| Komisyon Adı | : | (10 / 4413, 4430, 4431, 4432, 4433, 4434, 4435, 4436, 4437, 4438) Esas Numaralı Meclis Araştırma Komisyonu |
| Konu | : | Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli'nin, Bakanlık olarak müsilajla mücadele kapsamında yaptıkları ve yapacakları çalışmalar hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 5 |
| Tarih | : | 03 .11.2021 |
RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Bakanın ilk yaptığı değerlendirmelerde yani bitki ve hayvan yetiştiriciliğine ilişkin yaptığı değerlendirmelerde esasen tartışılacak çok şey var, bunların çok büyük bir kısmına katılmadığımı ifade etmek istiyorum. Not düşmek açısından bunu söylüyorum, 9'unda zaten bütçe toplantısı olduğunda bunu karşılıklı olarak istişare etmemiz mümkün olacak. Dolayısıyla değerlendirmenin o kısmını sonraya bırakıyorum, müsilajla ilişkili olan kısmına değinmek istiyorum.
Şimdi, bir soru hazırladım, onu birazdan okuyacağım ama toplantıya da başka bir Komisyon sebebiyle geç geldim. O zamandan bu zamana Sayın Bakanın bazı değerlendirmelerine ilişkin fikirlerimi paylaşmak istiyorum.
Bunlardan bir tanesi, balık çiftlikleri. Balık çiftliklerinin organik temelli atıklarının insandan daha fazla denizi kirletmediğine ilişkin bir vurgusu vardı Sayın Bakanın. İnsan derken insanın hangi atığı? Yani evsel atıklar mı, endüstriyel atıklar mı ya da "mix" atıklar mı? Böyle denirse evet, doğru olan budur ama organik olması bir şeyin onun ekosistemi etkilemeyeceği ya da olumsuz etkilemeyeceği anlamına gelmez. Organik fosforlu kimyasallar da kimyasaldır ama zehirdir aynı zamanda. Ben bunu kendi tanıklığım içerisinde şöyle ifade edebilirim: 2000'lerin başında Akbük'te dalış yapardık, Akbük Koyu'nda. Akbük Koyu'na o dönemlerde balık çiftlikleri yapıldı. Biz dalış yaparken akvaryum gibiydi Akbük Koyu. Bu balık çiftlikleri daha sonra kaldırıldı ve epey de zaman geçti üzerinden fakat en son geçen seneki dalışta yine göz gözü görmüyordu yani oradaki kirlilik, balık çiftliklerinin bıraktığı kirlilik hâlâ bir biçimiyle devam ediyor. Bu sebeple balık çiftliklerinin, deniz ekosistemi üzerinde -bu konuda yayınlanmış pek çok makale de var, ben de okudum bunları- olumsuz ekolojik etkisinin olduğunu vurgulamak gerekir.
İkincisi, bu pestisitler meselesi. Şimdi, Marmara çevresinde özellikle Susurluk havzasının çok ciddi bir yük taşıdığını biliyoruz, bunu Marmara Denizi'ne getirdiğini biliyoruz ve oradaki kirlenmenin de azımsanmaz bir kısmının tarım kimyasallarından kaynaklandığını biliyoruz; tabii, endüstriyel atıklar da var, evsel atıklar da var ama orası büyük bir tarım havzası olması hasebiyle oradan sular vasıtasıyla, akarsular vasıtasıyla ciddi bir yük denize taşınıyor. Yani muhtelif bakanlıkların ve bakanlık yetkililerinin, bu konuda bazı çalışma yapmış insanların genel olarak iyi tarım uygulamasına ilişkin bir vurgusu var ama mesele sanki iyi tarım uygulaması meselesini geçmiş gibi görünüyor. Çünkü iyi tarım uygulaması da diğer tarımsal biçimlerde olmasa da yine tarım kimyasallarının kullanılmasını temel alıyor; bunların belirli standartlarla, belirli bilirkişilerin denetiminde kullanılmasını öneriyor. Oysa, aslında, özellikle bu hassas olan alanlarda bizim konvansiyonel, endüstriyel tarımdan agroekolojiye adım atmamız lazım. Yani şunun farkındayız: Agroekolojik bir tarımsal felsefeye Türkiye bir anda geçemez ama şunu bilmek gerekir kıymetli arkadaşlar, Sayın Bakan: Dünyada artık bu konvansiyonel tarım giderek daha fazla tartışma gündemine giriyor ve konvansiyonel tarımın, en azından Yeşil Devrim'in -başladığından bu zamana kadarki böyle çok kısıtlı olan zaman dilimi içerisinde- biyosferi geri dönüşümü mümkün olmayacak derecede olumsuz etkilediği artık çok net olarak biliniyor. O yüzden bizim temelli bir felsefi dönüşüme ihtiyacımız var. Bu alanda da geleni ve gitmekte olanı iyi analiz etmeye ihtiyaç var diye düşünüyorum.
Bu açıdan iyi tarım uygulamaları ve pestisit kullanıma dönersek şöyle bir problemimiz var: Pestisitler son derece denetimsiz biçimde kullanılıyor. Bu konuda söyleyeceğim şeylerin epey bir kısmını belki 9'undaki toplantıda söylemeyi tercih edeceğim ama şuradan en azından herkes pay biçsin: Glifosat, Bayer'in "Roundup" adlı ilacı, biliyorsunuz, ABD'de 9 milyar dolar civarında astronomik bir tazminat ödemek zorunda kaldı ve dünyanın muhtelif yerlerinde yasaklanmış, bizde de yasaklandı bu geçtiğimiz aylarda. Bu nerede kullanıyor biliyor musunuz? Mecliste kullanılıyor, yanlış duymadınız, Mecliste "Roundup" ilacı kullanılıyor. Sordum işçilere -böyle süt gibi bir sıvı sıkıyorlar, taşların arasındaki otları öldürmek için; bu bir herbisit bu arada- ne yapıyorsunuz dedim. "Ot ilacı atıyoruz Vekilim." dedi. Nedir bu attığınız dedim. "Vallahi bilmiyoruz, bize verdiler..." Oysa onlara da yazık, teneffüs ettikleri için onlara da yazık, burada çalışan bütün personele yazık. Sonra kutunun fotoğrafını aldığımda bunun glifosat olduğunu öğrendim ve bu konuda Sayın Meclis Başkanından randevu aldım, konuştum ama bir geri dönüş olmadı, ne oldu bilmiyorum. Bunu şundan söylüyorum: Yani Meclis çok izole, buraya çok dikkat edelim de memleketin gerisi ne olursa olsun falan demiyorum tabii ki. Mecliste dahi bu kadar denetimsiz uygulanan glifosat gibi bir tarım zehrinin etrafta nasıl yaygın kullanıldığını varın siz düşünün.
Bununla birlikte, bu pestisitlerin, toplamda Marmara ekolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etkileri olacağını bir düşünelim, olağanüstü olumsuz etkilerinin olacağı mümkün. Ben bu konuda bir alan araştırması yaptım arkadaşlar. Ne yazık ki bu pestisitler -yasaklananlar dâhil olmak üzere Sayın Bakan- üretiliyor, tezgâhlara koymuyorlar bayiler, çeşitli biçimlerde bunları alabilmeniz mümkündür -merak eden olursa bunu daha sonra söyleyebilirim- yani satışı yapılıyor bunların. Şimdi, bunun Marmara ekosistemi üzerine çok olumsuz etkiler oluşturduğunu görmek lazım. Bu sebeple de en azından Marmara havzası ve Susurluk havzasında argoekolojik yöntemlerle tarımın teşvik edilmesine ilişkin bir önlemler paketi oluşturmak lazım. Bilmiyorum, Sayın Bakan, bu konuda bir çalışma var mı? Bu aynı zamanda benim sorum olsun.
Kısa bir değerlendirme daha yapayım, ondan sonra bitireceğim soruyla. Suyun geri kazanılması konusunda bizim Komisyonumuzda büyük bir fikir birliği var artık. Biz Komisyon olarak derin deşarjın doğru olmadığını düşünüyoruz. Derin deşarjın aynı zamanda Marmara'da yapılamayacağını, yıllardan beri yani Haliç'in temizlenme sürecinden sonra başlayan süreçten bu zamana kadar Marmara ekosistemini çok ciddi olarak olumsuz etkilediğini düşünüyoruz. Yani Komisyon adına konuşmak haddim değil ama en azından izlediğimi söyleyebilirim: Bir fikir ortaklığı oluşmuş durumda denizlere deşarj yapmamak konusunda; bu, nehirler için de geçerli -yani toksik atıkları içeren deşarjlardan bahsediyoruz- başka şeyler için de geçerli. Peki, ne olacak? Sayın Bakan dedi ki: "Tuzluluk temel mesele." Tuzluluk çözülebilecek bir mesele aynı zamanda yani membran sistemiyle tuzluluğu çözmek -biraz maliyete katlanmakla birlikte- mümkün olabilir. Ancak Ergene havzası açısından düşünecek olursak dip sularının bu kadar azaldığı bir yerde oradaki bazı firmaların "Ben bu suyu alıyorum, sonra da kirletiyorum. Kardeşim, bunun temizlenmesini de kamunun kaynaklarının üzerine bırakıyorum." demesi kadar haksız ve vicdansız bir şey olamaz; bu, ciddi bir vicdansızlık. Suyu alacaksın, kimse sana sormayacak "Ne kadar su kullanıyorsun, nasıl kirletiyorsun, içerisine hangi atıkları atıyorsun, ne yapıyorsun?" diye. Sonra devlet orada bir kollektör sistemi yapacak, teorik olarak arıtacak -arıtılmadığı kanısındayım, niye bu kanıda olduğumu söyleyeceğim birazdan- ondan sonra denize vereceksin bunu, parayı sen kazanacaksın kardeşim. Ne olacak? Bu arıtma yükü kamunun sırtına binecek. Onu da özelleştirilince oradan da başkaları nemalanacak, bu çok haksız, çok hukuksuz bir şey yani böyle bir şey olmaması gerekir. Yani bütün sanayiciler şunu bilmeli: Sen o suyu kirletiyorsan bunu arıtacaksın. Yani pipetini akifere daldırıp da "İhtiyacın olan suyun hepsini ben alırım kardeşim." demeyeceksin. Yani Avrupa bile bugün, artık, burada üretilmiş olan tekstil ürünlerine "Şu kadarının arıtılmış suyla üretilmesi gerekir." diye kotalar uygularken bizim niye gücümüz yetmiyor burada çalışanlara ve suyu dilediği gibi kirletenlere? Bu, doğru değil arkadaşlar; bu, pek çok açıdan sorunlu.
"Arıtılmadığına inanıyorum." dedim ayrıca, bu da bir başka tartışma konusu. Geçen toplantıda derin deşarja çok yakın bir alandaki bir istasyondan alınan su örneklerindeki oranlardan bahsettim, kayıtlara girdi. Mesela; 127 bin kat bakır fazla suda, 3.866 kat çinko fazla, 3.184 kat demir fazla, nikel 3.880, kadmiyum 1.982, kurşun 7.619 kat fazla Dünya Sağlık Örgütünün standartlarına göre. Şimdi, demek ki bir arıtma falan yok.
Bir de arkadaşlar, şu cari değil mi? Bu konuda daha önce çıkmış yönetmelikler var. Yani deşarj suyunun, deşarj edilen alanın, deşarj ortamının 5 miligram litreden daha düşük bir oksijenasyona sahip olduğu yerde zaten deşarj yapamazsın. Bunu ben söylemiyorum. Yani 5 miligram litre o deşarj alanında oksijen falan yok, hele dipte 1'lere kadar düşmüş durumda, mevsimsel olarak bazen yukarıda 6'lar civarına çıkıyor, üst su bölgesinde ama su kolonunu yukarıdan aşağı düşünecek olursak aşağıda 1 miligram/litre düzeylerinin altına düşüyor bazı yerlerde. Yani yasal olarak da Marmara'ya deşarj yapılamaz. Kıymetli Bakan, bunun olmaması gerekir, Marmara'ya deşarjın yapılmaması bu sebeple de gerekir aynı zamanda. Yani mesele, yalnızca atık suyun içerisindeki süspansiyon maddeler deşarj kriterlerine uyuyor mu meselesi değil. Attığını atıyorsun da alan kabul ediyor mu? Alan da kabul etmiyor şu anda. Yani böyle bir durum da söz konusu değil. O sebeple bu deşarj meselesini toptan tarihin çöp sepetine göndermemiz gerekli, o suyu yeniden kazanmamız gerekli, üretim yapan sermaye kesiminin dizginsizce doğayı bir kaynak olarak görüp istediği gibi tüketmesini engelleyecek yollar ve yöntemler gerekli mutlak suretle.
Bir de zaten şöyle bir şey var: Bakın, bu Ergene Derin Deniz Deşarjı proje aşamasındayken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı diyor ki: "Biz bu projeyi başlattığımızda Marmara Denizi 3,5 kat daha fazla kirlenecek." diyor. Bunlara rahatlıkla ulaşabilirsiniz, "3,5 kat, Çevre Bakanlığı" diye Google'a yazın, çıkar arkadaşlar. Bir slaytında bunlardan bahsediyor. Bunların hepsi ortada, o sebeple -umarım rapora da yansıyacaktır- bu derin deşarj işinin çok sorunlu olduğu kanısındayız.
Şimdi, bu kadar laftan sonra, ben atlamamak için bir soru yazdım, bunu sormak istiyorum. Sorum, geçen toplantıda da Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürümüz Sayın Altuğ Bey'in de olduğu toplantıda kum midyeleri konusundaki bir polemikten çıkan bir soru. Şimdi, o oturumda "Kum midyesi ihracatı serbest fakat dondurulmuş olarak 4 tane fabrika şu anda ihracat yapıyor." denilmişti. Sayın Bakanım, Marmara Denizi'ni konuştuğumuza göre, bu firmalar bu midyeyi ihraç ederken menşe olarak neresini, hangi denizi gösteriyorlar? Yani mesela, Marmara Denizi'nin neresinden istihsal ediliyor bu kum midyeleri? Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığı Düzenlemesi Hakkında Tebliğ'in 27'nci maddesi var hepimizin bildiği. Bu, ne anlama geliyor yani sizin Bakanlığınız bundan ne anlıyor? Marmara Denizi çerçevesinde, yine, 2000 senesinde ciddi bir döviz kaynağı olan kum midyesi istihsali sonra neden yasaklandı? Biyotoksin içeren fitoplankton Marmara Denizi'nde kirlilikten dolayı üreyip ihracatı engellemiyor mu, bir önceki sorunun cevabı bu mu? Bu planktonun Marmara Denizi'nde bu kadar çok miktarda bulunuşu kirlilikten değilse, mesela Ergene derin deşarjı bunda rol sahibi değilse 2000 senesinden önce bu plankton niye yoktu? Hatta şöyle söyleyelim: Geçen sene bu mevsimlerde derin deşarjın başladığını öğrendik ve geçen sene bu mevsimlerden sonraki bir yıl içerisinde müsilaj hadisesiyle karşı karşıya kaldık. Bunun bir tesadüf olduğu kanısında değilim ben. Bu tebliğde (9)'uncu bentte "İzleme ve rutin program sonucu analiz sonuçları uygun olmadığı için ürün alımına kapatılan çift kabuklu yumuşakça üretim alanları ile bu Tebliğ kapsamında açık olup, izleme ve rutin programı uygulanmayan alanlarda çift kabuklu yumuşakça istihsalinde bulunulamaz." deniyor. Peki, Marmara Denizi'nde bulunan diğer bir çift kabuklu olan şırlan avcılığında bu zaviyeden bakıldığında durum ne? 2000 senesinden sonra Marmara Denizi'nde yoğun avcılığı yapılan, Sahil Güvenlik kayıtlarına göre bu tarihten sonra da çok sayıda kaçak avcı ürünleriyle beraber yakalanmışken kum şırlanın Marmara Denizi'ndeki durumu nedir, yasaksa avcılığın yasaklanma sebebi nedir?
Son olarak da -birbiriyle ilişkili sorular- bu çift kabuklulara ilişkin yani kara midyesi, kum midyesi ya da şırlan için Marmara Denizi'nde bir izleme çalışması sürdürüyor musunuz? Eğer sürdürüyorsanız lütfen bu sonuçları bizimle paylaşın. Burada bu Komisyon olduğundan beri en son İstanbul Üniversitesinden bir hocamızdan da yine veri sonuçları istemiştim, bu verilerin hiçbirine şimdiye kadar ulaşamadık. Yani o da şöyle bir iddiada bulunmuştu: "Derin deşarjla verilen suyun yüzde 80'i Karadeniz'e gidiyor." On-line bağlantı kurmuştuk, ben de o zaman sormuştum: Elinizdeki bilimsel veriler nedir? Biz bunun böyle olmadığını biliyoruz, lütfen verileri bizimle paylaşın. O zaman da -Sayın Başkan hatırlıyorsunuz- dedi ki: "Ben size bunları göndereceğim." O zaman bu zamandır gelen giden yok. Daha önce Su Ürünleri Yasası geçerken balıklardaki biyokimyasal analiz sonuçlarını, toksikolojik analiz sonuçlarını istemiştim; o zaman yetkili göndereceğini söylemişti, lütfen böyle olmasın yani çift kabuklularda bu durum neyse onların verilerini -eğer yapılıyorsa tabii- bizimle paylaşırsanız sevinirim.
Teşekkür ediyorum.