şimdi, burada şöyle bir durum var: Şu anda 2 vekil şeyde diyor ki, 28 Şubat mağduru vekil, 2'si de Prof. "28 Şubat mağduruyuz biz ama o zaman kapısını çalacağımız mahkeme vardı, hakkımızı da aldık." Ama tabii ki bu 28 Şubatı kesinlikle meşrulaştırma çabası da değil, onun da kalıntısı olan haksızlıkları mutlaka gidermek gerekir ama şunu unutmayalım: 28 Şubatla ilgili hesaplaşma devam ediyor çünkü siyasal güç dengeleri bu hesaplaşmayı olanaklı kılıyor fakat unutmayalım sayın vekiller, 27 Nisan için hesaplaşma olmadı. İkincisi, evet, 15 Temmuz konusunda büyük başarılar var ama 15 Temmuz sonrasında 15 Temmuz darbe girişimine karşı ilan edilen olağanüstü hâlin biri eğer o sabah değinilen Anayasa değişikliği için, istismarcı Anayasa değişikliği için kullanılmışsa diğeri ise 15 Temmuz darbe girişimiyle hiçbir biçimde ilgisi olmayan kesimleri için kullanıldığını ve bunun şu anda bile çok büyük bir mağduriyetlere, neden olduğu mağduriyetlerin sürdüğünü, sadece sizlerle BAK örneğini paylaşmak suretiyle belirtmek istiyorum. Barış için akademisyenler... Şimdi, neden tipiktir BAK örneği? OHAL biliyorsunuz, Olağanüstü Hâl İşlemleri İnceleme Komisyonu ve olağanüstü hâl kararnameleri ek listelerinde adları yer alan kişilerin başvurabileceği tek merci olarak o öngörüldü. Şimdi, barış için akademisyenler sayısı 1.128 veya sonradan eklenenlerle 2.212. Burada ben size onların haklı ya da haksız olduğu konusunda herhangi bir açıklama yapmayacağım, sadece birkaç bilgi vereceğim. Şimdi, bu fiil suç değil, Anayasa Mahkemesi de saptadı fakat varsayalım ki suçtur, bir suçun, bir fiilin 1 yaptırımı olur. Burada en az 11 yaptırım var. Şimdi, bu şeylerin çoğu hâlen üniversitelerde, hâlen üniversitelerde barış akademisyenlerinin önemli bir kısmı üniversitelerde ama kimler üniversite dışına itildi, kimler ki üniversite, MİT, YÖK, Hükûmet iş birliği dalgasına girdi, onlar üniversite dışına itildiler ve onların çok büyük bir kısmı...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim.

Şimdi, burada tabii, hani bir anomali var, yani suç ve ceza bakımından anlaşılmayan bir durum var, bir kısmı üniversitelerde görevlerini yapıyorlar, bir kısmı üniversite dışında üç yıl dört yıldır ve mahkemelere gidemiyorlar ve Anayasa Mahkemesi kararına rağmen bir yıl geçtiği hâlde OHAL hiç karar vermiyor bu konularda. Şimdi, yani eğer biz hakikaten hukuk devletinin asgari standartlarını burada konuşabiliyorsak, bunlar bizde de var diyorsak ve biz 27 Mayıs darbesinin altmış yıl önce neden olduğu mağduriyetleri hukuk yoluyla çözmeye çalışıyorsak ama buna karşılık bugün yaşamakta olduğumuz bu hukuk dışı dramatik durumlara karşı gözümüzü kapatıyorsak, onu görmezden geliyorsak o zaman ciddi bir içtenlik sorgulamasına tabi tutmamız lazım, çifte standartla çünkü inandırıcı olmamız mümkün değil. Buradaki sayıları sizinle paylaşmama hiç gerek yok ama bu barış akademisyenleri adı verilen kişiler arasında Avrupa mahkemesine yargıç olarak aday gösterilen bile var yani bakıyorsunuz biri Avrupa mahkemesine aday gösterilebiliyor suçlu ise ama öbürü dünya çapında ömür boyu bütün kamusal haklardan yoksun kılınabiliyor. İşte bu bakımdan benim ikinci üçlü dediğim 28 Şubat evet hesaplaşmaya devam edelim, 27 Nisan hiç hesaplaşma olmadı, aslında onunla da hesaplaşılmalı, uzaklaşmayalım zamandan ama bugün yaşamakta olduğumuz o 15 Temmuz hain darbe girişiminin artçıları ve değindiğim o yönü ben sadece çok belirgin olan bir mağduriyetler kategorisine değindim ama tabii ki Anayasa da ayrı bir sorun.

Şimdi, bütün bu söylenenlerden sonra çok kısa olarak peki, biz acaba bir barış belgesi olarak Anayasa'yı nasıl algılayabiliriz, bu konuda da birkaç söz söylemek üzere sözlerime son vereceğim. Şimdi, her şeye rağmen kırılmalar, darbeler, kesintiler, anayasa hukuku tarihimiz oldukça zengin, bunu kabul etmemiz gerekiyor, yaklaşık yüz elli yıllık bir tarih ve bu tarih zengin bir tarihtir. Öncelikle bu anayasal birikimin farkında olmamız gerekiyor ve anayasal kazanımları ortaklaşa sahiplenmemiz gerekiyor. Bu hatta darbe anayasası olarak eleştirdiğimiz 1982 Anayasası'nın özellikle 1987, 2004, kısmen 2010 da dâhil olmak üzere, bu yelpazede dâhil olmak üzere anayasacılıkta o başlangıçta belirttiğim iktidarın sınırlandırılması ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda hayli yol almış bulunuyoruz. Bu hem anayasa insan haklarına saygılı devlet açısından hem Türkiye'nin uluslararası yükümlülükleri açısından, adil yargılanma hakkı açısından, biraz önce değindiğim askerî yönetimde bile biz Avrupa Konseyinin hükümlerine, gerekliliklerine saygılıyız biçimindeki bir o içeride astığı astık, kestiği kestik bir yönetimin Avrupa'ya karşı böyle bir beyanda bulunması esasen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Cumhuriyet Halk Partisiyle başlayan ve Demokrat Partiyle devam eden, daha sonra Adalet Partisinin ve diğer partilerin de Cumhuriyet Halk Partisinin ileriye götürdüğü mekanizmalar bütününün askeriyeyi bile gerilettiğini gösteriyor yani bunlar bizim anayasal kazanımlarımız aslında hükûmetler ötesi kazanımlardır, Türkiye Cumhuriyeti'nin kazanımlarıdır ve herhangi bir hükûmete indirgenemeyecek kadar önemli kazanımlardır. Şimdi, bunun, bu birikimin farkında olmamız gerekiyor, bu birikim konusunda bir kez asgari ortak paydalar aramızda bulunmalı ve tabii bu olunca bir iki cümleyle de kazanımlara değinmek istiyorum. Anayasal gelişmeler düzleminde bizim Anayasa hukukumuz kırılmalar olsa da 1876'dan 2020'ye kadar pozitif hukuk düzlemindeki ve uluslararası hukuk önündeki kazanımları kesinlikle göz ardı etmemiz gerekiyor. Ama mesela, 2011-2013'te burada Mecliste Uzlaşma Komisyonunun 60 madde üzerinde sağladığı uzlaşma ve daha sonra 80 küsur madde üzerindeki uzlaşma da bizim için çok değerlidir. Ben sivil toplum örgütlerinin Anayasa üzerinde bizdeki kadar çalıştığı bir başka toplum, bir başka devlet görmedim. Bu konuda âdeta bir hazine söz konusu, sivil toplum emeği dediğimiz bir emek var ve bunun da mutlaka Meclisimiz tarafından dengelenmesi gerekir. Bu çerçevede değinmek istediğim, anayasal denge ve denetim düzenekleri, gerek yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında ve içinde, gerek bunlar arasında, gerekse bu erklerde devletin diğer organları arasında -örneğin, üniversiteler, bağımsız idari otoriteler- gerek merkez ve yerel yönetimler arasında, devlet organları ile uluslararası örgütler arasında, devlet ile toplum arasında olması gereken demokratik denge ve denetim düzenekleri aslında bizim anayasa hukuku tarihimizde vardır ve bu da bizim kazanımlarımız arasında yer almaktadır.

Şimdi, bu açıdan bakıldığı zaman neden biz 2017 Anayasa değişikliğini sorguluyoruz? Sabahleyin bunu "istismarcı Anayasa değişikliği" olarak nitelendirdi Sayın Muharrem Erkek. Neden sorguluyoruz? Çünkü biz öncelikle bu anayasal kazanımlarımıza sahip çıkmak istiyoruz, bu tarihsel birikimimize sahip çıkmak istiyoruz. Bu sadece cumhuriyet değil, sadece meşrutiyet değil, Tanzimat değil, sonuç olarak bizim Divan-ı Hümayun, Orhan'dan bu yana 1300'lü yıllardan beri oluşmuş Sadaret Makamı, Heyet-i Vükela yani yürütmenin çift başlı olması bizim tarihimizin derin bir parçasıdır ve bundan vazgeçilemez. Bu açıdan 16 Nisan 2017'de bir anayasa hatası yapılmıştır. Biz anayasal birikimimiz, anayasal kazanımlarımız adına bundan vazgeçilerek anayasal denge ve denetim mekanizmalarına dönüşü savunuyoruz. Bu nedenle bu tür mekânlar bunları da serinkanlı bir biçimde konuşabileceğimiz mekânlar olmalı çünkü hatırlarsanız, 2017 değişikliğinden sonra 2018'de, iki yıl önce buraya geldik, atışmaya başladık birbirimizle "Siz mi iyi yaptınız, biz mi iyi yaptık?" diye. Ama biraz önce verdiğim Covid örneği gösterdi ki iki yıllık uygulamada kolektif siyasal karar mekanizması olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti gibi bir büyük devletin yönetilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor. Bu açıdan bu konuda da kesinlikle anayasal ortak paydalar konusunda konuşabilmemiz gerekiyor. Bunun için -benim çok önemsediğim bir kavram- anayasal bilgilenme hakkı dürüstlük açısından önemlidir. Birbirimizin görüşüne katılmayalım, eleştirelim, yerden yere vuralım kabalık yapmadan ama doğru kuralım yani teşhisi doğru koyalım. Biz yine farklı çözüm yolları önerelim. Şimdi, bizim bu eksiğimiz nedeniyle anayasal bilgilenme hakkı yerine anayasal bilgi kirliliğini öne çıkarmamız nedeniyle ortak yol haritasını çizmemiz zorlaşıyor. Az önce söylediğim gibi, Anayasa Komisyonunu toplamayışımız nitelikli anayasa sürecine katkıyı engelliyoruz ve nitelikli yasama olmayınca anayasasızlaştırma sürecine ivme kazandırmış oluyoruz. Dolayısıyla demokratik anayasa üzerinde, demokratik anayasanın asgari standartları üzerinde tartışamıyoruz.

Şimdi, bu çerçevede bence Anayasa bir çatışma belgesi değil, biz uzlaşma belgesidir. Bunu hepimizin kabul etmesi gerekir. Bunu kabul ettiğimiz sürece zaten olağanüstü ortam ve koşullarda biraz kamplaşarak yaptığımız Anayasa değişikliğini aşmak için bizim var olan tarihsel birikimimizin yardımcı olabileceğini söyleyebiliriz.

Şimdi, son olarak, ben "anayasal yurtseverlik kavramını" kullandım. Tabii ki Sayın Akçay yok ama Sayın Fethi Bey var burada. Sayın vekiller, üç hususu -Sayın Bülbül'ün gelmesi de iyi oldu- ben bir hesaplaşma adına değil de bir soğukkanlı, serinkanlı düşünme adına belirteceğim. İlkokul öğrencisiydim, iki şeyi hatırlıyorum: Sayın Türkeş'in radyodan 27 Mayıs beyanını ve babamın devlet memuru olarak bahçede bizi yakalaması "Haydi eve örfi idare ilan edildi." demesi. "Örfi idare" kavramını da ilk kez o zaman duydum.

OTURUM BAŞKANI EMİNE ZEYBEK - Hocam, pardon, saygısızlık olarak addetmezseniz, kırk dakika oldu.

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Oldu mu? Eyvah, tamam, özür dilerim, dört dakika bile olmayacak, hemen bitiriyorum, son cümlemdi zaten.

Şimdi, neden bunu belirttim? Biz Sayın Türkeş'in adını geçen yıl üniversiteye verdik. Bir karşı şeyimiz yok, bir olgu bu. Şimdi, elimde bir kitap var: "La revolution militaire de 1960 en Turquie" Türkiye'de 1960 Askerî Devrimi. Şimdi, bu kitap İsviçre'de 1963'te yayınlanmış, acaba bunun yazarı kimdir, hangi anayasacıdır? Kafanızda hemen Türkiye'de sağ-sol şablonunda bu işte olsa olsa... Ali Fuad Başgil yazmıştır 1963 yılında. Ben olsaydım bugünkü anayasacılık bilgimle "La revolution" yerine "La coupe de militaire" derdim. "La revolution militaire" diyor. Şimdi, biz söylüyoruz ya "Niçin 'devrim' 'ihtilal' dedin, yanlış yaptın." Serinkanlı davranmak için bu örneği verdim, birinci örnek, Sayın Türkeş örneğini. Üniversite adı devamlılık şeyinde yer alıyor. Bu o zaman daha sonra farklılaştı. Üçüncü örnek de biraz önce belirttiğim gibi, sonuç olarak, evet, 1961 Anayasası özgürlükçü bir yaklaşımla hazırlandığı hâlde vesayet kurumlarını getirmiştir. Onun başında Millî Güvenlik Kurulu yer almaktadır ama biz üç yıl önce bütün kolektif siyasal karar mekanizmalarını kaldırdık, bir onu tuttuk. O zaman demek ki biraz daha serinkanlı yaklaşmamız gerekir tahlile gelecek altmış yıla umutlu bakmamız için.

Ve son sözüm, anayasal yurtseverlik kavramını şu bakımından tutalım: Kapsayıcı kavramları kullanalım yani demokrasiyi, insan haklarını, insan haysiyetini, cumhuriyeti, hukuk devletini, bunları kullanırsak biz ülkemizi daha çok severiz, barışı daha çok inşa edebiliriz. Bu şekilde, anayasal kazanımlarımızı, anayasal birikim farkındalığını paylaşabilmemiz için darbelere de biraz daha serinkanlı, biraz daha vekiller gözüyle daha üst düzeyde bakalım ve darbelerle hesaplaşmayı daha serinkanlı ve daha eşit biçimde yapalım. Öyle yaparsak ben eminim ki geleceğe yönelik olarak hem demokratik anayasa, toplumsal barış, Anayasa'nın toplumsal barış belgesi olması açısından da önemli adımlar atabiliriz diye düşünüyorum.

Sabrınız için çok teşekkür ederim.