KOMİSYON KONUŞMASI

LEVENT GÖK (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi tekrar sevgiyle saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; görüşmekte olduğumuz yasa teklifini incelediğimizde birazcık geçmişe doğru bazı değerlendirmelerin yapılması gerektiği ihtiyacını duyduğumu ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Her ülkenin kendi siyasal sistemi, seçim sistemleri o ülkenin kendi uygarlık ölçüsüyle baş başa geçer. Bütün uygar ülkelere baktığınız zaman geçmişten gelen tüm deneyimlerin, tüm tecrübelerin, tüm yasa değişikliklerinin birbirini tamamlayan ve süreklilik arz eden bir yapıda olduğunu görürüz. Bu hem siyasal sistemin istikrarı açısından çok önemlidir hem de ülke yönetiminde söz sahibi olmak isteyen herkes bilir ki oyunun kuralları çok önceden belirlenmiştir ve siyasal sistem de bu kurallara göre şekillenmektedir. İktidarlar da bu seçim tekliflerini... Siyasi Partiler Kanunu'ndaki yazılı maddelere göre de seçimler de değişecektir; kimi iktidarda olacaktır, kimi de muhalefette olacaktır. Dolayısıyla her ülkenin seçim teklifi ve siyasi partiler yasası başlı başına o ülkenin demokrasi standardıyla çok özdeştir; bu, çok açık ve nettir. Demokrasiyle yönetilmeyen pek çok ülkeye baktığınız zaman kuralların zaten yeteri kadar olgunlaşmadığını, sürekli bir şekilde değiştiğini ve birbiri ardına yapılan değişikliklerle siyasal sistemin de tam da rayına oturmadığını görürsünüz. Hep söyleriz, İngiltere'nin yazılı anayasası yoktur ama İngiltere iki yüz yılı aşkın bir zamandır anayasası olmadan demokrasisini korumuştur, güçlendirmiştir ve kimse bunlarla oynamayı da pek düşünmemiştir çünkü siyasal sistem öyle bir oturmuştur ki artık herkes bunda A partisi de olsa, B partisi de olsa hemfikir olmuştur.

Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde cumhuriyeti kurduktan sonra Atatürk'ün hayatta olduğu dönemde çok partili siyasi hayatı denemiştir, bir iki teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sonuçta, İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde İkinci Dünya Savaşı'ndaki gelişen dünya tablosu içerisinde liberalleşme eğilimlerinin dünyada güçlenmesi ve bu tarz yapılanmaların itibar kazanması, devletler arası ilişkilerin de böyle yapılanmalar sayesinde gelişmesinden kaynaklanan ve başka pek çok gerekçelerle siyasi hayatımızda İsmet İnönü'nün önderliğinde çok partili siyasi hayatın önü açılmıştır. Buna gelirken o çok da kolay olmamıştır; örneğin, Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde önce Adnan Mendereslerin, Celal Bayarların başını çektiği bir milletvekili grubu hepinizin bildiği gibi 1945 yılı Temmuz ayında bir Dörtlü Takrir vermişlerdir partiye sunulmak üzere. Bunların içeriğine baktığımız zaman, bugün yaşadığımız tartışmaların benzerlerinin o tarihlerden itibaren de yapıldığını görürsünüz. Celal Bayar, Fuad Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes'in vermiş oldukları, Cumhuriyet Halk Partisine sunmuş oldukları Dörtlü Takrir'de şunlar söylenilmiştir, tutanaklara geçmesi açısından önemli yani bir kendi tarihimizi bir parça tarif etmek açısından. Burada metnin sonuna doğru, Dörtlü Takrir'de şunlar istenilmiştir:

1- Millî hâkimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesini Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin alınması.

2- Yurttaşların siyasi hak ve hürriyetlerinin, daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği -genişlikte- kullanılabilme imkânlarının sağlanması.

3- Bütün parti çalışmalarının, yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi.

Yani orada siyasi hayatın önü açılarak herkesin, Meclisin de denetiminde olmak kaydıyla, siyasi hayatımızın güçlendirilmesi ve bunun önünün açılması talep edilmiştir. Bildiğiniz gibi, bu Dörtlü Takrir Cumhuriyet Halk Partisi Grubunda reddedildikten sonra, 7 Ocak 1946'da Demokrat Partinin kuruluşuyla Demokrat Parti ilk kongresinde "Hürriyet Misakı" diye bir bildiri yayınlamıştır Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri. Bu Hürriyet Misakı Bildirisi, son derece, o tarihsel koşullar içerisinde yine bizleri bugünkü tartışmalara götürecek ilintili bir metindir. Orada da 7 Ocak 1946'da Demokrat Partinin kongresinde şunlar söylenmiştir: Vatandaş hak ve hürriyetlerini haleldar eder mahiyette olan ve Anayasa'mızın ruhuna ve metnine uymayan kanun hükümlerinin kaldırılması, vatandaş reyinin emniyet ve masumiyetini sağlamak ve millî hâkimiyet prensiplerini teminat altına almak maksatlarıyla seçim kanunlarında değişiklikler yapmak, devlet reisliği ile -bu da altını çizerek okuyalım bunu- fiili parti reisliğinin bir zatın uhdesinde birleşmemesi esasının kabulü. 1946'da Demokrat Partinin kongresinde alınan kararları söylüyorum.

Değerli milletvekilleri, bu tablo içerisinde bakıldığı zaman Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki gerginliklerin artması üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü hem bir yandan Celal Bayar'ı hem de o zamanki Başbakan Recep Peker'i birkaç defa yanına çağırarak artan muhalefet iktidar ilişkilerindeki tansiyonu düşürmek amacıyla girişimlerde bulunmuştur; Celal Bayar, birkaç defa Adnan Menderes'le görüşmüştür, birkaç defa yine Başbakanla görüşmüştür. Muhalefetin iddiası, o zamanki Demokrat Parti "İktidar bize hayat hakkı tanımıyor, bize nefes aldırmıyor yani biz siyaset yapmak istiyoruz ama iktidar bizi bir şekilde önlüyor." diye bir talepte bulunmuş ama iktidar da muhalefetin kanunların hilafına, aykırı davranarak ortada bir kaos yaratma arayışı içerisinde olduğundan bahsederek muhalefeti İnönü'ye şikâyetini, taleplerini bildirmiştir. Sonuçta, birkaç defa yapılan bu görüşmelerden sonra, İsmet İnönü, 12 Temmuz 1947'de bildiğiniz gibi, 12 Temmuz Beyannamesi'ni yayınlamıştır. Bu, kıymetli bir beyannamedir, aslında günümüz için de değerlendirilmesi gereken ve ta o zamanlardan bir Cumhurbaşkanı iktidar partisi muhalefet partileri arasındaki ilişkileri de tanzim edecek bir resmi belge olması açısından da çok önemlidir. Bu beyannamede, 12 Temmuz Beyannamesi'nde İsmet İnönü görüşleri anlattıktan sonra kendisine bir vazife vermiştir ve şu cümleyi söylemiştir. Şimdi, ben bu düğümü çözmeye çalışacağım -çözmeye çalıştığı düğüm, iktidarla muhalefet arasındaki tartışmalardır ve gerginliktir- gördüm ki -şunu da çok samimi beyannameye yazmıştır- "Taraflardan hangisinin haksız ya da hangisinin haklı olduğu konusunu aramakta fayda görmüyorum. Ben işimi yapacağım ve beni bu inanışa getiren durum hakkında görüşümü kamuoyuyla paylaşacağım." 12 Temmuz Bildirisi'ni her iki partinin temsilcilerinin görüşünü ve onayını aldıktan sonra kamuoyuna açıklamıştır ve orada demiştir ki: "Ben -bu şartlarda- bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli gördüm." Çok önemlidir bu ve devam etmiştir: "Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin, onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adalette bir zihniyette olacaklarına inandıracaktır." Yani iktidara gelen bir parti kendisinin adaletli olacağını herkese inandıracaktır. Yine, İsmet İnönü "Varmak istediğim netice başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir, -birbirlerine güvenecekler- muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır." Bakın, çok güzel sözler bunların her biri ve "İktidar da muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden müsterih bulunacaktır. Bütün vatandaşlar da iktidarın şu parti veya bu partinin elinde bulunması ihtimalini vicdanen rahatlıkla düşünecektir." Bunu, 1947 şartlarında, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Garp Cephesi Komutanı, İstiklal Savaşı'nın kahramanlarından, cumhuriyetin kurucularından İsmet İnönü kamuoyuna deklare etmiş ve bunu kendisine bir vazife olarak almıştır.

Tabii, değerli milletvekilleri, sonuçta, 1949 yılına gelindiği zaman, 1946 seçimlerinden sonra yine muhalefetle iktidar arasındaki gerginliğin artmasından önce, 20 Haziran 1949'dan önce, Demokrat Parti, yine 2'nci Kongresi'nde Millî Ant yayınlamıştır. Bu tarihten iki yıl öncesine sizleri götürmek isterim; Demokrat Partinin taleplerinden bir tanesi devlet başkanlığı ile parti reisliğinin kaldırılmasına yönelik bir talepte bulunmuştu. 1947 yılında gelişen olaylarda İsmet İnönü bu tabloyu görmüştür Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve 30 Kasım 1947 tarihinde, bundan tam yetmiş beş yıl önce yapılan Cumhuriyet Halk Partisinin Tüzük Kurultayında, İsmet İnönü, bütün yakın çevresinin karşısına çıkmasına rağmen kendi koydurduğu bir tüzük maddesiyle devlet başkanlığı uhdesinde bulunduğu sürece parti genel başkanlığını bırakmıştır o tarihte ve yurt gezilerine giderken Demokrat Parti milletvekillerini almış, toplum önünde her iki partiye de eşit bir derecede kendisini göstererek toplumda bir emniyet supabı gibi âdeta bir görev yapmıştır. Bu, çok kıymetli bir tablodur. Şimdi, biz İsmet İnönü'nün Cumhuriyet Halk Partisine hitaben "Arkadaşlar, artık hepiniz rüştünüzü ispat ettiniz, bundan sonra bana ihtiyaç yoktur, ben Cumhurbaşkanı olduğum müddetçe parti başkanlığını bırakıyorum." diyerek verdiği tüzük değişikliği ve bunu uygulaması; belki şimdi, tekrar, hepimizin bugünkü sistemi sorgulamasını gerektiren de bir sonuç vermiştir. Şimdi, ne yazık ki geldiğimiz tablo içerisinde, Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının birleşmesine yetmiş beş yıldan sonra tekrar tanık olduk. Bu, İsmet İnönü'nün ta yetmiş beş yıl önce elinin tersiyle iterek kendisinin bir hükme bağladığı bir konu olarak demokrasi tarihimize altın harflerle yazılmıştır.

Sayın Başkanım, daha sonra, 1950 seçimlerine girerken muhalefetteki Demokrat Partinin en büyük istemlerinden bir tanesi seçimlerin bir teminata bağlanması olmuştur ve az önce ifade ettiğim 20 Haziran 1949 tarihinde Demokrat Partinin 2'nci Kongresi'nde bir Millî Ant metni yayınlanarak seçimlerin kanununun ve seçimlerle alakalı hükümlerin bir kere mutlaka bir güvenlik içerisinde yapılması ve bunun yasal yollarının mutlaka bulunması ve -şurası, altı çok mühimdir- eğer bu sağlanmazsa "Vatandaşların haklarını Anayasa ve Türk Ceza Kanunu müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri yani bu konuda kendilerinin görüşlerini her yerde anlatmaları zaruri olacaktır." diyerek de önemli bir çıkış yapmışlardır. 1950 seçimlerine gelindiği zaman, İsmet İnönü, Cumhuriyet Halk Partisi bu tabloyu görmüş ve -bir kısım arkadaşlarımızın da görüşmeler sırasında belirttiği gibi- 1950 yılında Milletvekili Seçimi Kanunu'nda yapılan değişiklikle Yüksek Seçim Kurulu kurularak Yüksek Seçim Kurulu, il seçim kurulları, ilçe seçim kurulları kurulmak suretiyle bir hâkim teminatına bağlanmıştır Sayın Başkanım. 1950 yılındaki bu kanun değişikliği, 1961 Anayasası'nda bir anayasal hüküm olarak da Anayasa'ya girmiştir. Dolayısıyla ülkemizdeki demokrasi tarihinde 1950 yılından beri uygulanan hâkim teminatıyla ilgili bir düzenlemeden bahsediyoruz.

Şimdi, bunları anlatırken bir de beş on yıl daha öncesine giderek Atatürk'le ilgili bir örnek verdikten sonra, bu anlattıklarımı seçim kanunuyla bağdaştırmak istiyorum.

Değerli milletvekilleri, 25 Eylül 1930'da İsmet İnönü Meclisten yeterli desteği göremediğini ifade ederek istifa etmiştir. Atatürk, tekrar çağırmıştır İsmet İnönü'yü, bu görevi tekrar kendisine vermek istemiştir, İsmet İnönü kabul etmemiştir. O zaman da Atatürk, yakın çevresine, birkaç gazetecinin olduğu ortamda gazetecilerin anladığı tarzda "Ya İsmet ya ben." şeklinde bir söz söylemiştir. Gazeteler onu ertesi gün öyle nakletmişlerdir ve bu, kamuoyuna şöyle denmiştir: Atatürk hem Cumhurbaşkanı olmak istiyor hem de Başbakan olmak istiyor. Şimdi, ertesi gün gazeteler böyle çıkınca, Atatürk bundan fevkalade rahatsız olmuştur. Yani bir yandan Cumhurbaşkanlığının bir yandan da Başbakanlığının konuşulduğu kamuoyundaki, gazetelerdeki haberlerden fevkalade rahatsız olmuş ve İsmet İnönü'ye tekrar bu görevi vererek, bütün yakın arkadaşlarını çağırarak -Sayın Başkanım, değerli milletvekillerim; bunların her birinin kayıtlarımızda olması çok önemlidir- Atatürk, 26 Eylül 1930'da şu sözleri söylemiştir: "Arkadaşlarımız içinde Başvekillik yapacak zevat çoktur. Fakat bütün bu arkadaşlarımın dâhil olduğu hâlde milletin umumi temayülü benim şu ve bu zaruret karşılığında Başvekil olmamı gerektirirse bu vazifeyi kemalitevazu ve minnetle ifaya hazırım ancak bu takdirde, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığını uhdemde bulundurmamın elbette imkânı yoktur. Başvekil olursam Cumhurbaşkanlığını bırakırım."

Şimdi, buraya niye geldik? Bundan doksan bir yıl önce Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı birleştirmemiş bir Atatürk; şimdi geldiğimiz noktada, doksan bir yıl sonra, fiilen Başbakanlığı kalksa dahi, yürütme organının başı olarak Cumhurbaşkanlığı ile yürütmenin başkanlığını yani eski Başbakanlığı birleştirmiş bir sistem var karşımızda ve yetmiş beş yıl önce parti başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığını birleştirmeyen bir İsmet İnönü'nün karşısında, yine, içinde bulunduğumuz durumda, parti başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığının birleştiği bir sistem var. İşte, sistemin açmazları da buradan geliyor. Keşke biz, Demokrat Parti, Atatürk, İsmet İnönü döneminde başlayan bu demokrasi tablosu içerisinde bu gelişmeleri daha ileri götürebilsek, daha ileri dönüştürebilsek ama maalesef geriye gitmişizdir ve siyasal sistemimiz de şu anda ne yazık ki bu uygulamalar nedeniyle tıkanmıştır. Atatürk, İsmet İnönü bu tabloları görmüştür ama biz, yıllar sonra, yine eski tas, eski hamam uygulamalarla ne yazık ki karşı karşıya gelmişizdir.

Sayın Başkanım, şimdi, kanun teklifiyle ilgili olarak az önce ifade ettiğim hususlardan -sırasıyla gitmeyeyim- az önce dayandığım Demokrat Partinin talep ettiği seçim güvenliği, yargıç güvencesinden giderek hemen seçim teklifindeki 5 ve 6'ncı maddeyle ilgili, il ve ilçe seçim kurullarıyla ilgili görüşümü sizlerle paylaşmak istiyorum. 1950 yılından beri uygulanan bu sistemde... Şimdi, il ve ilçe seçim kurullarının 31 Ocak 2022 tarihinde görev süreleri belirlenmiş ve daha iki yıl görevlerine fırsat varken ve olanak varken ve aslında her şey de yerli yerindeyken yani ilçe seçim kurullarından görevini bırakan yok, il seçim kurullarından görevini bırakan yok ve uygulanan genel ilke kıdemli hâkim ilkesine hiçbir kimsenin karşı olmadığı bir tabloda kurulmuş ve bugüne kadar da kuruluş şekline kimsenin de itirazı olmayan bu sistemde birden bire bir değişikliğe gidiyoruz. Bakın, maksat açısından -yani maksadı herkes bulunduğu ortamdan yorumlayabilir ama- elbette bu değişikliğe neden gerek duyulduğunun açıklanması gerekir.

Şimdi, 30 Ocak 2024'e kadar görevde olacak ve kıdemli hâkimlerin başkanlığında oluşmuş kurullar varken bu ilkenin tersinin ya da önerdiğiniz yöntemle yapılmasının makul ve mantıklı izahı yoktur değerli arkadaşlarım. Şimdi, doğal olarak ben de yapsam bu tabloyu sizin de aklınıza şu konuların gelmesi kaçınılmazdır Sayın Başkanım. Şimdi, Feti Bey, Sayın Hayati Yazıcı, diyorsunuz ki: İl seçim kurullarında Adalet Komisyonunda bir seçim yapılacak ve birinci sınıfa ayrılmış hâkimler arasından üyeler, yedek üyeler belirlenecek. İlçelere geldiğimiz zaman da yine birinci sınıfa ayrılmış hâkimler arasından Adalet Komisyonunda kura çekilecek ve eğer yeterli sayıda yoksa kıdemliden başlayarak seçim kurulları oluşturulacak ve ilçelerde hâkimlerden arzu edenlerin seçimlerde bir görev talep etmeme hakkı da tanınıyor.

Şimdi, Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri, değerli arkadaşlarım; Türkiye'de 26 bin hâkim var -sayılarda yanılabilirsem beni bağışlayın, düzeltmek isteyen arkadaşımız düzeltebilir- bunun 6 bini birinci sınıfa ayrılmış. Şimdi, birinci sınıfa ayrılmış ile birinci sınıf hâkim farklı. Birinci sınıfa ayrılmış hakimler farklı; birinci sınıfa ayrıldıktan sonra, üç yıl da görev yaptıktan sonra birinci sınıfa ayrılıyorsunuz. Şimdi, Türkiye'nin 900 tane ilçesi var, 230 tane ilçede de adliye yok ve Türkiye'deki ilçelerimizde -bazı büyük ilçelerimiz hariçtir, bazı büyük nüfuslu olanlar ama- değerli arkadaşlarım, birinci sınıfa ayrılmış hâkim yok. Şu anda hiçbir ilçemizde yani Ankara'mızın örneğin -hemen ben size sayayım- Gölbaşı ilçesinde birincisi sınıfa ayrılmış hâkim yoktur, Polatlı'da yoktur, Haymana'da yoktur, hiçbir yerde yoktur. Şimdi, bunlarla ne murat edilmek isteniyor? Bunlarla ne yapılmak isteniyor?

Ben, 2016 yılında bu Meclis bombalandığı zaman, Meclisin içerisinde bulunan ve kürsüden darbeye karşı Cumhuriyet Halk Partisinin duruşunu açıklamış bir kişiyim. Daha sonra, 2016'dan sonra bu FETÖ'yle bağlantılı olan 5 bine yakın civarda hâkimin de meslekten ihraç edildiğini biliyoruz ve yerine gelenlerin de ne olduğunu biliyoruz. 2017 yılında -ben o zaman Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkan Vekiliyken- avukatlıktan hâkimliğe geçirilmek üzere bir alım yapıldı hâkimler için. Değerli milletvekilleri, o zaman Adalet Bakanı şu andaki Bakan Sayın Bekir Bozdağ'dı. Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; biz listeleri bir incelediğimizde, o gün hâkimliğe alınanların, avukatlıktan hakimliğe geçenlerin -ki listesinin hepsi elimde- birçoğunun, tümüne yakınının ne yazık ki Sayın Başkan, AK Parti'nin birçok ilçesinde, birçok ilinde yönetim kurulu üyesi olduğunu tespit etmiş durumdayız. Burada hem kimsenin ismini vermek istemem hem de bir tartışmaya da mahal vermek istemem, bir tespitimizi paylaşıyorum. Tespit ettik ve biz, o gün, 2017 yılının mayıs ayında Feti Bey, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'la ilgili bu konuda gensoru verdik -o zaman gensoru vardı- ve bu gensorumuz, tabii, dolayısıyla, çoğunluk iktidarda olduğu için reddedildi ama o dönemde bu gen soruya Sayın Feti Bey'in de mensup olduğu parti de destek vermişti. Yani ortada ciddi bir sorun var. Bu hâkimin kimliği önemli değerli arkadaşlarım, siyasi kimliği önemli. Hâkimlik, savcılık yapanların ya da subay olanların bir milletvekili seçimine girmeleri hâlinde meslekten ayrıldıktan sonra eğer seçilemezlerse ya da listeye konulamazlarsa bizim Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun'a göre mesleğe dönemeyecek olan sınıf olduğunu biliyoruz hâkim ve savcıların ama görüşünü alenen belli etmiş, milletvekili adayı olmuş, bir partinin il başkanlığında, il yöneticiliğinde, belediye başkan adaylığında görev almış kişilerin hâkim yapılması kadar sakıncalı ve taraflı bir şey olamaz. Bunu biz yaparsak da herkesin eleştirmesi gerekir. Şimdi, herkesin bir empati yapması gerekir ve kendisini benim yerime koyması gerekir. Siyasi görüşünün CHP'den geldiğini bildiğiniz bir hâkim seçimle ilgili bir karar vereceği zaman ne ölçüde vicdanınızda bir haklılık ya da haksızlık payı oluşturabilirsiniz? Düşünün ki herkes de bir AK PARTİ'li kişi -ilçe başkanlığı, il yöneticiliği yaptığı zaman- hâkim olarak bu işlerde yer alırsa böyle bir kamu vicdanının oluşması da söz konusu olamaz Sayın Başkanım; bu, çok haklı bir tespittir. Bunu biz yaparsak da böyledir, bir başkası yaparsa da böyledir ama ne yazık ki bu yapılmıştır ve fiili gerçeklik de budur. Şimdi karşımıza hangi tablo çıkacak? Murat kardeşim "Niye ilçelere koydunuz?" diye sordu çünkü hâkim, savcı sayısı 5'i, bilemezsiniz 7'yi geçmez belki küçük ilçelerde orta ölçekli ilçelerde. Dolayısıyla hâkimlerimizin HSK, Adalet Bakanlığı nezdindeki o baskılardan kendilerini korumanın bir yolu da bu işlere bulaşmamaktan geçer ve dolayısıyla baştan bir adresle hâkimlere deniyor ki: "Bu taraftan olmayan hâkimler bir kere bu işin dışında dursun." Şimdi bu, yargıç teminatı açısından, "doğal hâkim" ilkesi açısından da çok önemlidir. Bizim Anayasa'mızın 37'nci maddesi "kanuni hâkim" ilkesini amirdir, şudur: Bir kişi bir suç işlerse ya da bir olay olursa ondan sonra mahkeme kurarsanız o olmaz, kurulmuş olan mahkeme neyse ondan sonraki suçlar o mahkemede incelenecek ama suça göre mahkeme olmaz. Şimdi şu yapılıyor: 2024'e kadar görev süreleri devam eden il ve ilçe seçim kurullarının kaldırılması suretiyle vicdanlara oturmayan özel yetkili il ve ilçe seçim kurulları oluşturuluyor. Benim anladığım tarif budur değerli arkadaşlar. Hani özel yetkili savcılar, özel yetkili sulh ceza mahkemeleri vardı ya, buna gider bu iş, bu sakıncalıdır yani siz siyasi partilerin kafasından, yurttaşların kafasından bu algıyı çıkaramazsınız. Eğer çıkarırım diyen bir arkadaşımız varsa ben elimde şu listedeki hâkimlerin hangi ilçeden, hangi ilden geldiğini okurum ama buna gerek duymuyorum. Ve bu tabloyu elbette izleyeceğiz. Şimdi umuyor ve diliyorum ki... Türkiye, bir yandan demokrasi standartlarını yükseltmek için uğraşırken bir yandan bu il ve ilçe seçim kurullarındaki bu değişiklikten dolayı seçimlerin güvenliğine, seçimlerin hukukuna büyük bir gölge düştüğü konusunda bende çok haklı olarak bir endişe uyanıyor. Şimdi, bunun bertaraf edilmesi gerekir. Ben sakıncalarımı ifade ediyorum, siz "Yok." diyebilirsiniz ama böyle, algı böyle; çıktığınız zaman sokaktaki vatandaşın söyleyeceği budur, başkasının da söyleyeceği budur. Bu hâkimlerin, il ve ilçe seçim kurullarının değiştirilmesinin mantığının izah edilemediğini çok açık ve net görüyorum. Ha, şunu yaparsanız olur, dersiniz ki: "Bunun yürürlük tarihi, diğer il ve ilçe seçim kurullarının görev süresi bittikten sonra uygulanabilir." Var mısınız? Ben bu soruyu soruyorum. Yani 2024'ten sonra uygulanmak üzere bizi ikna ederseniz, gerekçesinde dersiniz ki: Niye yürürlüğünü üç ay sonra getiriyorsunuz? Kaldı ki ben, bu üç ay sonranın yürürlüğe girmesinin de yine seçimlerin kuralları değiştirildikten sonra bir yıl uygulanmaması kapsamına da girdiğini ifade etmek istiyorum, benim görüşüm budur bu konuda.

Sayın Başkanım, bu önemli tespitlerin her birinin ayrı bir kıymeti var. Umuyorum ve diliyorum ki, arkadaşlarımız bunları dinliyordur ve gereğini yapma konusunda bir tartışma içerisinde olurlar. Bakın, son derece berrak, son derece sakin bir dille, bunları sorumlu bir kardeşiniz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Biz standartlarımızı yükselteceksek bir kere, bu konudaki her türlü algıyı, şüpheyi yok etmek durumundayız.

Ve seçim kanunları... Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; Seçim kanunları, AK PARTİ iktidarı zamanında, siyasi partiler ve seçim kanunlarının üzerinde tam 220'den fazla değişiklik olmuş, 220 yani yirmi yılda 220 Ali Bey.

ALİ ÖZKAYA (Afyonkarahisar) - Yanlışınız var Başkanım.

LEVENT GÖK (Ankara) - 39'u siyasi partilerle ilgili, geri kalanları seçim kanunlarıyla ilgili.

ALİ ÖZKAYA (Afyonkarahisar) - Hemen söyleyeyim.

LEVENT GÖK (Ankara) - Varsa şey yaparsanız sevinirim, benim çıkardığım tespit bu, Meclisten aldım çünkü bunları. Gene de siz de ihtiyatlı olun, ben ihtiyatlı olmaya devam ederim.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, seçim kanunları niye değişir, niye değişsin? Yani bir istikrar sağlayacaksak ülkenin siyasal sisteminde, ülkenin demokrasisinde istikrar sağlayacaksak niye değişir? Değişmesinin mantığı nedir? Şimdi, az önce, benden önceki konuşmacı Sayın Tezcan ifade etti. 2018 yılında ittifakın aldığı oyların önce ittifaka dağıtılması, ittifak olarak alınması sonra partilere dağıtılması yolundaki görüşten niçin vazgeçilmiştir? Hangi görüş doğrudur? O zamanki görüş mü doğrudur, bugünkü görüş mü doğrudur? Yani bir siyasi partinin görüşü bir seçim öncesi farklıyken şimdi niye farklı gelmiştir? Yani bunların her biri bir kere esasında cevaplandırılması gereken bir sorudur. "Efendim, ben, o günkü sisteme göre öyle düşündüm ama şimdi yaptığım hesaplamalara göre daha fazla milletvekili çıkarabilirim." diyorsanız o başka bir yöntemdir. Eğer 2018 seçimlerindeki oyları baz olarak o çalışmayı yaptıysanız köprünün altından çok sular geçti değerli arkadaşlarım. 2018 seçimlerine göre yapılan o hesap şimdi tutmaz, tutmayacağını zaten az önce Sayın Tezcan da çok ayrıntılı anlattı. O zaman, o yapılana "Yanlış." dendiği zaman "Haklı olan bu." diyordunuz, şimdi getirdiğiniz tablo yine "Biz haklıyız." diyorsunuz ama vardığınız mantık, hem ciddi bir kafa karışıklığının olduğunu gösteriyor hem de bu yöntemlerle ilgili ciddi çalışmalarınızın olmadığını gösteriyor, çok açık ve nettir.

Baraj konusuna geliyorum hemen. Barajı yüzde 7'ye indiriyoruz. Şu anda, Türkiye, dünyada en yüksek barajı uygulayan ülke. Ondan sonra, Lihtenştayn geliyor yüzde 8. Şimdi, biz yüzde 7'ye indirdiğimiz zaman Rusya ve Türkiye dünyada yine en yüksek barajı uygulayan ülkeler arasında kalacak. Başka ülkelere bakıyorsunuz, bizim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yüzde 5 uyguluyor değerli arkadaşlarım; İtalya 5, Yunanistan 3, Danimarka 2, İsviçre sıfır, Finlandiya sıfır. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama yani şimdi eğer temsilde...

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Bunlar parlamenter rejimde.

LEVENT GÖK (Ankara) - Tabii, parlamenter rejimin olduğu yerlerde.

Eğer demokrasinin esas unsurunun milli egemenlik olduğunu ifade ediyor ve her oyun kıymetlendirilerek Meclise taşınmasından bahsediyorsak barajları yıkıp geçmemiz gerekir değerli arkadaşlarım. Barajları çıkartalım, bütün partiler aldıkları oy çerçevesinde girsinler ve birden fazla parti girsin. Bakın, şu anda, Meclisimizde milletvekili seçiminden sonra mecburen başka partilerden girip, daha sonra ayrılıp kendi partilerine geçen milletvekili arkadaşlarımız var. Bunlara niye gerek olsun? Yani hülle yollarına niye kapılınsın? Hülleye gerek yok, herkes gerçek kimliğiyle girsin, neyse oyunu alsın, gelsin; 2 milletvekili mi olur, 20 milletvekili mi olur, ne alırlarsa alsınlar, gelsinler. Bunlara engel olmamak gerekir, bir kere bu barajların tümüyle kaldırılması gerekir ki o barajlar kısmında zaten vereceğimiz bir önerge var Sayın Başkanım ve değerli milletvekilleri.

Şimdi, bu değerlendirmeler sırasında seçime girecek partiler arasındaki grup kurma şartının kaldırılmasıyla ilgili benim kendime ait ciddi bir yorumum var değerli arkadaşlarım. Bir yandan, örgütlenmesini tamamlamış partiler seçime girerken şu ana kadar, bir de grup kurması mümkün olan partiler girerken grup kurma şartının kaldırılmasını değerli arkadaşlarım, ben adrese teslim bir düzenleme olarak görüyorum. Bakın, şimdi, diğer partilere baktığımız zaman, örgütlenmelerini tamamlamış partiler var ama grup kurma şartının kaldırıldığı bir madde, değerli arkadaşlarım, bence bir siyasi partiyi tarif ediyor. O da bütün... Doğru mudur, değil midir diye defalarca düşündüm, başka bir mantıklı gerekçe bulamadım. Umarım -altına ihtirazi kayıtlar düşerek söylüyorum- gelişmeler benim bu söylediğimi der ki: "Ya, Levent Gök, sen doğru tahlillerde bulunmadın." ama bir kapatılma davasıyla karşı karşıya olan HDP'yi tarif ettiğini düşünüyorum bu maddenin ve ayrıca, HDP'nin dışında da kapatılma davasının görüşüldüğü Anayasa Mahkemesine de bir yollama olduğunu düşünüyorum. Benim çok acı bir tespitin budur değerli arkadaşlarım; katılırsınız katılmazsınız, "Öyle değildir." dersiniz... Bunları yaşayarak görürüz. Ben, bunu demokrasi ve Türkiye'deki standartlarını yükseltilmesi açısından önemli gördüğümü ifade etmek istiyorum. Umarım yanılırım.

Şimdi, bu taşlar böyle döşenirse demokrasimizde ciddi sarsıntıları da yaşayabiliriz. Bunlara mahal yoktur. Her görüşün, her siyasi partinin, her dinamiğin, herkesin, ülkenin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde yaşayan herkesin temsil kabiliyetinin mutlaka ama mutlaka sağlanması gerekir, zaten bütün amaç da budur; Meclise herkes girsin ve temsil edilsin. En doğru yol budur, en meşru yol Mecliste olmaktır, öteki yollar, değerli arkadaşlarım, bizi demokrasiden uzaklaştırır.

Değerli arkadaşlarım, bu saptamamdan sonra diğer maddelerle ilgili olarak bir Cumhurbaşkanıyla ilgili görüşümü ifade edeceğim, ondan sonraki diğer görüşlerimi diğer maddelerde saklamak istiyorum, zamanınızı da almak istemiyorum, ilerleyen bu saatte diğer arkadaşlarımızın da görüşlerini dinleme fırsatını bulalım, yani ana tema olarak gördüğüm konuları kendi açımdan derli toplu anlatma gayret içerisindeyim.

Cumhurbaşkanlığının yasaklardan muaf tutulması... Şimdi, Hayati Bey, elbette bir uyum yasası yapıyorsunuz, başbakan elbette olmayacak orada ama yerine ne olacak? Şimdi, Başbakan eskiden vardı, tabii ki Başbakanlıkla ilgili kelimeler çıkarılmalıdır. Bakanlar gene var, onlarla ilgili bir sıkıntı yok, yasak devam ediyor. Uyumu sağlamak için "Biz Cumhurbaşkanlığıyla ilgili düzenleme yapmadık." diyorsunuz ama başbakanı siz uyum yasasından dolayı zorunlu olarak çıkardığınızı söylüyorsunuz ama başbakan kim, kimi tarif edeceğiz bundan sonra yani yürütmenin başı kim? Değerli arkadaşım, bu yürütmenin başı yok mu? Bakanların olduğu bir yerde yürütmenin başı kim? Şu anda yürütmenin başı Cumhurbaşkanı değerli arkadaşlarım, bu çok açık ve net.

Şimdi, bence, bu hükmün konulmaması Cumhurbaşkanlığı makamını daha da tartışılır hâle getirir. Niçin bundan kaçınılır, unutulmuş mudur? Yani unutulmuşsa düzeltilsin. Ben, Cumhurbaşkanının devlet olanaklarına ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum, kim olursa olsun düşünmüyorum. Yani bu konuda... Ayrıca Cumhurbaşkanı, eski Cumhurbaşkanı değil, bir partinin genel başkanı. Şimdi, bu kamuoyu vicdanına oturmaz, bakın oturmaz. Bu tablonun mutlaka düzeltilmesi gerekir. Cumhurbaşkanlığının yapmış olduğu görev; Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır ve aynı zamanda bir partinin genel başkanıdır, diğer partiler seçime girerken Cumhurbaşkanı bir yandan parti genel başkanlığının yanında yüklenmiş olduğu Cumhurbaşkanı sıfatıyla seçim yasaklarından muaf olacak ve Anayasa'mızda da diyecek ki: "Seçimler eşit ve adil koşullarda yapılır." Bu tablo olmaz, Türkiye'ye yakışmaz bu tablo. Bunları kaldıralım, gereğini yapalım yani hukukun gereği neyse, demokrasinin gereği neyse bunları yapalım. Ben Türk demokrasisinin güçlenmesinden yanayım ama güçlenmek için Atatürk'ün yaptığı gibi Cumhurbaşkanıyken aynı zamanda Başbakanlığı düşünmeyeceksiniz; İsmet İnönü'nün yaptığı gibi Cumhurbaşkanıyken parti genel başkanlığını bırakacaksınız değerli arkadaşlarım. Tarafsızlık, demokrasi bu yöntemle de sağlanır ve yine Atatürk'ün yaptığı gibi çok partili hayatın önündeki engelleri kaldırmak ve İsmet İnönü'nün yaptığı gibi bütün muhalefet partilerindeki temsilcileri yan yana alarak onların güvenini kazanmak gerekir. Şu andaki Türkiye'deki siyasi kutuplaşmaya baktığımız zaman, bizim Cumhuriyet Dönemi'ndeki çok partili yaşamın çok gerisinde olduğumuzu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Böyle bir kutuplaşmayı Türkiye hak etmiyor. Türkiye kutuplaşmadan çıkmalıdır, Türkiye'de, herkes, hangi partiden olursa olsun dışarıda birbiriyle kucaklaşabilmelidir, bir sevgi olmalıdır, saygı olmalıdır, herkes birbirine güvenmelidir. A partisi iktidara geldiği zaman bizi herhangi bir şekilde sıkıntıya sokmayacak, B partisi geldiği zaman diğer partiler düşünmeyecek ama bütün partilerin anlaşacağı konu cumhuriyetin temel ilkeleri konusu olacaktır arkadaşlar. Laik, demokratik, sosyal hukuk devleti, Atatürk ilkeleri çizgisinde olan bir yönetim anlayışında olduğu konusunda herkesin tereddütlere yer vermeyecek şekilde devletin temeli ve teminatı konusunda mutlaka bir birlik ve beraberlik içerisinde olması gerekiyor, sorunlarımızı ancak böyle aşabiliriz. Bakın, geçtiğimiz günlerde Çanakkale Savaşı'nın yıl dönümünü gururla hep beraber andık. Tekrar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, bütün silah arkadaşlarını saygıyla anıyorum ama Diyaneti kuran Diyanet İşleri Başkanlığı cuma hutbelerinde o gün -kaldı ki cuma günü- Mustafa Kemal Atatürk'ün adını dahi geçirmiyor. Bu olmaz değerli arkadaşlar, olmaz. Cuma günüydü, 18 Mart da Cuma günü, bunlar olmaz. Şimdi, ülkemizin kurucusuna karşı böyle bir tablo hiç de yakışık alan bir tablo değil ve kabul edilecek bir tablo da değil, yani biz daha devletin temeli, Atatürk konusundaki fikrî ayrılıklarımız varsa bunları da gidermek durumundayız ve o yapılanlara bakıldığı zaman ve özellikle şu anda Rusya-Ukrayna Savaşı'nı gördüğümüzde bir devletin bağımsızlığının savaşarak da kazanılabileceğini ama bir devletin bağımsızlığının -Ukrayna'da olduğu gibi- kaybedilebileceğini de görüyoruz. Yani ne demek istiyorum ben? İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı'na Türkiye'yi sokmayarak ülkesine son derece büyük bir hizmet etmiştir. Bu anlayışları, bu sorumlulukları gösterebilmek güçlü devlet iradesi gerektirir. Şu andaki Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı içimiz ürpererek izliyoruz, bütün sonuçları bize de yansıyor çünkü. Önlenemez miydi bu savaş? Atatürk gibi liderler olsaydı, İsmet İnönü gibi liderler olsaydı önlenebilirdi o ülkelerde. Biz, İkinci Dünya Savaşı'nda bütün dünya savaşırken savaşın dışında kalmış bir ülke olarak çok şey borçluyuz cumhuriyetin kurucularına. Dolayısıyla hem bir ülkenin siyasal sistemi kolay kurulmuyor hem bir cumhuriyet kolay kurulmuyor hem de demokrasi kolay kurulmuyor. Birçok teşebbüsten sonra, birçok deneyimden sonra edindiğimiz bu tecrübeleri, bilgileri, birikimleri, kurumları kuralları, geriye götürmeyelim değerli arkadaşlarım. Bundan hem bunu yapmayı öneren ve haklı olduklarını iddia eden partiler zarar görürler hem de ülke zarar görür. Türkiye'nin şimdi aklıselime ihtiyacı vardır, Türkiye'nin demokrasiyle taçlanması için de herkesin güvenini kazanmış -varsa- bir seçim sistemi üzerinde hep beraber çalışalım, beraber görüşlerimizi ileri sürelim. Biz bu görüşmeler başlamadan önce vermiş olduğumuz önergede boşuna kendi tekliflerimizi getirmedik. Keşke MHP'nin de İYİ Parti'nin de HDP'nin de bütün arkadaşlarımızın seçimlerin temel hükümleri hakkında ve siyasi partilerle ilgili kanun teklifleri de buraya gelseydi onların üzerinde de makul görüşmeler yapılabilseydi bu kanun teklifinin çok daha zenginleşip, olgunlaşıp hepimizin içine sinecek bir hâle getirilmesinin söz konusu olacağı bir süreci yaşardık. Maalesef, bakın, bugün onu da yapamıyoruz, İç Tüzük'e rağmen yapamıyoruz, birleştirmek mümkünken yapamıyoruz.

Sayın Başkanım, elbette, yeni göreve geldiniz ama görevlerde bence ilkler önemlidir. Belki bugün başaramadık önergemizi gündeme almayı ama benim sizlere naçizane bir arkadaşınız olarak, bir kardeşiniz olarak bir önerim; bu İç Tüzük'ün bu hükümlerini uygulayalım. Başka komisyonlar da uygulamıyor. Bir fikrî zenginliğe kavuşalım çünkü "Kanun tekliflerini milletvekilleri verir." diyor ama milletvekillerinin verdiği hiçbir kanun teklifi iktidar partisi istemezse görüşülmüyor. Bu bir gerçek. Oysa bu komisyonlarda milletvekillerinin verdikleri kanun tekliflerinin de görüşülmesi mümkündür ve yöntemi de son derece basittir. Yani o kanun teklifleri de okunur burada, onlar üzerinde de biraz söz edilir ve sonuçta, oradan çıkan bir fikrî zenginlikle kanunlarımız olgunlaşır, yasalaşır değerli arkadaşlarım. Dolayısıyla değerli arkadaşlarım, Türkiye, bir sürece doğru gidiyor. Bu süreçte bu getirilen kanun teklifinin son derece önemli, mahzurlu maddeleri var. Bu mahzurlu maddelerin sakıncalarının giderilmesi gerekir. Umarım ve dilerim ki maddelerde verdiğimiz önergeler hakkında gereği yapılır ve bu mahzurlar, sakıncalar giderilir.

Sayın Başkanım, maddelerde de konuşacağımız için şimdilik geneli üzerindeki konuşmamı bu şekilde sınırlandırıyorum. Diğer bütün maddelere ayrıntılarıyla girmedim arkadaşlarımın vaktinden çalmamak için. Sizin de bir oturum yönetirken hangi duygular içinde olduğunuzu en iyi bilenlerdenim, o nedenle, ben de konuşmamı burada sonlandırayım.

Hepinize saygılar sunuyorum.