KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Bakana ve kıymetli Bakanlık çalışanlarına, bürokratlarına da hoş geldiniz diyorum.

Sayın Bakan, şimdi, iklim krizi temelli bir müsilaj ve Marmara Denizi analizi yaptınız. Ben konuyu çok dağıtmamak adına iklim krizi tarafına girmeyeceğim. Yani bu "iklim krizi" adı altında anlatılan şeyin bir uygarlık krizi, kapitalizmin krizi olduğuna, bağlayıcılığı olmayan anlaşmaların altına bu dünyayı kirletenlerin imza atmak suretiyle yeni bir imaj çalışması yaptığına ilişkin pek çok şey söylemek mümkün burada tabii. O sebeple, ben biraz daha parçadan bütüne gitmeyi uygun görüyorum ve iklim krizi meselesinden bağımsız olarak Marmara'nın analiz edilmesini ve müsilajın böyle konuşulmasını hem bilimsel olarak hem de teknik olarak daha uygun olduğunu düşünüyorum. Niye böyle? Çünkü siz müsilaja sebep olan üç faktörden bahsettiniz Sayın Bakan; sıcaklık, durgunluk ve kirlilik. Konuşmanızın son bölümünde de durgunluğun esas faktör olduğundan bahsettiniz. Ben böyle olduğu kanısında değilim. Dört ay içerisinde okuduğum yüzlerce makale, durgunluğu meselelerden bir tanesi olarak almakla birlikte asla temel bir mesele olarak almıyor. Burada "sıcaklık" denen şey Sayın Bakan...

ÇEVRE, ŞEHİRCİLİK VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ BAKANI MURAT KURUM - Durgunluğa en önemli demedim ama belki yanlış anlaşıldı, öyle bir şey demedim, "Etkenlerden bir tanesi." dedim. Kanal İstanbul'la sayın vekilimiz bağladı.

RIDVAN TURAN (Mersin) - Hayır, denizin durgunluğuna ilişkin konuşmanızın başında, sunumda bahsettiniz.

ÇEVRE, ŞEHİRCİLİK VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ BAKANI MURAT KURUM - Etkenlerden bir tanesi.

RIDVAN TURAN (Mersin) - Kanal İstanbul konusundaysa "En önemli mesele olan durgunluğu ortadan kaldıracaktınız." diye ben not almışım, bakabiliriz yani.

Neyse, benim itiraz sebebim, durgunluğu bir faktör olarak görüyor olmak değil sadece, temel olarak "sıcaklık" dediğimiz şey, Sayın Bakan, kirlilikten bağımsız bir mesele olarak ele alınmış. 1,5 derece civarında çevre denizlerde ısı artışı var, 2,5 derece civarında Marmara'da ısı artışı var. Marmara'da 2,5 derece niye ısı artıyor? Yani biz Marmara'ya mercek tutmuyoruz güneş ışınlarını toplasın diye, altına tüp gaz yakmıyoruz, niye 2,5 derece artıyor? Artmasının sebebi tabii ki kirlilik yani bir sıvı içerisinde süspansiyon hâlinde ne kadar katı madde varsa, aynı koşullarda güneş ışığına maruz kaldığında şu kristal gibi su çok az ısınacakken süspansiyon miktarı fazla olan su doğal olarak artacaktır. İklim krizi meselesine ilişkin itirazımla bunu birleştireyim.

Şuna itiraz ediyorum: Yani bir şey var, aslında bizim dışımızda bir şey. Ne yapalım? Biz de bu dışımızda olan şeyin ancak kendi görev alanımızda ya da kendi çözümleyebileceğimiz şey neyse onunla uğraşalım türünden -sizin için söylemiyorum ama- böyle bir subliminal mesajın müsilaj konusunda yaygın olmaya başladığını ben müşahede ediyorum ve bunu son derece sorunlu görüyorum. Biz, eğer bu "iklim krizi" diye tarif ettiğimiz ya da "Antroposen Dönemi'nin nimetleri" diye tırnak içinde tarif edeceğimiz şeyin üzerinden bir analiz yapacaksak, emin olun ki sonunda "Deniz bu hâle gelmiş, müsilaj ortaya çıkmış yani buna yapacak bir şey yoktur." noktasına kadar -egzajere ederek söylüyorum, farkındayım ama- gelebiliriz; böyle bir noktaya gelen kimse yok şu anda.

Şunu bence açık yüreklilikle ortaya koymak gerekir: Bu, antropojenik bir kirlilik meselesidir. Biz denizi kirlettik, buna "duyarsız vatandaş" deyin, "endüstrinin, kapitalizmin doymak bilmeyen kâr hırsı" deyin, "60'lardan sonraki hızlı sanayileşme" deyin, "tarımsal atık" deyin, "atmosferik hadise" deyin, şu deyin yani uzatmak mümkündür ama biz temel olarak projeksiyonumuzu ya da harekât planlamamızı insan faktörlü deniz kirlenmesi üzerine kurmak zorundayız. Meseleye de bu zaviyeden baktığımızda, Sayın Bakan, burada hâlâ Bakanlığın mevzuatında, yönetmeliklerinde Marmara Denizi'ni bir alıcı ortam olarak tarif ediyor olmanın son derece yanlış olduğunu ifade etmek isterim.

Kıymetli arkadaşlarım, Marmara Denizi bir alıcı ortam olarak telakki edilemez. Zaten başından beri -hani bilimsel olarak kullanılan bir kavram, ayrı mesele ama- benim çok alerji duyduğum da bir kavram yani alıcı ortam. Sor bakayım, almak istiyor mu? Yani böyle bir kapasitesi var mı? Ama biz kendimize göre insan merkezli bir dünya tahayyülüne sahip olduğumuz için onu alıcı ortam olarak görmüşüz, tarif etmişiz.

Şimdi, izin verirseniz, ben 4 temel tezle Marmara Denizi'nin niye alıcı ortam olarak kabul edilemeyeceğini izah etmeye çalışacağım.

Bunlardan bir tanesi şu: Bu, sizin mevzuatınızda yer alan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği kapsamında bir malum tablo var, "tablo 4" biliyorsunuz, şimdi burada, bu yönetmelik içerisinde şöyle deniyor: Bu tabloda verilen parametrelerden biri olan suda çözünmüş oksijen değeri doygunluğun yüzde 90'ından fazla olarak tarif ediliyor deşarjın olabilmesi için. Şimdi gelelim bu yönetmelik maddesi doğrultusunda Marmara'ya bakalım. Marmara'nın 0,5 ila 25 metre yani üst su kütlesinde tuzluluk aşağı yukarı binde 25 dolayında geziyor, artıyor, azalıyor 18 ile 28 arası diye kaynaklar bunu yazıyorlar. Isı da kışın 6 derece ile yazın 29 derece arasında bir skala izliyor. Bilindiği üzere, bu suda çözünmüş oksijen miktarı sıcaklıkla ve tuzlulukla ters orantılı yani onun türevidir, ters orantılı olarak sıcaklık artarsa oksijen miktarı azalacaktır, tuzluluk artarsa oksijen miktarı azalacaktır. Şimdi, bu zaviyede meseleye bakıldığında ideal koşullarda 10,5 miligram/litrede bulunabilecek oksijenin yüzde 90'ını yönetmeliğe göre alırsak, burada olması gereken, yüzeyde olması gereken oksijenin 9,45 miligram/litre olması sonucuna varırız, yani 10,5 çarpı yüzde 90. Şimdi, oysa durum böyle değil. Üst su kütlesinde bu değere hiçbir zaman ulaşılamıyor yani en fazla olduğu, en yüksek olduğu dönemde 6 miligram/litre civarında cereyan ediyor. Demek üst su kütlesi açısından deşarj kabul edilebilir bir şey değil. Peki, bakalım alt su kütlesinde durum ne? Burada bilindiği gibi, Akdeniz'den gelen aşağı yukarı 14,2 santigrat derece sabit bir ısı var, binde 38 ile 36 arasında da tuzluluk oranı var. Bu mevzuata bakıldığında, yine yüzde 90 üzerinden hesap yapıldığında, burada da çıkacak sonuç 8,8 ila 5,5 miligram/litredir. Yani bizim 25 metreden sonraki su kolonumuzda 5,5 miligram/litre ile 8,8 miligram/litre arasında oksijen olması gerekir ki biz buraya deşarj yapabilirim. Ama yani şimdi için söylemiyorum bunu, İller Bankasının 1977'deki raporunda bile bu değer yok ki 1977 yılından bu zamana dünyanın zamanı geçti. Şu anda ise yüzde 1'ler, binde 90'lar düzeyinde bir dip oksijenasyonundan bahsediyoruz. Buradan hareketle, Sayın Bakan, birinci olarak bu sebeple Marmara'ya derin deşarj yapılamaz, bu bir.

İkinci tezim şu: Uluslararası standartlar bir yere, bir suya deşarj yapılabilmek için 5 miligram/desilitre oksijen miktarını kabul etmiş. Buradan baktığımızda da yine Marmara'ya deşarj yapmak mümkün değil. Ama ilk söylediğim yani 1'inci maddede söylediğim şey esasen bizim kendi mevzuatımız. Yani aslında biz kendi mevzuatımızı uygulayacak mıyız uygulanmayacak mıyız tartışması yapıyoruz bir taraftan yani yasalarımızı uygulayacak mıyız uygulamayacak mıyız tartışması bu bir başka taraftan. ikinci tezim bu.

Üçüncü tezim şu: Şimdi, derin deşarj denen şey yani bir denizin dibine atıkları vermek falan değil ki yani o denizin hidrografik özelliklerinin oşinografik özelliklerinin bunu destekliyor olması lazım. Bu da ne? Yani yoğunluk "gradient"i yukarıdan aşağı doğru, su kolonunun tepesinden aşağı doğru giderek artan bir gradyan takip etse -ki bu Karadeniz, Ege ve Akdeniz için geçerli bir şey- aşağıya verdiğiniz şey, atık su, o hatta seyrelerek yukarı çıktığı ölçüde oksijenle okside olmak suretiyle bertaraf olacak, bir tür doğal arıtmaya uğrayacak ama Marmara'nın hidrografik özellikleri de böyle değil. Yani bir koordinat sistemini düşünecek olursanız, yoğunluk tepede başlıyor, ara suda, ara suya gelindiğinde yoğunluk neredeyse sabite yakın devam ediyor ve ara suyun altından tekrar aşağıya iniyor. Yani bu şu demek: Aşağıya verdiğiniz atıkların, derin deşarjla verilen atıkların önemlice bir kısmı geri döner, yukarı çıkar, alanda birikir, dolayısıyla, biz kendi atıklarımızla kendimizi zehirlemiş oluruz. üçüncü tezim bu. Hani diyoruz ya "Durum daha iyiye gidiyor." diye, siz de söylediniz "Balıklar da geri dönmeye başladı." dediniz, o balıkları da söylerseniz çok sevineceğim, hangi balıklar geri dönüyor? Marmara Denizi'nin kendine gelmesinin parametreleri nelerdir? Bunları da merak ediyorum doğrusu balıkçı olarak aynı zamanda.

Dördüncü tezim de şu: Şimdi, bu Komisyona katılan arkadaşlar açısından tekrar olacaktır, onlardan da özür diliyorum ama Ergene derin deşarjına çok yakın olan bir bölgeden alınan su numunelerinden çıkan sonuçlar son derece endişe verici. Örneğin bakır değeri, Dünya Sağlık Örgütü standartları üst sınırı 0,02 kabul etmişken 2.544 miligram/litre. Çinko 0,5 miligram/litre kabul edilmişken 1.932 miligram/litre. Demir 0,2 miligram/litre kabul edilmişken Dünya Sağlık Örgütüne göre, tespit edilen 636,89 miligram/litre. Nikel, dünyada kabul edilebilir düzeyken 0,02'yken 77,6 miligram/litre. Binde 5 kadmiyum değeri üst sınır olarak alınırken, bizde 9,91 miligram/litre. Kurşun binde 1 referans değeri alınırken, çıkan değer 76,19 miligram/litre. Bakın, bu dördüncü tezim. Bu tez şunu söylüyor: Biz, Ergene derin deşarj sistemiyle Marmara'yı mahvediyoruz, Marmara'yı mahvediyoruz. Bu deşarj sistemi arıtılmıyor mu dersiniz, az arıtılıyor mu dersiniz, ne oluyor bilmiyorum ama bu deşarj sistemi, kıymetli arkadaşlar, Sayın Bakan, kıymetli bürokratlar; bu deşarj sisteminden sonra bakın müsilaj meselesi tetiklendi. Dikkat edin, geçen sene bu mevsimde, kasım ayı gibi öğrendik ki deşarj başlamış, ondan sonra mart gibi -yanlış hatırlamıyorsam- ilk müsilaj belirtileri ortaya çıktı ve ondan sonra da bir biçimiyle devam etti. Bu 4 temel tez gereğince... Bilimsel olarak tartışılmaya kuşkusuz açık tezlerdir bunlar. Örneğin Bakanlığınızdan şunu beklerim ben: "Ya, sen o verileri nereden aldın? O verileri bize ver, beraber gidelim, biz oradan hep beraber -Komisyon üyeleriyle beraber- su numunelerini biz alalım, bu verilerin çıktığı metotla, yöntemle analizimizi yapalım ve sonuçlara bakalım." Öyle ya, bilim bu yani bilimde "yüzde 100" diye bir şey yoktur, bilimde "mutlak" diye bir şey yoktur, gerçekliğe yakınsamak vardır, biz de bunun için çaba sarf ediyoruz. Mesela bunu yapabilir Bakanlık.

Bu 4 tez doğrultusunda söylemek istediğim şey, Kıymetli Bakan, ne yazık ki sizin sunumunuzda derin deşarja ya da başka bir deyişle, Marmara Denizi'nin alıcı ortam olarak kabul edilmemesi gerektiğine ilişkin bir şey görmedik, bir şey görmedik. Benim hem bilimsel hem de vicdani kanaatim, bu mesele çözülmeden -yani sadece Ergene için söylemiyorum ha, yani sadece Ergene için söylemiyorum, bunu aynı zamanda bütün belediyelerin atıkları için de söylüyorum- Marmara Denizi bir alıcı ortam olarak mütalaa edildiği sürece biz daha çok komisyon kurarız, daha çok fazla aynı yün yumağıyla oynayan kedi gibi o dolaştığımız yerden bir türlü kendimizi kurtaramayız. Yani bir de şimdi, şunu anlamak mümkün değil: Bu hizmet denilen şey nedir? Yani belediye evimize suyu getiriyor, doğru mu? Çeşmeyi açıyoruz, suyu kullanıyoruz; hizmet orada bitmez ki o atığı da temizlediğinde hizmettir o; zaten parasını da alıyorsun yani. Eve su götürmek değildir belediyenin işi, o atığı da temizlemektir. Şimdi, bu zaviyeden bakalım, kamu böyle çalışmalı, eyvallah.

Peki, sanayi nasıl çalışmalı? Şimdi, orada pipetlerini Ergene havzasına daldırmışlar, suyu çekiyorlar -taban suyu iyice düşmüş durumda- o suyu diledikleri gibi kullanıyorlar, sonra ne olacak, bunu kim temizleyecek kardeşim? "Kamu temizlesin." Böyle şey olur mu? Yani sen kirletiyorsun, o tişörtten para kazanıyor musun? Kazanıyorsun. O tekstil ürününden sen onu boyadığında para kazanıyor musun? Kazanıyorsun. Kardeşim, bunun atığını sen niye dereye veriyorsun? Tişört üretmek hizmeti aynı belediyenin su hizmetinde olduğu gibi bir şey olmalıdır ancak onu ürettikten sonra atıklarını da sen yeniden kazanırsan o zaman bir hizmettir bu. Onun haricinde, bir grup sermayedarın bizim bütün varlıklarımızı iç etmesidir, sömürmesidir. Yani bunu vicdanen de hukuken de siyaseten de ne derseniz deyin, kabul etmek mümkün değil. O sebeple, bu kirletenlere sanayi tesisleri açısından o suyu yeniden kullanmak gibi bir zaruret getirmemiz lazım, onların kirlettiğini kamu kaynaklarını kullanarak... Bu, özelleştirme de olsa aynı şey, yine kamu kaynağıdır giden, özelleştirme olmasa kamu eliyle yapılsa da aynı şey, kamu kaynağıdır giden. Onların kirlettiği suyu, onlardan 5 kuruş, kör kuruş talep etmeden "Onun sorumluluğunu yüklenin kardeşim." demeden kamu niye yükleniyor ya? Olmaz böyle bir şey. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Yalnızca Ergene meselesi değil tabii ki aynı zamanda İstanbul meselesi, aynı zamanda Kocaeli meselesi, aynı zamanda Susurluk havzası meselesi, Marmara havzası, tarım havzaları; tarım havzalarında kullanılan kimyasallar, tarım zehirleri, azotlu fosforlu gübreler meselesi yani hani, dediniz ya "Marmara koruma alanı ilan edilecek." diye... "Koruma alanı" bana çok güzel gelen bir laf. Sizden, tabii, içini doldurmanızı istiyoruz ama koruma alanı ilan edildiğinde mesela Ergene derin deşarjı olmayacak mı? Ben Marmaray'da çalışıyordum o zaman "1 milyon metreküp ne olacak?" diye tartışılırken götürüp Çınarcık çukuruna o hafriyat döküldü, Marmaray'ın doktoruydum o zaman ben. O hafriyat oraya döküldü, o hafriyat dökülmesinin ekolojik sorunlarıyla hâlâ başa çıkabilmiş durumda değiliz. Kanal İstanbul'un hafriyatı ne olacak, ayrı tartışma konusu tabii ki.

Yani uzun lafın kısası, bir felsefeye ihtiyacımız var, bir felsefe değişikliğine ihtiyacımız var yani yaptığımız şeyi birkaç düzey daha iyi yaparak bu meseleyi çözmek mümkün değil. Çalışmalarınızı gayet kıymetli buluyorum Sayın Bakan -yani konuşmanın tümünden lütfen böyle bir sonuç çıkmasın- çalışmalarınız kıymetli ama biz zaten yapmakta olduğumuz şeyi biraz daha iyi yaparak bu sorunu çözemeyiz. İnsanlık, doğa, ne derseniz deyin, karşımıza çok radikal davranmayı gerektiren bir sorun getirdi, dikti. Bu radikal sorunla ancak radikal tutumlarla, mesela alıcı ortam olmaktan çıkararak ve buna benzer tedbirleri alarak ancak başa çıkabiliriz, başka türlü bununla başa çıkmak ne yazık ki mümkün değil. Mesela, Çanakkale-Balıkesir bütünleşik sahil planlamasının olduğu yerde ben denizin kurtulabileceğine -sizin Bakanlığınızdan geçti bu- inanmıyorum, açık söyleyeyim. Yani o Marmara Adası'ndaki taş ocaklarının -ki bir kısmının ÇED'inin olmadığını biliyoruz- yaydıkları tozun deniz ekosistemi üzerinde ne kadar etkisinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani bu inşaatçılıkla nereye kadar, nasıl yapılabilir, soru işareti.

Bir de son olarak şunu söyleyeyim: Soğutma sularından bahsettiniz, bu konuda önlem almak çok iyi bir şey fakat mesela klor dioksiti ne yapacağız? Yani klor dioksit soğutma suyundan daha beter bir şey. Oradaki kabuklular oraya yapışmasın diye yukarıdan basıyoruz klor dioksiti; bu, deniz ekosistemi için bir numaralı zehir. Mesela bununla gelmek gerekiyor, radikal olmak gerekir dediğim şey bu. Yaptığınız şey, yaptığınızı daha iyi yapma adımıdır, saygıdeğer bir adımdır ama klor dioksiti yasaklarsak, işte bu radikal adım olmuş olur; bu bize kazandırır.

Biraz uzattım, kusura bakmayın.