KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, Plan ve Bütçe Komisyonunun saygıdeğer üyeleri, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli yöneticileri, saygıdeğer basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Öncelikle, Ermenek'te ve Elâzığ'da hayatını kaybeden işçi kardeşlerimize Tanrı'dan rahmet diliyorum, ailelerine başsağlığı diliyorum. Ama, bu cinayetlerden ne yazık ki ders almıyoruz ve sürekli böyle acıları yaşamak durumunda kalıyoruz. Her şeyin para olmadığını, her şeyin bütçe olmadığını bir kez daha kabul etmemiz gerekir.

Değerli arkadaşlar, Hazine Müsteşarlığının Türkiye ekonomisinin yönetiminde önemli bir yeri olduğunu vurgulamamıza gerek yok. Daha çok borç yönetimiyle ilgili görevleri nedeniyle ön plana çıksa da, diğer ekonomi politikalarının belirlenmesinde de belirleyici rol oynamaya devam etmektedir.

Türkiye 800 milyar dolar civarındaki millî geliriyle öteden beri ilk 20 ülke arasındadır. Ancak, kişi başına düşen gelire göre baktığımızda ilk 50 ülke arasında bile olmadığını görüyoruz. Türkiye'nin millî gelir sıralamasındaki yeri 2004 yılından bu yana değişmemiş, sürekli 18'inci sırada beklemektedir.

Kişi başına düşen gelir açısından baktığımızda ise bir ara 56'ıncılığa kadar yükselen Türkiye, 2014 yılında 68'inciliğe kadar gerilemiştir. Bir ülkenin refah artışı, millî gelirindeki büyümeden çok kişi başına düşen gelirde yaşanan büyümeyle ölçülmesi gerektiğini düşünüyorum. Kişi başına düşen gelir olarak baktığımızda Türkiye ekonomisi diğer ülkelere göre gerilemektedir.

Türk lirasının değer kazanmasının, diğer bir ifadeyle dolar kurunun bazı yıllar enflasyondan düşük artması, bazı yıllar ise düşmesinin de büyük etkisiyle Türkiye'de kişi başına düşen gelir 2008 yılında 10 bin doların üzerine çıktı, o günden bu yana da 10 bin doları aşamıyor. Bu yıl yeniden 10 bin 500 dolara düşecek olan kişi başına düşen gelirin 2015 yılında her şey yolunda giderse 10 bin 900 dolar civarına çıkacağı tahmin ediliyor birtakım araştırmalar ve veriler çerçevesinde. Hem millî gelir hem de kişi başına gelire cari kurla değil de satın alma gücü paritesiyle bakınca da durum değişmiyor. Satın alma gücü paritesine göre de Türkiye millî gelir açısından 18'inci sırada, kişi başına gelir açısından da 61'inci sırada kalıyor. Bunları Türkiye'nin artık ekonomik olarak büyüme dinamizmini kaybettiğini göstermek için anlatıyorum.

Türkiye, geldiğimiz noktada bir kapana sıkışmış durumda, bunun adına ne derseniz deyin. AKP hükûmetlerinin orta ve uzun vadeli programlar yerine günü kurtarmaya dönük politikaları yüzünden, tüketimle büyümeye alışan Türkiye'de özel tasarruflar yeterince artmıyor. Tasarrufların yetersiz kalması yatırımları olumsuz etkiliyor ve bu da ekonominin büyüme hızının potansiyelin altında kalmasına yol açıyor. Yatırım yapmak büyüme için ön koşuldur. Sürdürülebilir büyüme için ise bu yatırımların ağırlıklı olarak kendi iç tasarruflarımızla yapılması ise vazgeçilemez bir koşuldur.

Kamu ve özel sektör birlikte millî gelirin yüzde 15'i kadar bir tasarruf yapamıyor. Bu kadar kısıtlı tasarrufu da üretken olmayan, büyümeye çok fazla katkısı olmayan alanlarda yatırımlara gitmesini âdeta teşvik ediyorsunuz.

Türkiye'yi gayrimenkul rantına dayalı bir sistemin içerisinde hapsettiniz. Bu gerçek Orta Vadeli Program'da da itiraf ediliyor. Programın bir yerinde, 5'inci sayfasının 28'inci paragrafında "Gayrimenkul değer artışlarının yeterince vergilendirilmemesi, imar düzenlemeleri ve kamu hizmetleri yoluyla ciddi bir gayrimenkul rantı oluşması ve bundan kamunun yeterince pay alamaması kaynaklarımızın önemli ölçüde üretken olmayan alanlara kaymasına neden olmaktadır. Bu durum, büyüme potansiyelinin artmasına bir kısıt oluşturmaktadır." denmektedir, demektesiniz.

Kamunun sahip olduğu değerli arsalar birilerine âdeta peşkeş çekilerek, imar hokuspokuslarıyla yandaşa yüksek gayrimenkul rantları yaratmaya dayalı bu ekonomik sistemde, yönetenlerin de kupon arsa peşinde koşması yadırganmamalıdır. İstanbul'da, Ankara'da, Türkiye'nin değişik illerinde hazinenin veyahut da kamunun o güzel arazilerinin birtakım insanlara peşkeş çekilmesini ve o peşkeş çekilen arazilerde iş cinayetlerinin işlenerek işçi kardeşlerimizin hayatını kaybettiğini hep birlikte izliyoruz ve görüyoruz.

Türkiye'nin büyüyebilmek için artık yeni bir programa, yepyeni bir büyüme modeline ihtiyacı var ve bu Hükûmetin de böyle bir programı uygulamak gibi bir niyetinin olmadığını aşağı yukarı görüyoruz. Bu iktidarın hazırladığı kalkınma planları, orta vadeli programlar, yıllık programlar, bütçeler Türkiye'yi yeni bir büyüme sürecine sokmaktan uzak gözükmektedir. Bu plan ve programlar -emeği geçen bütün arkadaşlara tabii ki teşekkür ederiz ama- her biri bir öncekini tekrarlayan, biraz da çalakalem hazırlanmış metinler olarak önümüze geliyor, benden önceki konuşmacılar da zaten bunu dile getirdiler.

Özetlersek: Orta Vadeli Program, dolayısıyla 2015 yılı programı şöyle bir varsayım üzerine kurulmuş:

1) Bu yıl yüzde 3,3 olan büyüme oranı 2015 yılında yüzde 4'e çıkacak.

2) Cari işlemler açığının millî gelire oranı da yüzde 5,7'den yüzde 5,4'e inecek.

3) Türk lirası da reel olarak değer kazanacak yani ortalama dolar kuru enflasyon oranından düşük artacak.

4) Bu yıl yüzde 1,6 olan özel tüketim harcamalarındaki artış 2015 yılında yüzde 4 olacak

5) Enflasyon yüzde 9,4'ten yüzde 6,3'e inecek.

Oysa biliyoruz ki Türkiye, dış açıkla büyümeye öylesine endekslendi ki büyüme oranından fedakârlık etmediğiniz sürece cari işlemler açığının azalma şansı bulunmuyor. Hatta daha kötüsü Türkiye büyümesini düşürse bile cari açığını aynı oranda düşüremiyor. 2015 yılında cari açık azalacaksa büyüme hızı yüzde 3,3'ün de altına inecek, büyüme yüzde 4'e çıkacaksa cari açık 2014 yılındaki düzeyinin üzerinde olacak.

Türkiye'de cari işlemler açığının temel nedeni dış ticaret açığı. Dış ticaret açığı da büyük ölçüde kur hareketlerinden etkileniyor. Programda 2013 yılında 1,90 TL olan ortalama dolar kurunun 2014 yılında yüzde 14,4 oranında artarak 2,18 TL civarında gerçekleşeceği tahmin edilmiş. 2015 yılında ise kurun yüzde 5 oranında artarak 2,29 TL olacağı varsayılmış. Bu tahmin 2015 yılında Türk Lirasının değer kazanacağının da tahmin edildiğine işaret ediyor. Aslında orta vadeli program Türk lirasını değerlendirerek, enflasyonun kontrol edileceği varsayımına göre hazırlanmış oysa Türk lirası değerlenirse, dış ticaret açığı artar, dolayısıyla cari işlemler açığıda büyür. "Enflasyonu düşürmek için talebi kısmak gerekir." derler ama her nasılsa bu programda hem iç talebi artırmayı hem de enflasyonu düşürme öngörülüyor birlikte. Kısaca bu programın herhangi bir tahmini tutarsa diğerleri tutmaz değerli arkadaşlar. TL'yi değerlendirip enflasyonu baskı altına alabilirsiniz ama cari işlemler açığını patlatırsınız. TL'ye değer kaybettirip cari işlemler açığını baskı altına almaya çalıştığınızda bu kez büyüme hedefi ve enflasyon tahmini tutmaz. 2014 yılı programı ve 2015-2017 yıllarını kapsayan orta vadeli program tahminlerine güvenmemizi engelleyen en önemli unsurlardan biri enflasyon hedefi.

Merkez Bankasına bakıyoruz, Merkez Bankasının değerli yöneticileri de burada. 2015 yılı için enflasyon hedefi yüzde 5. Hükûmete bakıyoruz onun tahmini yüzde 6,3. Biri hedef, diğeri tahmin denilebilir ama daha ilk bakışta Hükûmet, Merkez Bankasının enflasyonu yüzde 5'e indireceğine inanmıyor sonucu çıkmaz mı? Merkez Bankası Yasası'nın enflasyon hedefini "birlikte belirleyin" dediği iki kurum farklı dilden konuşuyor. Böyle bir ortamda Merkez Bankasının enflasyon hedefini yıllardır bir türlü tutturamayıp, neredeyse hemen her yıl Hükûmete mektup yazmasına şaşırmamak gerekiyor. Türkiye, geçmiş yıllarda iki haneli enflasyon oranları yaşaması, bugün yüzde 10'a yakın seyreden enflasyonun mazereti olarak gösterilemez. Artık neredeyse enflasyonun kalmadığı, tarih olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Büyümenin hızla düştüğü ülkemizde ise enflasyonun hâlâ böyle bir düzeyde seyretmesi son derecede sıkıntılı bir duruma işaret ediyor. Büyüme oranı bu kadar düşerken yüksek bir enflasyonun varlığını sürdürmesi ekonomi yönetiminin başarısızlığıdır.

Eski ve yeni Başbakanın yanı sıra kimi bakanların, Merkez Bankasının bağımsızlığını hiçe sayan bağımsız bir para politikası izlemesini engelleyen tutumları kabul edilebilir değildir. Oranı ne olursa olsun enflasyon vatandaşın satın alma gücünün erimesine yol açar. Varlıklı kesimler, satın alma güçlerini enflasyona karşı bir şekilde koruyabilir. Ancak, dar ve sabit gelirli vatandaşların böyle bir şansı bulunmuyor. Memur ve emeklilerine enflasyon farkı verilmeyen 2014 yılında bunu çok yakından gördük. Günü kurtarmak için Merkez Bankasına baskı yapan siyasetçiler halkın ekmeğiyle oynuyorlar. Bu baskıya boyun eğerlerse Merkez Bankası yöneticileri de bu haksızlığa ve bu günaha ortak olurlar.

Merkez Bankasının bağımsızlığı sadece para politikası araçlarına yapılan müdahalelerle değil, buraya yapılan atamalarla da tehdit edilmektedir. Mesela bu yıl Hazine, diğer bir ifadeyle Hükûmet tarafından Merkez Bankası Denetleme Kurulu üyeliğine Yenişafak gazetesi yazarı Mehmet Ziya Gökalp seçildi. Merkez Bankasının 29 Ocak 2014'te yaptığı faiz artışından 31 Ocak 2014 tarihli Yenişafak gazetesindeki köşesinden şöyle bir soru sormuş Mehmet Ziya Gökalp: "Madem bu kadar yüksek faiz artışı masada çözüm olarak duruyordu, para sahiplerinin hem dövizden büyük kâr elde etmelerine hem de ardından yüksek faiz oranlarına geçmelerine olanak sağlayacak imkânı niye altın tepside sunduk, bunun bir açıklaması olmalı." diyor Sayın Mehmet Ziya Gökalp ve diyor ki: "Sonuçta Hükûmetin ekonomideki en önemli dayanaklarından biri düşük faiz oranı politikasıydı. Faiz oranlarının reel sektör üzerindeki, tüketim üzerindeki etkilerinin yanı sıra insanlar üzerinde de ekonomideki istikrar açısından psikolojik bir gösterge niteliği taşıyordu, bu darbe aldı." diyor ve devam ediyor: "Zaten yıl başından bu yana ekonomiyi kontrollü soğutarak cari açığı ve hane halkı borçluluk oranını düşürme, tasarrufları artırma konusunda yeni politikaları devreye sokan iktidar açısından faizde artış yapmak bu politikanızı da anlamsızlaştırma riskini ortaya çıkardı." diyor. Sayın Mehmet Ziya Gökalp seçildi Merkez Bankası Denetleme Kurulu Üyeliğine.

Merak ediyoruz kendisine şu ana kadar bu sorunun cevabı verilmiş midir?

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MUSA ÇAM (İzmir) - Veyahut da hangi cevap verilmiştir? Bu cevabı da burada öğrenmek için...

Toparlıyorum Sayın Başkanım.

BAŞKAN - Bir zahmet lütfen.

MUSA ÇAM (İzmir) - AKP döneminde yaklaşık 50 milyar doların üzerinde özelleştirme yapıldı. Ve büyük kamu şirketleri 60 milyar dolar, büyük kamu şirketleri, elektrik santralları, elektrik dağıtımı, telekomünikasyon sektörü, petrokimya sektörü, limanlar ve daha birçok alandaki kamu imtiyazları, binlerce arsa, ev, tesis ve benzeri kamu varlığı satıldı. Buradan elde edilen bütün para şu veya bu isim altında harcandı. Devlet elindeki varını yoğunu satıp harcarken borcu nominal olarak atmaya devam etti çünkü faiz dışı fazla da verilse Hazine, ödenen borcun hem anaparasının tamamını hem de faizin bir kısmı için yeniden borçlanıyor. Bu yüzden de kamu borcu AKP döneminde 360 milyar lira yani yüzde 150'ye yakın artarak 600 milyar liranın da üzerine yükseldi. Türkiye'nin kamu borç stokunun milli gelire oranı yüzde 60'lardan yüzde 35'lere kadar düşmüş olmasına rağmen uluslararası derecelendirme kuruluşları Türkiye için "riskli" demeye devam ediyor. Uluslararası derecelendirme kuruluşu "Moody's"in geçtiğimiz günlerde şu açıklamayı yaptı: "Yüksek cari açık ve bunun kısa vadeli akımlarla finansmanı Türkiye'nin yatırımcı güvenindeki değişikliklere karşı kırılgan olmasına neden oluyor." Bu uyarılar da gösteriyor ki uygulanan ekonomik politikalar bir şeyi düzeltirken bir başka şeyi de bozmuş. Türkiye için 2001 krizi öncesinde de benzeri risk uyarıları yapılırdı. Orada kamu borç stokunun yüksekliğine ve vadesinin kısalığına dikkat çekilip risk uyarısı yapılırdı. Şimdi de yüksek cari işlemler açığı ve bu açığın finansmanının sıcak parayla gerçekleştiriliyor olmasına bakarak risk uyarısı yapıyorlar.

Türkiye, kamu kesiminin borçlanma ihtiyacını önceki yıllara göre azalttı ama devasa bir cari işlemler açığıyla karşı karşıya kaldı. Şimdi, Türkiye, her yıl millî gelirinin yüzde 6-7'si kadar dışarıdan finansman bulup cari işlemler açığını finanse etmek zorunda bulunuyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MUSA ÇAM (İzmir) - Bitiriyorum.

BAŞKAN - Sayın Çam, metnin bitmesini bekleyeceksek onu bilmem.

MUSA ÇAM (İzmir) - Son cümlem, derim, 170 milyar doları vadesi gelen dış borçların ödenmesi için, yaklaşık 50 milyar doları da cari işlemler açığı olmak üzere Türkiye'nin 2015 yılında cari işlemler açığı ve dış borç ödemelerini yapabilmek için bulması gereken dış finansman 220 milyar dolar olarak hesaplanıyor.

Sayın Bakan, iç tasarrufun yüzde 13-14'lere kadar indiği ve dolayısıyla yetersiz kaldığı bir ortamda dış finansman ihtiyacının bu kadar yükselmesi Türkiye'yi benzeri ekonomiler içerisindeki en kırılgan ülke hâline getiriyor. Dış finansmanda yaşanacak bir azalma Türkiye'yi çok ağır bir şekilde etkileyebilecek gibi gözüküyor.

Dünyada faizin neredeyse kalmadığı bir dönemde Türkiye'nin dünyanın en yüksek faizini ödeyen ülkelerinden biri olmaya devam etmesinin altında bu tablo yatıyor. Türkiye'de devletin ödediği faizin millî gelire, bütçe harcamalarına ve benzeri büyüklüklere göre oranı azaldı ama miktar olarak hâlâ her yıl 50 milyar lira civarında faiz ödemeye devam ediyor.

Türkiye, belki bir gün itibariyle kamu borçlanması ve borç stoku açısından olumlu bir noktada gözüküyor ancak dış borç konusunda da o ölçüde bir olumsuzluğa doğru gidiyor. Türkiye, Haziran 2014 itibariyle 400 milyar doların üzerinde bir dış borç stokuyla karşı karşıya bulunuyor. 2005 yılından bu yana artış eğiliminde olan dış borç stokunun milli gelire oranı büyük ihtimalle bu yıl sonunda yeniden yüzde 50'yi bulacak. Özellikle özel sektörün yüksek düzeydeki dış borcu ve döviz açığı Türkiye ekonomisi açısından önemli bir kırılganlık oluşturmaktadır.

Sözlerime son verirken, bütün olumsuzluklarına rağmen 2015 yılı bütçesinin ülkemize hayırlar getirmesini diliyor, sabrınız için hepinize çok teşekkür ediyorum.