KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Önce kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Aslında biraz kayıtlara da geçsin diye söyleyeceğim bunları. Yani hesaplanabildiği kadarıyla bu evren 15 milyar yaşında, dünya 4,5 milyar yaşında. İnsan, kendine benzer primatlardan aşağı yukarı 1 milyon 800 bin ile 2 milyon yıl arasında ayrıldı ve kendi serüvenine başladı. Daha ileriye gelelim, devlet dediğimiz şey 6 bin yaşında, kapitalizm 500 yaşında, bunun ileri hâli yani tekelci kapitalizm, az sayıda firmanın, tekelin dünyayı dilediği gibi sevk ve idare ettiği, yoksul ülkelerin sömürüldüğü, moda deyimle globalizm denen, aslında adı emperyalizm olan bu şey toplamda 200 yaşında ve bu iki yüz yıllık zaman dilimi içerisinde, yalnızca iki yüz yıllık zaman dilimi içerisinde insanın dünyada var olduğundan çok daha devasa bir tahribata uğrattık dünyayı. Bu çağın adı artık Antroposen Çağı. İnsan eliyle, özellikle 1800'lerden sonra lastik tekerlerin ortaya çıkmasıyla, fosil yakıtların kullanılmasıyla birlikte dünya artık geri dönülmez bir biçimde değişikliğe uğradı, tüm canlı türlerinin yaklaşık yüzde 50'sinden fazlası yalnızca bu dönem içerisinde ne yazık ki yok oldu.

Ne zaman? Şimdi, 2000'lerde Francis Fukuyama çıktı dedi ki: "Tarihin sonu geldi." "Tarihin sonu geldi." demesinin anlamı şuydu: Sovyetler Birliği yıkılmıştı, kapitalizm açısından dünya artık dilediği gibi at oynatacağı bir yer olmuştu, dolayısıyla artık kapitalizm sonsuzdu, utkundu, başarıya ulaşmıştı, bundan sonra dünya ancak ondan sorulabilirdi. 2000'den bugüne arkadaşlar, geçen yirmi bir yirmi iki yıllık zaman dilimi ve gelinen noktada, bu kısa zaman dilimi içerisinde kendisinden önceki yüz yıldan daha fazla biyosferi tahribata uğrattığımız tartışma götürmez bir gerçek; en azından bilim insanları böyle söylüyor.

İnsan dünyada ne kadar aslında... Yani devletin işte, kapitalizmin, tekelci kapitalizmin ortaya çıkması, okyanusta damla bile olmasa da tahribat açısından bakıldığında devasa bir sorunla karşı karşıyayız. Aslında temel sorun şu, bizim de temel sorunumuz şu: Biz yeni bir üretim ve yeni bir tüketim alışkanlığına yönelmek zorundayız; böyle olmuyor. Yani Çin halkının tüketim alışkanlıkları bir yıllığına Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tüketim alışkanlığı gibi olsa 6 tane daha dünya kaynağı lazım, 6 tane daha dünya lazım yani idare etsin diye. Yani sürekli doğal kaynaklardan, doğal varlıklardan alan ve bunu da büyümek diye muhayyel bir kavram adına yapan... Bu büyümenin sınırı nedir, nereye kadar büyüyecektir, çok büyüyünce ne olacaktır, en büyük sen olduğunda diğer dünya halklarını sömürgeleştirdiğinde çok mu iyi olacaktır; bunların hepsi tartışma konusu tabii ama gelinen noktada böyle bir hâldeyiz.

Şimdi, şöyle bitireyim ve birkaç tane küçük soru soracağım. Bununla ilgili diye, bunu böyle not düşmek adına, kayıtlara geçsin diye söylüyorum: Bizim ülkemiz bulunduğu yer itibarıyla da muazzam bir ülke fakat bizim artık yeni bir şeye ihtiyacımız var. Mesela, yeni tarım politikasına ihtiyacımız yok bizim, yeni bir tarım felsefesine ihtiyacımız var; yeni turizm politikasına ihtiyacımız yok, yeni bir turizm felsefesine ihtiyacımız var. İlanihaye böyle uzatmak mümkündür yani en azından cumhuriyetin kuruluşundan bu zamana kadar ki gelen zaman dilimi içerisinde hem toplumsal açıdan, hem siyasal açıdan, hem ekolojik açıdan -uzatmamak için devam etmiyorum- geldiğimiz nokta bir tıkanma hâli yani her ufacık derenin üzerine HES kuran... Burada AKP'yi eleştirmiyorum ha, yani salt onu eleştirmiyorum daha doğrusu, bütün iktidarlar aynı zihniyetle şu andaki sorunları o ya da bu düzeyde, o ya da bu ölçüde katkı sunmak suretiyle şu anda sizlerin, bizlerin huzuruna getirmiş durumdalar. Her derenin üzerine HES kuran, her ormanlık alana taş ocağı kuran, e yani şimdi Marmara ne yapsın ya kurban olayım? Marmara foseptik çukuru, klozetten balık tutup yiyoruz, ondan sonra "Ya, bu balıkta acaba ağır metal var mıdır, şu var mıdır, bu var mıdır?" diye konuşuyoruz.

Bitiriyorum, bizim yeni bir üretim ve yeni bir tüketim alışkanlığına, bir felsefesine ihtiyacımız var, yoksa bu işlerin içerisinden çıkmak gerçekten -zor falan demiyorum- bence mümkün değil.

Şimdi, kısaca sorularımı sorayım, ondan sonra da bitireyim. Haldun Hocama soruyorum: Bizim memlekette -en azından Marmara için söyleyeyim- bütün böyle büyük kamusal ihalelerin ya da projelerin atık yeri Marmara Denizi. Ben Marmaray Projesi'nde tıp doktoru olarak çalıştım epeyce uzun bir süre. O zaman biz firma içinde de tartışıyorduk, 1 milyon ton civarında bir atıktan bahsediliyordu, bunlar taş toprak değildi sadece, içinde plastik de var, şu da var, bu da var. Bu tartışmalar cereyan ederken bu atık başladı, Çınarcık Çukuru'na aşağı yukarı bu kadar ciddi bir atık atıldı yani işte Kurbağalıdere'nin temizlenmesi, Haliç'in temizlenmesi falan falan. Şimdi, şöyle bir çalışma var mı, mesela, daha öncesinde Marmara Denizi'ne dökülen bu hafriyatın şu anda karşı karşıya kaldığımız ısı artımını, sıcaklık artımını ne ölçüde doğurduğu, bu atıkların yani sudaki süspansiyonların niteliğinin soyut olmasının, daha az çözünür ya da daha çok çözünür olmasının, renginin, suyun ısısının artmasında belirleyici bir faktörü var mı bunları merak ediyorum, yapılmış bir çalışma var mı? Daha da çok merak ettiğim şey şu: Acaba, Marmaray'ın 1 milyon metreküplük atığıyla, hafriyatıyla karşılaştırılamayacak ölçüde devasa bir hafriyata sebep olacak Kanal İstanbul Projesi'nin atıkları, hafriyatı Marmara Denizi'ne döküldüğünde ne olur, buna ilişkin herhangi bir modelleme söz konusu mu? Hani "Dökmeyelim." denilebilir; dökmeyip ne yapacaksın onu, o da başka bir tartışma konusu, bunu dökeceksin yani başka olur tarafı yok. Bu konuyla ilgili bir modelleme çalışması, bir araştırma var mı? Yoksa da en azından siz Haldun Hoca olarak, ısıyı artırması açısından yaratacağı şeyler konusunda ne düşünüyorsunuz? Zaten aslında DİPTAR çalışması konusunda verdiği bilgilerden biz denize hafriyat dökülmesinin deniz ekosistemini perişan ettiğini, geri dönülmesi gerçekten mümkün olmayacak pek çok problemi beraberinde getirdiğini anlamış durumdayız.

Bir başka sorum Muharrem Hoca'ya. Biraz böyle distopik Hollywood filmleri gibi bir şey hissettim ben. Yani şu mümkün müdür mesela Hocam: Bu zararlı alglerin, toksinleri üreten alglerin -bu müsilajı defettik velev ki- artmasına paralel olarak bunların çeşitli maruziyet yollarıyla insana ulaşması sonucunda kitlesel zehirlenmeler önümüzdeki yıllarda, on yıllarda... Çünkü biraz da bilim bunun için değil mi? Yani öngörebilmek için, önümüze fener tutabilmek için aynı zamanda. Yani böyle bir distopyadan bahsedilebilir mi yoksa bu distopya değil de son derece olası bir durum mudur yani burun buruna mıyız bu durumla; bunu sormak istiyorum. Bu müsilaja rahmet okutmak gerçekten bu oturumun bence -ne diyelim- manşeti oldu ya da alametifarikası oldu bu verdiğiniz bilgi dolayımıyla.

Son olarak da Sevim Hocama soracağım: Ya, bu geçtiğimiz yıldı, yanlış hatırlamıyorsam, Tarım Komisyonunda gece vakti, son dakika bu Karataş'a organize sanayi bölgesi yaptırmakla ilgili bir tasarı geldi, biz direndik bu öneriye, doğru görmedik çünkü Karataş'a yapılacak balıkçılık organize sanayi bölgesinin Akyatan lagününü çok önemli ölçüde -ki siz ifade ettiniz- yani 2 metrelik lagün derinliğinin 50 santime kadar indiğini, tarım ilaçlarının o ekolojik yapıyı oldukça tahrip ettiğini, floranın, faunanın değiştiğini söylediniz. Sizce bu organize sanayi bölgesinin yapılması Akyatan lagününü ne ölçüde etkileyecek, etkilemeyecek mi, hayrına mı olacak yoksa süreci daha mı kötüye götürecek? Son sorum da budur.

Teşekkür ediyorum.