KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, Sayın YÖK Başkanı ve diğer bürokratlar; hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Ben, doğrusunu isterseniz, yükseköğretim sorunları üzerine konuşmamı yapmak istiyorum. Bir kere 2 tane temel konu var diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi YÖK. YÖK -sanıyorum Sayın Saraç'ın da itiraz ettiği, ki takip ettiğim kadarıyla ediyor da zaten- inanılmaz bir boyuta ulaştı, hantal ve benim anladığım kadarıyla üniversite özerkliğini yok eden bir noktaya doğru evrildi.

Yine, ben hatırlıyorum, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara gelmeden önce YÖK'ü değiştireceklerini söylüyorlardı fakat iktidara geldiklerinden bu yana YÖK'ü değiştirmek bir yana bence güçlendiren ve dolayısıyla da yükseköğretim alanında büyük bir katılaşma yaratmış olan bir yere getirmiş oldular. Şimdi, yani neresinden baksak bilmiyorum ama bu konuda yazan çizen insanların çoğu, ki mesela bir SETA raporu var, arkadaşların partisinin bağlantısı olan bir kuruluş olarak SETA da tam benim şimdi söylemeye çalıştığım gibi YÖK'ün değişmesi gerektiğini söylüyor, çok fazla merkezileştiğini, çok fazla katılaştığını söylüyor fakat bunlar söyleniyor, yıllardır söyleniyor. Yine, hatırladığım kadarıyla Sayın Saraç'ın YÖK Başkanı olduğu zamanda verdiği röportajlarda tam benim şu andaki kanaatlerime benzer kanaatleri ifade ettiğini hatırlıyorum. YÖK'e ait olan bazı yetkilerin üniversitelere geçirilmesi gerektiğini, üniversitelerde çeşitliliğin artırılması gerektiğini söylüyordu. Fakat arkadaşlar, hiç öyle olmadı, yani her gün... Ben emekli bir hocayım ama yani emekli olmadan önceyi hatırlıyorum, neredeyse bölüme asistan alırken bile YÖK talimatları doğrultusunda almak zorunda kalıyordu arkadaşlar. Arkadaş böyle bir şey olamaz. "Peki, ne olabilir?" diye bunu tartışma imkânı olsaydı YÖK'ün bir koordinasyon kurulu olarak, bir denetim kurulu olarak, bir düzenleyici kurul olarak var olmaya devam etmesi makul gelir bana da. Ama arkadaşlar, günümüzde, asistan alımına kadar kararlara katılabilen, onları yönlendirebilen bir sistem kabul edilemez. Yani "Dünya küreselleşiyor, ademimerkeziyetçilik artıyor, yerelleşme artıyor." diyoruz. Evet, bunlar oluyor hakikaten ama bir yandan da biz, kararları inanılmaz bir şekilde merkezileştiriyoruz. Fakat anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle -ki bence Adalet ve Kalkınma Partisi 2011'den itibaren bunu döşedi yani özellikle dikkat ettiğim için ekonominin altını çizerek konuşmuş olayım- ekonomide piyasanın alması gereken kararların çoğunu merkezileştirdi ve kendi uhdesine aldı. Kurumların çoğunu kendisine bağladı ve bugün itibarıyla baktığımızda da değerli arkadaşlar, gördüğümüz tablo şu: Çıkardığımız bütün yasaların yürütme maddesinde "Cumhurbaşkanı yetkilidir." diyoruz. Niçin diyoruz bunu? Çünkü Cumhurbaşkanı esasında bir hükûmet, tek başına bir hükûmet. Onun için söylemek zorunda yani hükûmete ait olduğunu söylemenin bir âlemi yok, hükûmetin meşruiyeti Cumhurbaşkanının seçilmiş olmasından geliyor ve dolayısıyla da tek başına bir hükûmet ve bu anlamıyla elde ettiği gücü, elinde bulundurduğu gücü böyle kullanıyor.

Ben, son olarak -daha doğrusu okuduğum kadarıyla- şöyle bir not da belirteyim... Gerçi, konuşmamın geri kalan kısmında vakıf üniversiteleri meselesine de değinmek istiyorum ama anladığım kadarıyla YÖK'ün de Sayın Saraç'ın da bu konuda sıkıntıları var ve sanıyorum bir değişimi arzu ediyor fakat Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin inşa edildiği bir dönemde de bu çeşitlenme, ademimerkezileşme falan pek mümkün gözükmüyor.

Bir başka konuya da değinmek istiyorum: Şu meşhur barış akademisyenleri meselesi, biz öyle barış akademisyenleri diyoruz, başkaları başka türlü ifade ediyorlar. Değerli arkadaşlar, biz öğretim üyelerinin önüne her gün çeşitli mesajlar geliyor ve bu mesajlar da çoğu zaman imza kampanyaları şeklinde oluşuyor. İnsanlar da imza kampanyalarına, imza kampanyaların amacı neyse o amacın genel çizgisine bakarak karar verir ve katılır veya katılmaz. Arkadaşlar 2.500 öğretim üyesi -yanılmıyorsam böyle bir rakamdı- içinde ben de varım, soruşturmaya tabi olduk, üniversitemiz bizi soruşturdu. Kaldı ki o da değil, mahkeme açıldı, mahkemeye gittik, ifadeler verdik. Ne oluyor yani? Bir imza attığımızdan dolayı oluyor bu işler ve bir şeye itiraz ettiğimizden dolayı oluyor ve o itiraz ettiğimiz şey, insanların ölmesiydi ve bizim gibi öğretim üyeleri de -öğrenci yetiştiriyoruz- insan yetiştiren insanlar olarak, insanların ölmesini istemediğinden dolayı daima barıştan yana, böyle bir niteliktedir öğretim üyeleri. Birçok genç akademisyen, parlak akademisyen imza verdiler ve sonuçta hepsi üniversitelerinden oldular. O günlerde çok çırpındık ki bu yapılan yanlıştır, böyle bir şeye hakkı olmaması lazımdır. Fakat Sayın Cumhurbaşkanı fikirlerinde her zaman olduğu gibi ısrar ederek bir yanlışı inanılmaz bir şekilde derinleştirdi ve bu insanların, bu çocukların, gençlerin çoğu işsiz kaldı; bir kısmı Avrupa'ya, Amerika'ya gitti, gidebilenler, bir kısmı işsiz kaldı, portakal satıyorlardı, yumurta satıyorlardı. Daha sonra da Anayasa Mahkemesi bu kararı zaten bozdu ve hepimizi haklı buldu. Hayat böyle bir şey yani daha önce de bu işler oldu üniversitelerde yani 1980'leri hatırlayın, bu işler oldu ama sonunda adalet galebe çaldı ve insanların suçsuzluğu ortaya çıktı. Şimdi, dolayısıyla da ben hâlâ bu yanlış kararla -ki Anayasa Mahkemesi düzelttiği hâlde- KHK'li olmuş olan birçok akademisyenin iş bulamadığını biliyorum ve bu, gerçekten, sadece o insanlara zarar vermiyor arkadaşlar, üniversite sistemimize zarar veriyor. Üniversite sistemimiz bugün neredeyse emir komuta zinciriyle çalışan bir yere dönüştü, hiçbir özgürlük alanı kalmadı. Ben hayatını kamu üniversitelerinde geçirmiş bir insanım ama on küsur yıl da özel vakıf üniversitelerinde çalıştım. Şimdi vakıf üniversiteleri meselesine geçebilirim buradan.

Arkadaşlar, bunların birer ticarethane olduğunu keşfetmeye, araştırma yapmaya gerek yok, baktığınızda görebileceğiniz bir gerçek bu. Ben, Ömer Dinçer Millî Eğitim Bakanıyken -ki kendisi de akademisyendir, biliyorsunuz- kendisiyle konuştuğumda o tarihlerde -şimdi tarihleri hatırlamıyorum- benzer şeyler söylediğimizi hatırlıyorum yani bu vakıf üniversitelerinin bu hâliyle gitmemesi gerektiğini. Çünkü arkadaşlar, çok açık, vakıf diyorsunuz, hani birisi vakfetmiş ve eğitim için vakfetmiş bir serveti olduğunu düşünüyorsunuz ve orada eğitim yapılıyor. Güzel, bu bizim geleneksel vakıf anlayışlarımıza da uygun düşen bir şey ama bununla gerçeğin hiçbir ilgisi yok. Vakıf üniversitelerinde, dediğim gibi, ben on küsur yıl çalıştım, birkaç vakıf üniversitesinde üstelik, oralarda neler olduğunu çok iyi biliyorum. YÖK denetim yapıyor ama YÖK'ün denetiminin, affedersiniz, hiçbir kıymetiharbiyesi yok. Yani gelenler işte programlara bakıyorlar, öğrenci sayısına bakıyorlar vesaire ama o üniversitelerin her yıl neden inşaatlar yaptığını kimse sorgulamıyor çünkü o şirketlerin yani vakıf üniversitelerinin kendi şirketleri var, zaten üniversitenin gelirlerini yine kendi şirketleri olan inşaat şirketlerine plase ederek birtakım kampüs işleri yapıyorlar vesaire, biliyorsunuz bunları. O zamanlar Ömer Dinçer de şunu söylemişti, ki dünyadaki gelişme de buydu: Yani kâr amaçlı üniversitelerin olabileceğini fakat bunların da ayrı bir yasayla kurulması gerektiğini...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN LÜTFİ ELVAN - Lütfen, tamamlayalım Sayın Katırcıoğlu, buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Tamam.

Hatırlıyorum, şöyle diye konuşmuştuk: Bu vakıf üniversitelerine bir teklifte bulunacağız, isterseniz şirketler hukukuna bağlı bir kurum hâline gelebilirsiniz, isterseniz vakıf hâline gelebilirsiniz ama vakıf hâline geldiğiniz zaman veya vakıf hâlinde kaldığınız zaman, o zaman kesinlikle daha ciddi denetimlere tabi olacaksınız diye konuşmuştuk fakat yıllar geçti, hâlâ olamadı. Yanılmıyorsam, Sayın Saraç, bu yıl bir açıklamanız oldu galiba, Sayın Erdoğan'la bir görüşmeniz oldu ve anladığım kadarıyla, orada böyle bir model üzerinde çalışıyorsunuz, inşallah bir netice verir.

Ama değerli arkadaşlar, şunu da söylemeden bitirmeyeyim: Şimdi, dünya, 1980'lerden sonra -neoliberal dediğimiz bizim- bir serbest piyasanın her şeyi halledeceğine dair bir kanaate ve imkânların da gelişmesi nedeniyle böyle bir yere vardı insanlık. Ne yaptılar? Serbestleşme yaptılar, özelleştirme yaptılar, delegasyonlar yaptılar ve o zaman fark edildi ki geçmişte daha çok kamu hizmeti olan eğitim de esasında özelleştirilebilir diye böyle bir yere gelindi ve bu özel üniversiteler kurulmaya başlandı. Amerika'da benim hatırladığım 2 tane dev biri Apollo Education Group yanılmıyorsam, biri de bizim Bilgi Üniversitesini satın almış olan Laurate International diye bir... Bunların 30-40 ülkede çok sayıda üniversiteleri var. Yani, bunlar aslında ticaret yapıyorlar. Nerede yapıyorlar? Eğitimde yapıyorlar. Dünyanın bu kadar sıkışmışlığı altında eğitim, özellikle gençlerin bir kaçış noktası olarak çok yöneldikleri ve dolayısıyla da talebin arttığı bir durumda bu gelişmeler bunu karşıladı. Fakat, yine, sizler de biliyorsunuz, geçenlerde Davos'ta Davos'u kuran Klaus Schwab bir açıklamada bulundu, bu haftada da Time'ın konusu oldu. Diyor ki: "Bitti bu iş, neoliberalizm bitti. Artık, dünya yeniden, bir anlamda kurgulanmak zorunda ve bu kurgunun da temelinde 2 kavram var; biri kamu, biri gelir dağılımının bozukluğu." Çünkü, dünya öyle bir yere geldi ki gerçekten de gelir dağılımının gerek ülke içinde ve gerekse ülkeler arasında giderek bozulduğu bir dünya. Bunun sonucunda da ekonomik adaletsizliklerin kaçınılmaz olarak hukuki adaletsizliklere döndüğü ve inanılmaz kaotik ülkelerden söz ediyoruz. Dolayısıyla da bu konuları tekrar düşündüğümüzde Millî Eğitim Bakanlığının ve Yüksek Öğretim Kurumunun da bu gelişmeleri dikkate alarak Türkiye'nin ihtiyacı olan modelleri üretmesi gerektiğini düşünüyorum.

Saygılar sunuyorum.

Teşekkür ederim.