KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Sayın üyeler, Anayasa'ya aykırılık konusunda hayli somut konuşmalar yapıldı, Anayasa Mahkemesi kararlarından da alıntılar yapıldı. Ben tekrara düşmeksizin önce birkaç belirleme yapmak istiyorum, sonra doğrudan somut Anayasa hükümlerine gireceğim.

Sayın üyeler, önce, bir bilgi kirliliğini aşmak gerekir çünkü bilindiği üzere, medya bunun için çok kullanılıyor ama uzmanlar tarafından değil, daha çok politikacılar tarafından kullanılıyor. Medyaya giriş olanağı eşit olmadığı için girebilenler daha çok politikacılar, bakanlar vesaire ve çok yanlış bilgi yayıyorlar. Şöyle ki: Anayasa'mıza göre örgütler farklı kategorilere ayrılmıştır; dernek, vakıf, sendika, siyasal parti ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları. Bunların her biri Anayasa'nın ilgili maddelerine göre farklı farklı tanımlanmışlardır. Dolayısıyla kuruluşları, özgürlük alanları, sınırlanması kendine özgü nitelikler taşımaktadır. Bu nedenle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ne dernektir ne vakıftır ne sendikadır ne de siyasal partidir. Bunu iyice belirlemek gerekir; hangi görüşü savunursak savunalım anayasal olarak farklı kategoriler olduğunu teslim edelim. Dernek, vakıf, sendika özel hukuk tüzel kişileridir; buna karşılık, barolar, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kamu tüzel kişisidir. Siyasal partilerin durumu biraz tartışmalı.

Bu bilgi kirliliğin aşmak için bir adım daha atalım. 69 yasasına yollama yapıldı. 69 yasası 61 Anayasası'na göre düzenlenen bir yasa. Oysa bugün bizim konuştuğumuz konu madde 135 -defalarca okundu- 82 Anayasası ve madde 135'in geçirdiği değişikliklerle, 95 değişiklikleriyle birlikte madde 135'te kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları daha da güçlendirilmiştir yani onların kamu tüzel kişilikleri pekiştirilmiştir. Bu açıdan, 95 öncesi ve 95 ayrımını yaptığımız zaman Anayasa'nın hem diğer örgütlerine ilişkin maddelerinin hem de belirtilen 67'nci maddesi ve diğerleriyle birlikte değerlendirmekte yarar var.

Bu çerçevede belirtilen Anayasa'ya aykırılıklar 2'nci maddeden sayılmaya başlandı, ortak payda... Ben onların ötesinde değinilmeyen maddelerine değineceğim. Gerçi, bu düzenlemeyi Anayasa bütününde okumamız gerekiyor çünkü hukukun üstünlüğünü savunmakla yükümlü olan bir meslek örgütünün statüsünü Anayasa madde 2'den itibaren Anayasa bütününe teşmil edildiği için bütününde okumamız gerekir fakat ben özellikle doğrudan ilişkili olan maddelerle sınırlı kalacağım. Barolar nerede yer alıyor? Sav, savunma, hüküm üçlüsünde yer alıyor. Şimdi, savunma, orta yani adil yargılanma hakkının tecelli etmesi için öngörülen anayasal kurumların üçlüsünün, sacayağının belkemiği. Şimdi, siz Anayasa'da hâkimler ve savcılar tarafsız olsun diyorsunuz, bağımsız olsun diyorsunuz; avukatlar ise kendi kurumsal statülerinden çıkarılsın ve örgütlenme biçimine göre siyasallaşabilsin ve onların bağımsızlığı veya tarafsızlığı yerine tarafgir bir ortaklık örgütlenmesi olsun istiyorsunuz. Bu açıdan baktığımız zaman, Anayasa'nın hem 9'uncu maddesine hem mahkemelerin bağımsızlığını öngören 138'inci maddesine ama aynı zamanda Anayasa'nın adil yargılanma hakkını düzenleyen 36'ncı maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Ben, delege sistemine girmeyeceğim çünkü orada da -değinilenlerin yanında- Anayasa madde 13 söz konusu. Siz 40 avukata 4 delege, 5 bin avukata 1 delege verdiğiniz zaman, o zaman Anayasa'nın 67'nci maddesinden itibaren 13'üncü maddesini de ortadan kaldırmış oluyorsunuz.

Barolar Birliğinin niteliğine değinildi ama Barolar Birliği, kuşkusuz, atamayla belirlense o zaman siz bunu uygulamazsınız, dersiniz ki: "Barolar Birliği Başkanı, Adalet Bakanlığı tarafından atanıyor." Öyle olsaydı o bağlamda tartışılırdı ama seçim sistemini öngördüğünüz zaman, seçim sistemi açısından, Anayasa'nın ilgili maddelerinin dışında bunu konuşamayız.

Şimdi, neden bu kamu tüzel kişiliğinin anlamını ve amacını belirttim? -Arkadaşlar da belirttiler.- Şöyle: Aynı konuda ve aynı mekânda tek kamu tüzel kişiliği ilkesi geçerlidir, birden çok kamu tüzel kişiliği kurulamaz çünkü onun kullandığı yetki kamusal bir yetkidir; kamusal yetkinin tekelliği veya tekelciliği söz konusudur. Bu açıdan ciddi bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz ama bunun ötesinde... Gerçi, tabii ki ilgili maddelerini çokça tartışacağız fakat şu anda açık Anayasa'ya aykırılıkla sınırlı kaldığımız için söylüyoruz. Birinci sınıftan itibaren hukukun genel ilkeleri ereğinde yetiştirdiğimiz öğrencileri, hukuk fakültesini bitirdikten sonra staj yapma aşamasından itibaren farklı barolara bölmek, esasen, işi daha, baştan siyasallaştırmak anlamına geliyor.

Bu, benim uzun yıllardır öğretim üyeliği deneyimimde gördüğüm, gözlediğim: Cemaatleşme ve cemaatlerin burs vermek suretiyle, barınma yeri vermek suretiyle öğrenci kapması. Şimdi, baro kurmak isteyenler aynı ilde birden çok baro teşkilatıyla yarışacaklardır, hukuk fakültesine giren öğrencilere "Gelin, bizim baromuza kaydolursanız eğer burs vereceğiz." biçiminde. Ve tabii, bu açıdan bakıldığı zaman, Türkiye'nin yakın geçmişteki deneyimini gördüğümüz zaman, Anayasa'nın 24'üncü maddesi açısından, dinin politikaya ve hukuka alet edilmesi riski de ciddi şekilde bulunmaktadır. Ama tabii -yine yakın geçmişte gördük- özellikle geçiş döneminde, hâkimliğe ve savcılığa geçiş taban puanının 70'ten 40'lara indirilmesinde gördüğümüz gibi, geleceğe yönelik olarak, belki bazı barolar, paralel barolar avukatlıktan hâkim ve savcılığa geçiş için bir ara bölge olarak bir tür tramplen, kaldıraç görevi görecektir ki bu açıdan da Anayasa'nın 70'inci maddesi yönüyle bu konu tartışılmalıdır.

Şimdi, sonuç olarak, biz kuşkusuz bu konuyu çok yönlü tartışabiliriz ama ben söze başladığım yere gelmek istiyorum. Türkiye'de adil yargılanma hakkını Anayasa'mızın 36'ncı maddesine göre tesis etmek, 2'inci maddeden başladığımız zaman hukuk devleti hepimizin ortak ereği olduğunu göre, biz neden on sekiz yıllık eğitimden sonra baroya kaydolacak olan -toplam on sekiz, anaokulunu saymıyorum, on sekiz yıllık öğretim yani bir kişinin rüşt yaşına ulaşma dönemi- on sekiz yıllık eğitim verdiğimiz kişiyi baro içerisinde reşit kabul etmiyoruz ve "O baro yönetimi demokratik değildir dolayısıyla her hukukçu adayı kendi barosunu kurabilsin." biçiminde şu ana kadar bizim hukuk kazanımlarımızdan neden geriye gidiyoruz? Bu soruyu yanıtlamak lazım.

İstanbul Barosu örneğini verdi sayın vekiller. "9 bin" dediler, "8 bin" dediler. Evet, burada 8 bin oyu alan kişi başkan seçilebilir demektir -İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da 94'te yüzde 24 oyla seçildi, kimse buna itiraz etmedi- geri kalan 30 bin avukatın katılımını engelleyen bir durum yok ki. Yani siz kuralı koyuyorsunuz, o kurala göre avukatlar sandığa giderler, gitmezler. Onun için hani pireye kızmak gibi, o örnek verilebilir. Aslında baroları yerindelik açısından da dağıtmak uzun vadeli olarak Türkiye'de adil yargılanma hakkını tesis etmek açısından çok ciddi sakıncaları beraberinde getirir.

Sonuç olarak Anayasa'mızın çok açıkça belli maddelerini sıralayacağımız gibi -ki arkadaşlar sıraladılar, ben de değindim- onun ötesinde esasen, bir, hukuk devleti; iki, adil yargılanma hakkı; üç, 135'inci madde, kamu tüzel kişiliğidir, kamu tüzel kişiliği kamusal yetki kullanır -sayıldı- kamusal yetkinin tekelciliği ilkesi söz konudur, Anayasa Mahkemesinin "özerklik" tanımı vardır ve aynı nitelikte işlemi paralel barolarda yaptırırsanız o zaman Anayasa madde 135'e açıkça aykırılık oluşturur.

Teşekkür ederim.