KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Ben de kıymetli hocalarımı saygıyla selamlıyorum. Çok faydalandığımız sunumları oldu.

Ben bir değerlendirme yaparak bazı sorular sormak istiyorum. İlk toplantıdan bu zamana kadar metoda ilişkin vurgular yapmaya çalıştım. Bir metot problemini hâlâ yaşadığımız kanısındayım. O da şu: Dünyanın -tırnak içinde- bütün bilimsel bilgilerini toplayıp ondan sonra hareket etmeye dönük -biraz egzajare ederek söylediğimin farkındayım- bir tutumumuz var.

Şimdi, kıymetli hocalarımız ilk toplantıdan bu zamana çok önemli köşe taşlarını bizim açımızdan görünür kıldılar. Kuşkusuz, bilim görünenin arkasındaki gerçekle ilgilenir; onlar bu kutlu mücadelelerine devam edecekler fakat bizim yasama organı olarak yapabileceğimiz bir ton şey olduğu hâlde bu konuda bir türlü adım atamıyoruz. Yani konuşuyoruz, değerlendirme yapıyoruz, faydalanıyoruz da ama şimdi, bu meseleyi çözeceksek yapılabilecek -yani mevzuat değişikliğine ihtiyaç olmadan yapılabilecek- şeyler var. Bunlar niye yapılmıyor? Bu konuda niye adım atamıyoruz? Yani gerçekten tuhaf bir durum. Bu böyle olduğunda da ister istemez, acaba "Bütün bilimsel bilgileri -ki bu, teorik olarak mümkün olmayan bir şey- hazır hap hâline getirelim, ondan sonra Meclisimiz bu konuda adım atsın." derdinde miyiz? Böyle bir dert varsa, bu olmaz yani bu, bilimin kendi metodolojisine aykırı olan bir şey.

Şimdi, mesela, öyle şeyler var ki akarsuların taşıdığı yükü azaltmaktan bahsediyoruz, mahkemenin bunun için verdiği bir karar var: "Artık bu memlekette glifosat kullanılmayacak." dedi. Biliyorsunuz, herbisitin kanserojen olduğu kanıtlandı, önemli bir kirletici yani tarım alanında inanılmaz kullanıyor. "Herbisit kullanılmayacak, glifosat kullanılmayacak." dedi. Bakanlığa sordum, dedim ki: Peki, ne olacak bu glifosat depoları? "E, onlar bitene kadar kullanılacak, ondan sonra kullanılmayacak, mahkeme kararı gereğince." dedi. Arkadaşlar, şimdi, mahkemenin kararına uymak için bir mevzuat değişikliğine falan ihtiyaç var da ben mi bilmiyorum ya da bütün bilim camiasına sürekli danışarak buradan başka bir sonuç mu elde etmeye çalışıyoruz? Zaten hocalar bütün açıklığıyla mevzuyu gözümüzün önüne getirmiş durumdalar, koymuş durumdalar.

Mesela, bu hayalet ağlar meselesi; ya, kolluğun işi değil mi? Balıkçılıkla ilgilenenler biliyordur, "tırıvırı" diye bir şey var. Gidin, balıkçılık malzemeleri satan yerde patır patır tırıvırı satılır. Tırıvırı nedir biliyor musunuz? Ağın plastik olanı, ucunda da bir kurşun takılıdır. Oltacı onu atar, bir balığa takılınca geri çeker fakat üçüncü, dördüncü kullanımda bu kopar, denizin dibine iner; o, faal bir ağ olarak işine devam eder. Yani bunun yasaklanması için mevzuat değişikliğine gerek yok ki, bu zaten kolluğun gücü.

İstilacı türlerden bahsediyoruz, işte, hep konuştuğumuz balon balığı ile aslan balığı. Ya, bunları tüketen orfoz var mesela, akya var. E, şimdi, Su Ürünleri Genel Müdürü Google'a girsin, "zıpkınla orfoz avı" diye yazsın... Bunların her birini adı belli sanı belli; orfoz avlanması yasak bir balık ve ekosistem açısından bu kadar önemli. Predatör balıklardan bir tanesi, hem bu istilacı türleri yok etmek açısından son derece önemli, deniz ekolojisine sayılamayacak kadar faydası var. Yahu, kolluğun bu görevi yerine getirmesi için bir mevzuat değişikliğine gerek var mı gerçekten? Ya, bakacak, karar verecek. Ben biliyorum ki gece yarısı zıpkın ile ışıkla ve tüple avlanan bir haşerat sürüsü var bu memlekette. Mesela, kolluk bunu bilmiyor mu? Biliyor, hatta söyleyeyim: Komutanlar bazı yerlerde bu yakalanan balıklardan paylarını alıyorlar. Ha, o kadar da net bir şey söyleyeyim. Ya, şimdi, buna "hayır" demek için, bunu engellemek için bu toplantıların -20 toplantı daha- olmasının falan gereği yok. Bunlar çok rahatlıkla yapılabilecek olan şeyler ama bir türlü yapılmıyor.

Geçen sene Su Ürünleri Yasası'nda değişiklik yaptık. Ben o zaman avlanma derinliğinin 50 metreye çıkarılmasını önermiştim ve belli bir süre de avcılığa, endüstriyel balık avcılığına ara verilmesi gerektiğini söylemiştim. O zaman çoğunluk böyle düşünmedi. Şimdi diyoruz ki: Ya, acaba bir süre -Yunanistan yapmıştı yanlış hatırlamıyorsam bir ara- ara mı versek? Gerçekten böyle tuhaf bir çelişik şey de yaşıyoruz, hareket ediyoruz, söylediklerimiz ile yaptığımız şey arasında açı farkı var.

Ben de dalış yapıyorum, bakıyorum; ne var ne yok? Mesela, ben aylardır müren görmedim arkadaşlar; çok önemli bir canlı yani ne oldu bilmiyorum. Mürenin çok görüldüğü bazı alanlar var; işte, Kuzey Ege'de -diyelim ki- hep görürdük, yıllardan beri mürenler bizi terk etti.

Şimdi, bence aslında meseleyi radikal ele almak lazım; bütün bu yaşadığımız şey; bu gözü doymaz kapitalizm bu "büyüme, büyüme" diye yarattığı fetişizmin ekolojik sonuçlarını yaşıyoruz. Şimdi, şöyle konuşalım: Bu, böyle gidecekse bu yaptığımız şeyler, bu kadar bilim insanının buraya gelip raporlarını açıklaması falan sonuç üretecek şeyler değil.

Geçenki toplantıda Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Çevre bölümünde sorumlu -öyle dedi kendisi çünkü- Bakan Yardımcısına sordum: Ya, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Marmara, bu kadar hassas dengeler üzerindeyken, Balıkesir ve Çanakkale'yi, bütün sahilleri içine alacak 1.700 kilometrelik bir kruvaziyer yat limanından işte çekek yerlerine, yollara, şunlara, bunlara... Ya, buna nasıl siz "Evet." diyebiliyorsunuz? Ya da buna "Evet." diyorsanız, Marmara'yı kurtarmaya çalışıyormuş gibi yapmamak gerekir. Marmara Adası'nda 30 tanesine "ÇED gerekli değildir." dedikleri tam 100 tane taş ocağı ve mermer ocağı var. Şimdi "ÇED gerekli değildir." diyen zat, kendi yaptığı işten hoşnut mu bilmiyorum ama buna sen böyle diyorsan, bu Marmara'yı kurtarmak, falan filan ancak vitrinlere oynamak anlamına geliyor. Buradaki bütün insanları tenzih ederek söylüyorum. O açıdan bakıldığında yani bu büyüme merakı, işte, sermayenin daha fazla temerküz etmesi, işçi sınıfının daha fazla soyulmasından başlayan ve özünde tüm bunlar yapılırken bilerek ya da bilmeyerek yok ettiğimiz bir şeyle karşı karşıyayız ve beni aslında esas üzen şey şu: Buradaki çelişki evet, elbette var fakat bazı şeyler o kadar -ne diyelim- mistik bir perdenin arkasına, bir duman bulutunun arkasına saklanıyor ki bunlardan bir tanesi, işte bu taş ocaklarıdır; bir başkası, Kanal İstanbul'dur yani "Faydalı da olabilir." söylemi. Ya, arkadaşlar, böyle bir gerçeklik yok yani ben ÇED raporunu da okudum; 1.600 sayfa civarında bir ÇED raporu var Kanal İstanbul'un.

Yani bence bunlara gerek yok; bu konuda daha açık olmak gerekir, Komisyonumuz da nasıl yapar? Bunu çok fazla bilmiyorum ama henüz mevzuat değişikliğine ihtiyaç olmadan yapılabilecek bir ton şey... İşte bazılarından bahsettim, hepsinden bahsetmeye çalışsam saatler sürer. Mevzuat değişikliğine gerek olmadan yapılacak şeylerin bir an evvel yapılması lazım, bir an evvel yani bizim zamanımız belki çok var. Zaten o sebeple de yadırgadım sürenin uzatılmasını, Komisyon çalışmasının süresinin uzatılmasını; bence derhâl sonuç alınmalı ve bunları mevzuata derç etmeliydi.

Durumun bir tarafı böyle yani attığımız adım ile niyetlerimiz arasında giderek açılan bir açı farkının olduğunu düşünüyorum.

Şimdi sorularıma geçeyim.

Beni de Mustafa Hocanın pinaya tırmanmış olan o deniz patlıcanı görüntüsü gerçekten çok etkiledi. İşte doğayı hep beraber getirdiğimiz hâl ne yazık ki. Bütün sunumlar da gayet öğretici sunumlardı.

Melek Hocama sormak istiyorum. Bu plastik, mikroplastik ve nanoplastikler üzerine çalıştığından bahsetti. Böyle ölçüme dayanan, deniz canlılarındaki konsantrasyonlarına ilişkin bir şey varsa, bizimle paylaşırsa bundan çok mutlu oluruz.

Zooplanktonların azaldığından bahsettiniz Hocam. Bunun görünür sebebi nedir? Yani normal koşullarda hani kirlilik olsa zooplanktonları tüketenlerin de azalmasıyla beraber zooplankton sayısının artmasını bekleriz diye düşünüyorum ama onu tam anlayamadım ben. Denizanası ile müsilajı arasındaki korelasyonu anlayamadım, eğer tekrar ederseniz.

Bir de Gülşen Hocaya atıf yaptınız bakteri uygulamasına ilişkin. Burada tabii, diğer canlıları nasıl etkileyeceği önemli bir konu ama bir de uygulanabilir olup olmaması bence çok temelli meselelerden bir tanesi. Yani binlerce kilometrekarelik bir alanda laboratuvarda dar alanda yapacağımız çalışmayı yapabilmek mümkün mü? Bunun ne kadar oksijen tüketebileceğine, o bakterilerin biyokütlesinin ne düzeyde olacağına ilişkin herhangi bir öngörü var mı? Bunları merak ediyorum.

"Balık yenebilir mi?" mevzusuna gelince, orada nekrozdan, özellikle karaciğerde nekrozdan ve hemorajiden bahsettiniz. Bu zaten "Yenilmez." anlamına geliyor benim anladığım kadarıyla yani toksik bir süreç var, ağır metaller olabilir ya da başka toksite yaratacak şeyler olabilir. Dolayısıyla, hani bir yiyince bir şey olmaz ama insanda belli bir yük hâline geldiğinde insanda da bu ağır metallerin ya da toksinlerin benzer sonuçları üretmesi mümkün. Yani bize de sorduklarında, dip balıklarında biraz daha dikkatli olmak gerekir, daha fazla maruziyetleri var ama diğer balıklar daha rahat tüketilebilir gibisinden biz şey diyoruz genellikle; bilmiyorum doğru bir şey mi söylüyoruz.

Bülent Hocama bir soru soracağım son olarak. Bu deniz deşarjı olan akarsu miktarını azaltmak diye bir şeyden bahsetti. Yani niye bahsettiğini anladım, kaygısını anladım fakat aslında denizlerin bir problemi de bu. Bir oşinograf hocamla konuşmuştum, yine ODTÜ'den, geçtiğimiz yıllarda. O, Karadeniz'de hamsi popülasyonunun azalmasının çok önemli sebeplerinden bir tanesinin derelere yapılan HES'ler sebebiyle derelerin organik bileşiminin denizle buluşmaması olarak göstermişti; benim açımdan da ikna edici bir şeydi. Yani bu derelerin denize deşarjını engelleyeceğimize mesela kirli deşarjını engelleyecek yöntemler üzerine durmak daha iyi olmaz mı? Onu da Bülent Hocama sormak istiyorum.

Böyle bütün sunumları yapıp da sonradan soru sormak da çok müşkül mesele Sayın Başkan, zor zanaat.

MÜZEYYEN ŞEVKİN (Adana) -Sonuçta hayli bir zaman geçiyor Sayın Başkan, bence yarın değiştirelim bunu.

RIDVAN TURAN (Mersin) - Çok teşekkür ediyorum, sağ olun.