KOMİSYON KONUŞMASI

HÜSEYİN KAÇMAZ (Şırnak) - Teşekkürler.

Sayın Başkan, değerli Komisyon üyeleri, kıymetli hazırun; tabii, hâlihazırda Yassıada yargılamalarına dair düzenlenen bu kanun teklifini sabahtan beri görüşüyoruz. Her partiden de açıkçası, olması gerektiği gibi, darbeye karşı, bu hukuksuzluğa karşı ortak bir tepki olması da çok önemli. Biz bu kanun teklifini, evet, önemsiyoruz ancak eksik bulduğumuz yönleri var, bunlara biraz değinmeye çalışacağım.

Öncelikle "darbe" sözcük anlamı itibarıyla şiddetli bir biçimde çarpış, vuruş yahut birini kötü duruma düşüren, sarsan olay anlamına gelmektedir. Türkiye'nin kırılma noktalarını tanımlaması açısından sanıyorum bu sözcük kadar bu durumu karşılayacak bir ifade yoktur. Darbeler her zaman birini kötü duruma düşürmüş, sarsmıştır, bu biri her zaman halklar olmuştur. Darbelerin, darbe girişimlerinin doğrudan etkileneni, etki altında kalanı ekonomik, sosyal, kültürel ve travmatik boyutlarıyla halktır ve kuşkusuz, darbe yöntemlerinin bir kazananı olmadığı gibi kaybedeni de hep sivil yurttaşlar olmuştur. Bu kanun teklifini bu pencereden değerlendirmek ve yarattıkları etkileri bütünen değerlendirerek bir yasa teklifi hazırlamak toplumsal barışa da katkı sunacak bir çalışma olurdu diye düşünüyoruz.

Bilindiği üzere, istiklal mahkemeleri özel bir kanunla ilk olarak 18 Eylül 1920 tarihinde kurulan mahkemelerdir. İlk dönem istiklal mahkemeleri Ankara'daki hariç olmak üzere 17 Şubat 1921 tarihinde kapatıldı. İkinci dönem istiklal mahkemeleri çalışmalarına 30 Temmuz 1921'de başladı ve 1923'ün Ekim ayına dek faaliyetini sürdürdü. Üçüncü ve son dönem mahkemeleri ise 1923 ile 1927 yılları arasında etkin oldu. Bu dönem üstelik ilk Meclisin kurulmasından kısa bir süre sonraya tekabül ediyor, 1921 Anayasası evvelinde böyle bir girişim, halk egemenliğine dayalı bir Parlamentonun aslında sadece bir grubun hâkimiyetine dayalı olmasının da sinyallerini veriyordu. Nitekim, ardından yaşanan gelişmeler bu tanıyı doğrulamaktadır da; istiklal mahkemeleri mahkeme değil, antidemokratik infaz kurumları olarak görev üstlenmiştir. İstiklal mahkemelerinin arka planına bakıldığında -az evvel ifade ettiğimiz üzere- 23 Nisan 1920'de, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşundan altı gün sonra yani 29 Nisan 1920'de Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştı. Bu kanunun işlevsiz olduğu gerekçe edilerek istiklal mahkemeleri teşkil edildi. İstiklal mahkemelerini -tabii "birinci dönem" "ikinci dönem" "üçüncü dönem" şeklinde, farklı konulara ilişkin her ne kadar farklı dönemlere ayrılmışsa da- genel itibarıyla bahsettiğimiz üzere, hukuka aykırı, antidemokratik infaz kurulları olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz.

Yine, istiklâl mahkemelerinin en temel karakteri yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Aslında, bu bile, 1960'daki yapılan yargılama diyemeyeceğiz ismine, hani infaz kurulunun yaptığının aynısı burada da başlı başına vardı, o dönemde de vardı. Yani temyiz hakkı yok; hemen gözaltına al, tutukla, yargıla, temyiz hakkı da itiraz hakkı da vermeden infaz et, artık ya ceza ya da idam. Mahkemelerde yargılananların birçoğu -dediğimiz gibi- aynı gün, aynı hafta içerisinde tutuklanır, yargılanır ve cezaları infaz edilirdi.

"İstiklal" adı verilen bu mahkemelerin, insanları sorgusuz sualsiz susturma amacıyla darağaçlarına dizdiği mahkemeler olduğu tüm kamuoyunun malumu, yarattığı travmalar tüm ülke halklarının ortak yarasıdır. Resmî kayıtlara göre, gerçekleşen infaz sayısı 1.054, isyan bölgesi dâhil ikinci ve üçüncü dönem mahkemelerin verdiği azami infaz sayısı 576'dır; toplamda bütün idam kararlarının sayısı 1.630 kişidir. Madem burada darbe mağdurlarının itibarlarının iadesi ve mirasçıların maruz kaldıkları zararların tazmini amaçlanıyor, o hâlde istiklal mahkemelerinde idam edilenlerin de bu çerçevede değerlendirilmesi hukuk tekniği ve hukukun araçsallaşmasını engellemek açısından da elzemdir.

Bakınız, istiklal mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılan ve 29 Haziran 1925 gecesi Dağkapı Meydanı'ında asılarak infaz edilen Şeyh Sait ve 46 arkadaşının da itibarlarını iade etmeksizin bir çalışma yürütmenin kendisinin içeriğinde bir darbe mantığı taşıdığı düşünülebilir. Şeyh Sait isyanında yaklaşık 600 insan idam edildi. Şehirler, köyler yakıldı, on binlerce insan sürgüne gönderildi. Kayıtlarda bilinen ancak açıklanmayan Şeyh Sait'in mezar yerinin açıklanması geçmişle yüzleşme ve toplumsal kucaklaşma için gereklidir. Şeyh Sait'in Kürt kimliğine sahip çıkan duruşu bir isyan olarak değerlendirilmiş ve istiklal mahkemeleri eliyle âdeta bir katliama imza atılmıştır. 1920-1927 yılları arasında binlerce masum ve mazlum insan, adına mahkeme denilen kurullarca idam edilmiştir.

Bu anlattığımız sebeplerle ve bilgiler ışığında, bu katliamda hayatını kaybedenlerin, Şeyh Sait ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanarak istiklal, örfi idare mahkemeleri, harp divanı ve devlet arşivlerinin açılarak, kıyam mağdurlarının el konulan özel eşyaları ve malları ailelerine iade edilerek, ders kitaplarındaki hakaret içerikli ifadeler çıkarılarak pratize edilmelidir.

Yine, düzenli ordu kurulana dek TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastıran, Anzavur Ayaklanması, Çopur Musa Ayaklanması, Gerede ve Yozgat isyanlarını bastıran Çerkez Ethem'in istiklal mahkemelerince yargılanması ve hain ilan edilmesi Çerkezlerin derin bir yarasıdır. İadeiitibar şeklinde bir düzenleme hayata geçirilecekse gelin, Çerkes Ethem'in de itibarının iadesini hep birlikte sağlayalım.

Evet demek ki darbe yalnızca asker eliyle olmuyor, mahkemeler eliyle de işletilebiliyor. Nitekim, istiklal mahkemeleri kapanmış olsa da biliyoruz ki sadece adı değişti, ruhu hep kaldı.

15 Kasım 1937'de Elâzığ Örfi Mahkemesi kararıyla idam edilen Seyit Rıza ve 7 kişinin de darbe pratikleriyle beraber değerlendirilmesi bu yüzden gereklidir ve 1937'de idam edilen Seyit Rıza ve oğlu Resik Hüseyin, Uşene Seyit, Aliye Mirze Sili, Civrail Ağa, Hasan Ağa, Fındık Ağa ve Hesene İbrahim'in itibarlarının iade edilmesi gerekmektedir. Bu bahisle, gelin, bu yasanın kapsamını genişletelim. Seyit Rıza 75 yaşının üzerindeydi ve hileli mahkeme kararıyla yaşı küçültülerek idam edildi ki bu durum 1960'daki darbede de yapıldı. 1937 ve 1938, Dersim halkına yönelik baskı ve asimilasyon politikalarının toptan bir imha hâline dönüşme tarihidir. Bu yaşanılan olaylara Dersimliler "Dersim Tertelesi" demektedir. Hâlâ kapanmamış bir yaradır, etkileri bitmemiştir; o yüzden hakikatleri açıklayalım, yüzleşelim.

Evet, Türkiye'nin kuruluş sürecine hâkim olan ve yargı eliyle yürütülen darbelerden söz ettik, bu etkinin hâlâ devam ettiğini istiklal mahkemelerinin yerini sıkıyönetim mahkemelerine, devlet güvenlik mahkemelerini, özel yetkili mahkemelere bıraktığını yaşayarak gördük, bire bir tanıklık ettik. Özel yetkili mahkemelerin sadece isimleri kaldırıldı, görevleri devam ediyor; hâlâ en basit bir sosyal medya paylaşımıyla tutuklanabiliyor, gazeteciler susturuluyor, milletvekilleri cezaevinde rehin tutuluyor, belediye başkanları görevden alınıyor, hâlâ bir darbe kıskacı içerisinde olmadığımızı kim söyleyebilir? Türkiye'nin kısa tarihi darbelerle anılır, Türkiye'deki darbelere yalnızca askerî darbeler ve etkilerinin penceresinden bakılır. Ancak, içerik değişmedikçe darbeyi yapanın asker mi olduğu, siyaset mi olduğu, yargı mı olduğu pek de fark etmiyor, hepsinin yarattığı etki ve travmalar aynı sonuca varıyor çünkü.

Tabii, bu anlattıklarım genel itibarıyla asker kıyafetleriyle yapılmayan darbe yöntemleriyle bir girizgâhtı, bununla birlikte, tabii, Türkiye'nin yakın geçmişi ve siyasi tarihi askerî darbelerden ayrı düşünülemez, nitekim 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında yapılan askerî darbeler toplumsal muhalefetin susturulmasının yanı sıra idari ve sosyal yapının da yine askerî güç eliyle dizayn edildiği dönemlerdir. Keza 1960, 1980 darbelerinin ardından Anayasa değişikliğine gidilmiş olması sair yasalarla yapılan düzenlemeler, değişen hükûmetler ve yapılan uygumalar tüm bu dizayn sürecinin yapı taşlarını oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu denli köklü değişiklere neden olan darbelerin beraberinde büyük boyutlu hak ihlallerinin de yaşanılması kaçınılmaz olmuştur.

İşbu kanun teklifine konu edilen 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ve etkileridir. 27 Mayıs darbesinin hemen ardından, 25 Ekim 1961'de yapılacak olan genel seçimlere kadar pek çok icraat gerçekleşmiştir. Demokrat Partililerin yargılanması bu sürecin en bilineni ise de ordu ve üniversitelerde tasfiyeler yapılması, Kürtlerin yaşadığı coğrafyada 55 kişinin başka yerlere sürülmesi de o dönemin işlerindendir. 14 Ekim 1960'tan 15 Eylül 1961'e kadar Yassıada mahkemelerinde on bir ay boyunca 592 kişi sanık olarak yargılanmıştır, ölüm cezası istenen sanık sayısı 228'dir. Tabii birçok isim hakkında idam cezasına hükmediliyor, ancak gelişen olaylar neticesinde de maalesef ki yine 3 idam kararı infaz ediliyor; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan. Merhumlara buradan tekrardan Allah'tan rahmet diliyoruz. Kuşkusuz idam gibi bir cezanın telafisi mümkün değil, o nedenle bu cezaların verilmesini elbette demokratik hukuk devleti kriterlerine aykırı buluyoruz ve kesinlikle tasvip etmiyoruz. İdam bir ceza yöntemi değildir, olmamalıdır da. Bununla beraber, idam cezası rövanşist bir bakış açısını da gerektirmez ama ne yazık ki Denizlerin idamı bu idamın bir rövanşı gibi değerlendirilmiş ve Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam edilmiştir. Şayet iadeiitibar ve geçmişle yüzleşme yapılacaksa meseleler ayrıntılı, topyekûn değerlendirilmelidir.

Yine, ülke halklarının hâlâ kapanmayan yarası ve ruhu dolaşan 12 Eylül darbesi var. Türkiye'nin yakın geçmişinde en büyük yıkım ve kırılmalara yol açan 12 Eylül 1980 askerî darbesi ise günümüz Türkiyesine en çok sirayet eden askerî darbedir. Zira, hâlihazırda ülkenin yönetildiği 1982 Anayasası bu askerî darbenin ürünüdür. Oysa demokrasi ve insan haklarının gelişimi, evrensel hukuk normlarına ulaşmak, kısacası hukuk devleti olmanın gereğine erişmek 12 Eylül Anayasası'nın yerine yapılacak çoğulcu bir sivil anayasa ile mümkündür. Ancak, bununla birlikte 12 Eylül dönemi başta olmak üzere tüm darbe dönemlerinin toplumda açtığı yaraları kapatmak için anayasanın değiştirilmesi yanı sıra geçmişte hesaplaşmanın sağlanması adına demokratik adımların atılması da önem arz etmektedir.

Geçmişte hesaplaşmanın askerî darbelerin neticelerinden ötürü mağdur olan ve askerî darbelerin yarattığı olumsuz iklimde yaşayan halklar için taşıdığı önem kuşkusuzdur. Nitekim, 12 Eylül 1980 darbesi neticesinde, resmî rakamlara göre, 650 bin kişi gözaltına alınmış, 1,5 milyonun üstünde vatandaş fişlenmiş, 210 bin dava açılmış ve bu davalarda 230 bin kişi yargılanmış; 7 bin kişi için idam cezası istenmiş, 517 kişiye idam cezası verilmiş, 50 kişinin idam cezası infaz edilmiş. Ve bununla birlikte, şu anda da yaşadığımız birçok durumun benzeri, görevden atılmalar, basına yönelik baskılar, yine, derneklerin kapatılması, filmlerin yasaklanması, öğretmenlerin meslekten ihraç edilmesi, üniversitelerde öğretim üyelerinin mesleki hayatlarına son verilmiş olması gibi benzer durumlar maalesef ki bugün hâlâ bu ruhun aramızda dolaştığını da kısmen göstermekte.

Bu katliamın müsebbibi Kenan Evren ise, yaptığı darbenin izleri hala sürer iken 10 Ocak 2012'de açılan davayla yargılanabilmiştir. Yüzlerce mağdurun ve siyasi partilerin müdahil olduğu yargılama süreci ne yazık ki olayın faillerine ceza verme amacından uzak bir biçimde seyretmiş, 2014 yılında TCK'nin 146'ncı maddesi kapsamında müebbet hapis cezası alan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın temyiz başvuruları yerel mahkemede bekletilerek Yargıtay'a gönderilme süreci geciktirilmiş, verilen ceza kesinleştirilmemiştir. Nitekim, yargılama bu şekilde seyrederken Kenan Evren hayatını kaybetmiş ve 12 Eylül davası da bir anlamda neticesiz kalmıştır. Ancak yargılama aşamasında, çocukları zorla kaybedilmiş annelerin, siyasi partilerin, dönemin hükûmet partisinin, kısacası toplumun her kesiminden gelen davaya müdahil olma isteği, tüm toplumun bu darbenin bir biçimde mağduru oluşunu açıklamaktadır. Bu darbe neticesinde sayısız hak ihlaliyle birlikte kişilerin yaşama hakları da ihlal edilmiş olup 12 Eylül askerî darbesiyle tüm ülke çapında bir kıyım gerçekleşmiştir.

Şayet bir zarar tazmini bu yasayla gündeme getirilmişse 12 Eylül mağdurlarının neden kapsam dışı bırakıldığını sormak isteriz? 12 Eylül mağdurlarını ayırt etmek demek, darbe ruhunun bu yasa teklifi metninde gezdiğinin bir anlamı olabilir mi?

Bu yasa metninin en vurucu yanı, bir idam cezasına ilişkin olmasıdır fakat bir de halkları sosyal idama sürükleyen 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaşananlar var. İlan edilen OHAL'le 10 binlerce yurttaş işinden ihraç edildi, kamuda ve özel sektörde iş verilmedi; açlığa mahkûm edildiler. Mahkeme yolları kapatıldı, "OHAL İnceleme Komisyonu" adı verilen, yasa savmak için oluşturulan bu komisyon eliyle haklar tamamen gasbedildi. OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu tarafından yapılan açıklamaya göre, Komisyona 3 Mayıs 2019 itibarıyla yapılan başvuru sayısı 126.120 olup Komisyon tarafından 5.250'si kabul, 65.156'sı ret olmak üzere 70.406 başvuru karara bağlanmıştır. Bu rakamlar başvurusu reddedilenlerin mağdur olduğunu da aslında biraz gözler önüne sermektedir.

Yine, demin anlattığımız üzere, 1980 darbesinde, yine 60'da da benzer durumlar yaşanmıştı ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da maalesef ki birçok hukuk dışı durumlarla karşı karşıya kaldık. Evet, 15 Temmuz bir darbe girişimidir, ancak 15 Temmuzu fırsata çevirmek de bir darbedir, bunun adını doğru koymamız lazım. Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım 25 Eylül 2017 tarihinde katılmış olduğu bir televizyon programında yaşanan mağduriyetlere dair, yargının bu konuda kararlar verdiğini, kendilerinin bir şey diyemediklerini vurgulamış, "Bana kalırsa darbeden sonra bir ay içinde hepsinin ipini çekerdim" ifadesini kullanırken hukuk sisteminden dolayı sürecin uzadığını, milletin keyfinin kaçtığını belirtmiştir. Dönemin Başbakanın "ipini çekerdim" biçimindeki ifadesi hem o dönem kendisine bağlı Komisyonun ne şekilde karar vermesi gerektiğine dair bir talimat niteliğindedir hem de yapılan başvuruların şeffaf, hukuka ve somut delillere uygun bir çalışma biçiminde gerçekleşmediğine dair ciddi emareler barındırmaktadır.

15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL döneminin HDP'li belediyelerimize kayyumların atandığı, milletvekillerinin tutuklandığı bir dönem olmasını göz ardı edemeyiz. Bu itibarla bu darbe pratiğinin hâlâ devam ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü hâlâ belediyelerimize kayyumlar atanıyor, milletvekillerimizin dokunulmazlıkları kurmaca davalar gerekçe gösterilerek düşürülüyor; AKP iktidarı döneminde gördük ki "bitmeyen darbe" tarzı bir durum gerçekleşmiş durumdu. Bir türlü bitmiyor, her gün yenisine uyanıyoruz. Bu kadar siyasetçinin, gazetecinin, avukatın, öğrencinin kısacası muhalif olan herkesin cezaevinde olduğu süreçler ancak darbe dönemlerine mahsustur ve AKP iktidarı boyunca antidemokratik yargılamalar ve tutuklamalar hep gündemde olmuştur. Bu nedenle, toplumsal barış ve adaletin sağlanabilmesi için mağdurlara, ailelerine ve yakınlarına karşı ahlaki yükümlülüğü yerine getirmek, suçluları ortaya çıkarmak ve yargılamak, demokrasiyi vatandaşların resmî kurumlarını denetlemelerini sağlayarak güçlendirmek ve bu ihlallerin yeniden yaşanmasını önlemek amacıyla hakikatlerin ortaya çıkarılması büyük önem taşımaktadır. Türkiye'de son dönemlerde yaşanan gelişmeler hakikatin açığa çıkarılabilmesi çabalarının giderek daha da derinleşmesi gerekliliğini ve ihtiyacını doğurmaktadır. Ahlaki politik bir toplumun inşasının, demokratik siyasal bir kültürün gelişmesinin önündeki engelin aşılabilmesi için hakikatlerin ortaya çıkarılması; 1960 darbesi mağdurlarının değil, tüm darbe mekaniklerinin mağdurlarının zararlarının telafi edilmesi sağlanmalıdır. Aksi türlüsünün yeni kırılmaları beraberinde getireceği izahtan varestedir.

Dediğimiz gibi, biz de söz konusu, görüşülmekte olan yasa teklifine tabii ki karşı olmamakla birlikte sadece eksik bulduğumuz yönleriyle bu konuda bir katkıda bulunmak istedik.

Sayın Başkanım, müsaadenizle, bir iki hususu da sadece paylaşayım. Değerli Komisyon üyelerimiz açıklama yaparken birkaç yerde not aldım. Şimdi, sürekli iktidar üyeleri tarafından ve sayın vekiller tarafından 1960 darbesi millî iradeye vurulan bir darbe olarak, evet, konuşuluyor ve bu şekilde bir itiraz gündeme getiriliyor ama şunu da net söyleyelim hani: Bugün yine HDP'li belediyelere atanan kayyumlar da aslında millî iradeye darbedir. Daha düne kadar bu arkadaşlarımızın hepsi -ki 2'si Mecliste parlamenterdi bizimle birlikte, Diyarbakır ve Van Büyükşehir Beldeyi Eş Başkanlarımız- seçilmeden önce herkes gibi başvurusunu yaptı yine diğer kayyum atanan belediye başkanlarımızla birlikte ve maalesef ki öyle bir algı yaratıldı ki sanki bu insanlar gerçekten seçilmemiş de istendiğinde kayyum atanabilecekmiş gibi bir durum yaratıldı. Millî irade herkes için millî iradedir. Bizim, bu topraklarda yaşayan tüm halkların, tüm kesimlerin bu coğrafya içerisinde, bu sınırlar içerisinde nasıl daha eşit, daha özgür, daha adil ve gönüllü bir birlikteliği sağlamamız üzerine düşünmemiz gereken bir dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla, bu kanun teklifi maddesine olumlu bakmakla birlikte eksikleri paylaştık.

Teşekkürler Sayın Başkanım.