| Komisyon Adı | : | ADALET KOMİSYONU |
| Konu | : | İstanbul Milletvekili İbrahim Özden Kaboğlu'nun, (2/4290) esas numaralı Kanun Teklifi'nin Anayasa'ya uygunluk yönünden ele alınmasında yarar olduğuna ilişkin açıklaması |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 5 |
| Tarih | : | 29 .03.2022 |
İBRAHİM ÖZDEN KABOĞLU (İstanbul) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Heyeti saygıyla selamlıyorum.
Önce, bu metni hazırlayan sayın vekillere emekleri için teşekkür etmek isterim. Çok önemli ve yakıcı bir konu. Bu bakımdan, bunun bir torba yasa biçiminde değil de "kadına karşı şiddet ve sağlıkta şiddet" konusunu düzenleyen bir tikel yasa olması temenni edilirdi ama tabii ki bu hâliyle bile çok önemli bir yasal düzenleme olduğunun farkındayız.
Şimdi, bu bakımdan, tabii ki bu yasanın, her yasada olduğu gibi, kamu yararı ve hâliyle Anayasa'ya uygunluk yönünden, özellikle eşitlik ilkesi açısından ele alınmasında yarar var. Yalnızca hukuki bir sorun değil çünkü bu, teknik hukuki sorun olmaktan uzak, insan hakları kazanımlarına ilişkin sorun, bununla da sınırlı değil, sosyolojik bir sorun, bir zihniyet sorunu. Ben tabii ki sosyolojik ve zihniyet sorununa girmeyeceğim, daha somut konulara girecek olursak...
Sayın konuşmacı, teklif sahibi 6284 sayılı Yasa'dan çok söz etti fakat o yasanın anası durumunda olan, üst normu durumunda olan, onun neşet ettiği metin olan İstanbul Sözleşmesi'nden hiç söz etmemesini doğrusu anlayamadım. Oysa, 6284 sayılı Yasa, bizde hazırlanan, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında, İstanbul ilimizde, kentimizde hazırlanan ve on yıl süreyle yürürlükte kalan, Anayasa'mıza göre de yasaların üstünde yer alan İstanbul Sözleşmesi'ne uygun olarak, onun gereği olarak hazırlandı. Ben "İstanbul Sözleşmesi'ni burada tartışmaya açalım, Anayasa'ya aykırı olarak yürürlükten kaldırıldı." tartışmasına girmiyorum tabii ki ama hani, burada bir olgu var; biz nasıl ki "24 Anayasası" diyoruz, "61 Anayasası" diyoruz, "61 Anayasası'nda çıkarılan bir yasa." diyoruz, burada da bu metin, 6284 sayılı Kanun, İstanbul Sözleşmesi gereği olarak yürürlüğe konuldu. Bunun belirtilmemiş olması tabii ki bir eksikliktir.
Şimdi, bu önemlidir çünkü esasen, eğer bu sözleşmenin Türkiye'de on yıllık uygulaması, normatif değeri göz önüne alınmış olsaydı belki şu anda metinde tanık olduğumuz bazı teknik ve anayasal sorunların ortaya çıkmasını önleyebilirdik; tabii, bu benim saptamam. Bu, metinde olumlu madde yok anlamına gelmiyor, birçok olumlu madde var; bu bakımdan, sizleri kutluyorum. Özellikle 7'nci madde "Suçun konusunun sağlık hizmeti olması halinde, verilecek ceza altıda biri oranına kadar artırılır." biçimindeki veyahut da ısrarlı takip suçunun ihdası -Sayın Başkan hatırlayacaktır biz bir yıl öncesinden Cumhuriyet Halk Partisi olarak önerdik fakat reddedildi- geç de olsa, bir yıllık gecikmeyle de olsa bunun getirilmesi, biraz sonra belirteceğim gibi eksikliğine karşın olumludur.
Ancak benim burada dikkatinizi çekmek istediğim birkaç noktadan biri eşitlik ilkesidir; eşitlik ilkesinin, 2'nci madde ile 6'ncı maddeye kadar yayılan eşitlik ilkesinin anlaşılış biçimi ve bunun yasaya aktarılma şeklidir. Evet, eşitlik ilkesi, tabii ki Anayasa madde 10'da Anayasa'nın üstünlüğü ilkesi açısından geçerlidir ama bu ilkenin bir de insan hakları normları açısından okunması gereği dikkate alınırsa ne kadar önemli olduğu anlaşılabilir.
Şimdi, peki, nedir buradaki eşitlik sorunu? Şudur: Madde 2'yle "gebe olduğu bilinen kadına karşı" ibaresi "kadına karşı" şeklinde değiştiriliyor. Bu şekilde, adam öldürme suçunun mağdurunun kadın cinsiyetinden olması, suçun nitelikli hâline çevrilmesi sonucunu doğurmaktadır oysa Anayasa madde 10 açıktır eşitlik ilkesi bakımından. Şimdi, bu durumda mağdurun sırf kadın olması şöyle bir çelişkiyi beraberinde getiriyor: Bir kadın, bir erkeği ve bir kadını öldürüyor ve kadın, öldürdüğü kadın nedeniyle daha fazla ceza alacak ama erkeği öldürdüğü için daha az ceza alacak gibi bir sonuç doğuyor. Peki, bu sorun nereden kaynaklanıyor? Bu sorun, aslında Türkiye'de "kadına karşı erkek şiddeti" olgusuyla mücadele edilmesi bağlamında yapılması gereken İstanbul Sözleşmesi'nin "Cezayı ağırlaştırıcı koşullar" başlıklı 46'ncı maddesinin birinci fıkrasının (a) bendindeki tanımını kullanmaktır. Bilindiği gibi, bunun (a) bendi cezayı ağırlaştırıcı koşullar olarak şunu koyuyor: "Taraflar aşağıdaki koşulların, bu koşulların, söz konusu suçun hâlihazırda temel unsurlarını oluşturmadığı hâllerde, iç hukukun ilgili hükümlerine uygun olarak, bu sözleşmede belirtilen suçlarla ilgili olarak verilecek cezanın belirlenmesinde ağırlaştırıcı koşullar olarak göz önünde bulundurulabileceğini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbir tedbirleri alacaklardır.
(a) Suçun iç hukukun kabul ettiği eski veya mevcut bir eşe veya birlikte yaşanan bireye karşı, aile fertlerinden biri tarafından, mağdurla birlikte ikamet eden biri tarafından veya yetkisini suistimal eden biri tarafından işlendiği hâllerde" Şimdi, bu, tabii ki kadının korunmasına oldukça elverişli bir düzenlemedir. "Acaba bunun dikkate alınmaması neye bağlanabilir?" sorusunu sorduğumuz zaman, bu, 3'üncü maddede, 4'üncü maddede, 5'inci maddede, 6'ncı maddede belirtilen kriterlerin dikkate alınmamış olmasının nedenini ortaya koymaktadır.
Burada tabii 2 şey düşünülebilir örneğin 2'nci ve 6'ncı maddeler açısından da geçerli olan eşitlik sorununda. Anayasa'daki eşitlik ilkesine aykırı biçimde, kadına karşı şiddetle mücadele için getirilmiş gibi gösterilen bu 4 madde yani ağırlaştırıcı sebep ihdası ve ceza alt sınırının arttırılmasına ilişkin önerilerin hukuken yazımında bir sorun var -birinci sorun bu- yani hani bir hukukçu zaafı söz konusu ya da evlilik dışı ilişkiye kanunda yasa yoluyla atıf yapmaktan kaçınılması söz konusudur; şimdi, ikisinden biri. Hangisi olursa olsun, evet, bir hukuki zaaf söz konusu ise bunu düzeltmek lazım ama evlilik dışı ilişkiye atıftan imtina söz konusu ise işte, zaten burada bizim açımızdan çok önemli olan metin İstanbul Sözleşmesi'ydi, İstanbul Sözleşmesi bunun formülünü getirmişti ve o bağlamda bir düzenleme esasen. Kadına yönelik şiddetin ortaya çıktığı bağlamı düzenlemeyle ve yaptırıma bağlaması açısından önemli ve onun ötesinde, genel bir düzenleme yaparak Anayasa'nın eşitlik ilkesinin bozulmasını önlemesi bakımından da önem taşıyor. Bu nedenle, mesela, İstanbul Sözleşmesi'nden bir görüşe göre çıkmış olsak da mademki 6284 sayılı Yasa'yı sonuna kadar savunuyoruz, o zaman pekâlâ, bizim İstanbul Sözleşmesi'nin biraz önce zikrettiğim maddesi çerçevesinde, 46'ncı maddesinin (a) bendi bağlamında bunu düzenleyebiliriz. Bunu düzenlediğimiz zaman eşitlik ilkesinin ihlali de Anayasa madde 10 açısından ortadan kalkacaktır.
Burada şöyle bir yanlış anlaşılma olmasın: Kadını daha çok koruma veyahut da daha az koruma değil, kadının şiddete karşı neden korunduğu ve hangi ortamda etkili olarak, daha çok nasıl korunacağı. Unutmayalım ki on yıl önce, tam on yıl önce İstanbul Sözleşmesi'ni yazanlar da bizleriz, sonuç olarak bizden belki biraz daha kıdemli meslektaşlarımız ya da yaşıtlarımız, kadınlarımız, erkeklerimiz; bu bakımdan İstanbul Sözleşmesi'ne bu şekilde bir yabancı metin olarak bakmamamız gerekir. Velev ki Türkiye'nin bundan ayrılmış olması hukuken geçerli olsun, buna karşın, bu topraklarda nasıl ki 1961 Anayasası yirmi yıl boyunca uygulandı üstün norm olarak, İstanbul Sözleşmesi de bu topraklarda on yıl süreyle yasaüstü norm olarak uygulandı. Eğer içten isek -ki ben hepimizin içten olduğuna inanıyorum- bundan kaçınmamıza, bundan çekinmemize, korkmamıza hiç gerek bulunmamaktadır.
Şimdi bu çerçevede bir iki noktayı daha belirtmek istiyorum.
Sayın teklif, sahibi yargıçlarımıza yollama yaparak 'gibi hususlar'ı çıkardık. Böylece yargıçların keyfî karar vermesinin önüne geçeceğiz." anlamında beyanda bulundu. Efendim, zaten yargıçlar Anayasa'yla bağlıdırlar ve yargıçlar anayasal çerçevede vicdani kanaatlerini beyan ederken Anayasa, yasa ve hukuk çerçevesinde bunu beyan ederler. Dolayısıyla, yargıçların bu yetkilerini öznel anlamda kullanmaları mümkün değil ama "Biz bunu önlüyoruz." demek o zaman "Yargıçlarımız keyfî karar veriyorlardı." itirafını da beraberinde getirmiş olur ki bunu gerekçeyle birlikte düşündüğümüz zaman daha vahim bir hâl alır. Sayın Başkan hatırlayacaktır, burada çok tartıştık. Anayasa'nın maddesi açıktır, 141'e göre bütün mahkeme kararları istisnasız bir biçimde gerekçeli olarak yazılır. O zaman şunu mu itiraf etmiş oluyoruz biz: Yargıçlarımız Anayasa'nın üstün ilkelerini ihlal etmektedirler? E, yasamızda da bu var, TCK'de de bu yazılı, o zaman yasayı da ihlal etmektedirler. Acaba bir kez daha yazmakla "Gerekçeli olarak yazarlar" biçiminde, bunu, gerekçeyi yazdırmış olur muyuz yargıca yoksa esasen, buradaki sorun, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha gerekçeyi sürekli yazmak yerine yargıçlık mesleğinde özellikle yargıç ve savcı adaylarının mesleğe alınmasında, devşirilmesinde sorunlarımız mı var; hukuk fakültelerinde sorunlarımız mı var? Bu açıdan sorgulamamız gerekir. İkinci bir sorun Sayın Başkan, acaba statü olarak bunların bağımsızlık sorunu mu var? Öyle ya, hani, tarafsızlık bir erdem ise bağımsızlık bir statüdür. Şimdi bu açıdan konuyu hiç tartışmayıp "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." şeklindeki anayasal hükme karşın böyle bir metnin yazılması, doğrusu "Anayasa'ya yargıçlarımız uymamaktadırlar." biçiminde bir itiraftan başka bir anlam ifade etmeyecektir. O bakımdan, hukukçu ciddiyetiyle, mademki Anayasa'nın 11'inci maddesi bütün yargıçlar için de bağlayıcıdır, önemli olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yargıçların ve savcıların Anayasa'nın üstünlüğü çerçevesinde karar vermelerini sağlamaktır. Onu sağlayabilmek için ne yapmamız gerekir? O çerçevede çalışma yapmamız gerekir; yoksa tekrar tekrar bunları yazmakla bunu sağlamamız mümkün olmaz.
Şimdi, bunun yanı sıra, son bir nokta şudur: Israrlı takip suçunun ihdası, belirttiğim gibi, önemli bir ihtiyaca karşılık gelmektedir ve İstanbul Sözleşmesi açısından da yerinde olmuştur. Ancak, ihdas edilen maddenin (2)'nci fıkrasının (a) bendindeki ağırlaştırıcı sebeplere İstanbul Sözleşmesi'nin "Cezayı ağırlaştırıcı koşullar" başlıklı 46'ncı maddesinin birinci fıkrasının (a) bendindeki ölçütler de eklenmelidir. Eğer bu eklenirse o zaman ısrarlı takip amacına ulaşır, eğer bu eklenmezse o zaman belki kendi bakış açımızda "meşru-gayrimeşru" gibi ayrımlar söz konusu olabilir. Ama biz eğer gerçekten kadınları korumak istiyorsak, kadınları şiddete karşı korumak istiyorsak bu tür ayrımları aşmamız gerekir. İşte, bunun için de "teknik hukuk sorunu" dedim, teknik hukuk sorunlarının bir kısmına dikkat çektim. İkincisi: İnsan hakları kazanımları. İnsan hakları kazanımları; bizim açımızdan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ne ise İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ne ise İstanbul Sözleşmesi de aynıdır; bunu özümsememiz gerekiyor. Bunu özümsemediğimiz sürece bu tür çelişkilerle karşılaşma riskiyle hep karşılaşacağız.
Son olarak, tabii ki sosyolojik anlamı, zihniyet devrimi. Zihniyet devrimini mutlaka yapmamız gerekir.
Sevgili Başkan, 2 cümleyle elli yıl önce Profesör Faruk Eren Hocamdan dinlediğim bir anekdotu aktarabilir miyim? Bu tam konumuzla ilgili. Tam elli yıl önce Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim, 3'üncü sınıftaydım Faruk Eren Hoca da Türkiye Barolar Birliği Başkanıydı ve biz konuşurken bana aynen şunu anlattı: "Almanya'dan bir vatandaşımızdan, tımarhanede olan, akıl hastanesinde olan, bulunan bir vatandaşımızdan mektup aldım. Talep şu: 'Sayın Başkan, beni tımarhaneden kurtarın, beni hapishaneye koysunlar.'" Tımarhanede olmasının nedeni şu: Karısını öldürmüş olması. "Sayın Başkan, ben namusumu temizledim. Benim yerim tımarhane değildir, benim yerim hapishanedir; beni buradan kurtarın." diyor; elli yıl önceki bakış açısı, zihniyet. Yani bugün nitelik olarak acaba bir değişme var mı? Keşke "Ciddi bir değişme var." diyebilseydik.
O bakımdan, bence birinci olarak, teknik hukuk, anayasa hukuku, bunlar üzerine konuşalım. İkinci olarak, insan hakları kazanımlarımız konusunda ortak paydalarımızı hiçbir zaman dışlamayalım ama üçüncü olarak -sosyolojik bakış açısı- zihniyet devrimini kendi içimizde yapmazsak bu düzenlemeler, çok iyi de yapsak hep eğreti kalmaya mahkûmdur.
Bunun için, sayın vekiller, değerli konuklar, Sayın Başkan, değerli teklif sahipleri; açıkçası, İstanbul Sözleşmesi'nden bu kadar imtina etmiş olmanızı, bu kadar çabuk, kısa sürede yabancılaşmış olmamızı yadırgadığımı burada samimi bir şekilde itiraf etmek istiyorum. Bunu yapmayalım, burada her şeyi konuşalım. İstanbul Sözleşmesi bizim sözleşmemizdir, üstelik İstanbul da bizimdir.
Teşekkür ederim.