KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Genel Müdür ve değerli bürokratlar, değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Doğrusunu isterseniz bu raporları hakkıyla değerlendirebilmek için zaman çok müsait değildi, bir; ikincisi de zaten format olarak fotokopi olarak verildiği için de takip etmesi de oldukça zordu; dolayısıyla çok ayrıntılı bir analiz yapacak değilim. Yalnız, konuşmanızdan giderek ve de Hükûmetin genel olarak ekonomiye yaklaşımıyla ilgi kurarak birkaç şey söylemek istiyorum ki sonuçta tabii ki sizi de ilgilendiren konular olacak.

Şimdi, şöyle bir şey söyleyeyim: Serbest piyasa ve serbest ticaret, esasında ikili özellikleri olan yani ikisi birlikte anlamlı olan iki kategori, öyle söyleyeyim ve iktisatta bir bakış açısına göre, piyasalarda yani herhangi bir ülkenin iç piyasasında serbest rekabet olması lazımdır ve uluslararası ilişkilerde de serbest ticaret olması lazımdır. Bunun niçin böyle olması lazımdır? İddia odur ki özellikle serbest piyasa mekanizması en düşük maliyetle üretim yapmayı mümkün kılar, dolayısıyla kaynakları içeride etkin sağlar, serbest ticaret de ülkeler arasında karşılaştırmalı üstünlükler üzerinden giderek pahalıya ürettiğiniz malı üretmeyip ithal etmek, ucuza ürettiğiniz malı da üretip ihraç etme biçimindeki bir perspektife dayalıdır. Fakat, değerli arkadaşlar, 1980'lerde çok hırpalandı bu teori zaman içinde, öyle söyleyeyim ve ünlü bir iktisatçı -daha sonra da Nobel aldı- Paul Krugman dedi ki: "Şu anda yaptığım bir çalışmada uluslararası ticarete konu olan malların aşağı yukarı yüzde 60'ı karşılaştırmalı üstünlükler teorisine uymuyor." Yani "Sadece maliyetler ve fiyatlar değil, başka unsurlar giriyor." dedi. Bunlar nedir? Daha çok ülkelerin gümrük politikaları, efendim, iç piyasadaki vergi politikaları gibi politikalarla kendi üreticisini desteklemesine ve yaratılan avantajlara dikkat çeken ve dolayısıyla da ülkenin refahını artırmaya katkısı olan bir çerçeveyi öne sürdü.

Değerli arkadaşlar, şimdi benim anladığım, Adalet ve Kalkınma Partisinin şöyle bir sorunu var: Bazı konularda serbest rekabetçi olduğunu söylüyor. Sayın Cumhurbaşkanı daha geçenlerde bunu söyledi, "Biz serbest piyasadan yanayız." dedi fakat yaptığı işlere yani iç piyasada Hükûmetin yaptığı işlere baktığımızda pek de serbest rekabete uyan işler yapmadığını da görüyoruz. Mesela, hatırlayacaksınız, geçen seneydi yanılmıyorsam, patatesçilerin, soğancıların peşine düşüldü, yok fahiş fiyat koydular filan... Hâlâ da yapılıyor esasında. Bu, yani yine benim değerlendirmem odur ki 2008-2009'dan sonra terk edilmiş bir politikadır esasında, Adalet ve Kalkınma Partisi yani iktidar partisi bu politikayı terk etti, daha iradi kararlarla ekonomiyi yönetmeye soyundu ve öyle de yapıyor zaten.

Şimdi, burada konu edilmesi gereken şey şu: Sahiden günümüzde bir ülkenin iradi kararlarla ekonomisini yönetmesi mümkün mü? Şimdi, buna "Hayır." demek o kadar kolay değil bence yani bir başka biçimde söyleyecek olursam: Evet, ekonomide iradi kararlar gerekiyor, serbest ticaret ve serbest piyasa belki ideolojik olarak baktığınızda çok uyumlu ve sonuçta mükemmel sonuçlara ulaşmayı mümkün kılan mekanizmalar gibi görülse de gerçek hayatta böyle olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla da bir ülkenin kendi kalkınmasını, kendi geleceğini etkilemeye yönelik kararları bence gerekli ve özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkeler bakımından da bu gereklilik daha da önemli.

Şimdi, böyle bir çerçeveden baktığımızda, Varlık Fonu veya "varlığa dayalı fon" kavramı çerçevesinde baktığımızda, benim bu kavrama çok fazla bir itirazım yok fakat benim itirazım şöyle bir yere, önce şunu söyleyeyim: Bir kere, biliyorsunuz, "neoliberal politikalar" dediğimiz politikalar da bu serbest ticaret, serbest piyasa meseleleri. Bunlar büyük ölçüde devleti minimize etmek isteyen, "minimal devlet" kavramı üzerinden giden anlayışlardı ama biz şimdi ne diyoruz? Siz demin söylediniz, "girişimci devlet" dediniz yani kalkınmacı, girişimci devlet vesaire. Şimdi, bunlar da esasında bizim bilmediğimiz kavramlar değil yani en azından, çok yakın bir tarihe bakarsak mesela Kore'nin kalkınması, Japonya'nın kalkınması ve birçok ülkede de uygulanan bazı politikalar var yani devlet politikaları olarak uygulanan politikalar var ve bunlar gerçekten ülke refahını artırmaya sebep olmuş. Yani baktığımızda, 1970'lerde aşağı yukarı kişi başına düşen millî gelir bağlamında baktığımızda Kore ile biz aynı yerdeyiz, Portekiz ve İspanya'yla aynı yerdeyiz fakat grafiğe baktığınızda, onlar 1970'lerden sonra böyle yukarı doğru gidiyor, biz yatay gidiyoruz neredeyse yani biz üzerimize düşeni yapamamışız, mevcut kaynaklarımızı iyi kullanıp da bir kalkınma patikası yaratamamışız.

Şimdi, Hükûmetin, dediğim gibi, karışık bir tutumu var. Bir yandan "yerli ve millî" diyoruz mesela; tamam, yerli ve millî olmaya bir itirazım yok ama bir soru var ki o sorunun cevabını bilmiyorum kim verebilir, o da şöyle bir soru: Siyasi olarak bu kadar kutuplaştırılmış bir Türkiye'de -gerek siyasal anlamda söylüyorum gerekse de gelir dağılımının bozukluğu anlamında söylüyorum- Varlık Fonu gibi bir fonun üreteceği refah nasıl dağılacaktır? Bunun önemli olduğunu düşünüyorum çünkü gerçekten de bakın, 2008 krizinden sonra iktisatçıların, bir kere, 2008 krizini tahmin edemediklerinden dolayı moralleri çok bozuktu, dolayısıyla da yeni arayışlar içine girdiler. Bu arayışların içinde en önemli bulgularından bir tanesi şudur, burada daha önce de birkaç defa söylemiştim bunu: Gelir dağılımın bozukluğunun sanıldığı kadar... Çünkü iktisat teorisi, gelir dağılımı problemiyle ilgilenmezdi, onu sosyolojinin bir konusu hâline getirmişti neredeyse fakat öyle olmadığı anlaşıldı yani bir ülkenin gelir dağılımı bozukluğu veya ülkeler arasındaki gelir dağılımı bozukluğu, bir anlamda, istikrarlı bir kapitalist ekonomi yaratmada eksik kalıyor ve nitekim, yine sizler eminim izliyorsunuzdur, Davos ve Davos'un etrafındaki entelektüel kişiler diyorlar ki: "Böyle gitmez." diyorlar; bu 'reset' meselesi. Çünkü gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğunu, insanların kimilerinin, işte, CEO'ların aldığı maaşların yüksekliği ile ortalama vatandaşın kazandığı arasındaki uçurumların kabul edilemez olduğunu, bir; ikincisi, kamunun bu kadar kenara itilmesinin doğru olmadığını filan söylüyorlar. Şimdi dolayısıyla da önümüzdeki vizyon -Garo arkadaşımın açıkladığı şeylere ilaveten söylüyorum- esasında bir anlamda bu gelir dağılımı ve kamunun rolü konusunda Hükûmetin, politika yapıcılarının yeniden düşünmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum.

Bu vesileyle de şunu söyleyeyim: Önümüzdeki dönemde Varlık Fonu gibi bir fonun... Ben dediğim gibi ayrıntısına çok fazla bakamadım ama KPMG'nin raporunu okuduğumda, gerçekten Bülent Kuşoğlu'nun söylediği problemler var ve bu problemlerin neye tekabül ettiğini doğrusunu isterseniz ben de anlamadım çünkü onlar uzmanlar araştırma yapmışlar, birtakım eksiklikler bulmuşlar, vesaire vesaire. Şöyle bir yere getirmek istiyorum: Bu yaklaşımda 2 tane sorum var. Bu arada şunu da söyleyeyim, Sayın Cumhurbaşkanı çok sıklıkla muhalefet için söylüyor: Ya, bunlar hizmetten anlamazlar, biz yollar yapıyoruz, metrolar yapıyoruz, vesaire vesaire. Evet, yapıyorsunuz ve bunu yapıyor olmanızdan dolayı ben eleştirmiyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Süreniz doldu, iki dakika ek süre veriyorum.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Ama şöyle bir gerçek var. Bir, bu nasıl yapılıyor, kaça mal oluyor, bu ihale süreci nasıl oluyor? Keyfî bir şekilde sen yap, sen yap mı deniliyor? Ve gerçekten kamunun çıkarı mı düşünülüyor yoksa bir tür rant transferi mi gerçekleşiyor? Bir, bunu anlamak istiyoruz. İkincisi de değerli arkadaşlar, gerçekten yatırımların yapılıp yapılmaması konusunda kamunun bakış açısını dâhil ediyor muyuz acaba? Şimdi, bu da üzerinde uzun konuşulacak bir mesele ama zamanın kalmadı ama şunu söyleyeyim size: Kalkınma dediğimiz mesele esas itibarıyla yerel bir meseledir çünkü Diyarbakır'ın, Urfa'nın, Ankara'nın kalkınmasıyla ilgili söz söyleyecek olan insanlar oranın insanlarıdır çünkü en çok onlar bilirler. Yani biz kişi başına millî gelire, işte kişi başına televizyona bakarak kalkınmayı ölçemeyiz, kalkınmanın böyle bir yanı var. Dolayısıyla da eğer kalkınma yerel bir meseleyse o zaman yerel insanların dahli gerekiyor, bunu sağlayacak bir perspektif gerekiyor. Yoksa yukarıdan, Ankara'dan "Ben şunu istiyorum, ben şunu yapacağım, bunu yapacağım." demekle, evet, yaparsanız ama gerçekten bu yaptığınız şey acaba mesela Karadeniz Sahil Yolu gibi mi oluyor? Bir felaket hâline dönmüş durumda şu anda, ki o kararı verenler geçmişte 3 kişiydi, rahmetli Mesut Yılmaz ve birkaç arkadaşıydı. Yani dolayısıyla da demek istediğim şey şudur: Ayrıntılarınızı bilmiyorum ama kalkınma çabaları önemli ama bunun hakça olması lazım, eşit olması lazım. Geçenlerde Diyarbakır'daydım, iş adamlarıyla konuşuyorum, açıkça "Bize ayrımcılık yapıyorlar." diyorlar. Şimdi böyle iddialar var ortada ve bunları da düşünen bir yerden kurgulamamız lazım. Gerçekten adil olmak istiyorsak, gerçekten eşit davranmak ve gerçekten toplum refahını düşünüyorsak sanırım böyle bir yerden bakmamız lazım.

Ben bu kadar söyleyeceğim.

Teşekkür ederim.