| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/286) ve 2021 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/285) ile Sayıştay tezkereleri a)Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 6 |
| Tarih | : | 02 .11.2022 |
AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Ben de herkesi saygıyla selamlıyorum.
Aslında birkaç gündür arkadaşlarımız burada defaten ifade etti. Bu bütçe tıpkı diğer bütçeler gibi halkın, kadınların, çocukların, engellilerin, yoksulların bütçesi değil, bu bütçe faizin ve aslında seçimin bütçesi olarak karşımızda duruyor. AKP iktidarı seçime giderken bir taraftan bütün yaptığı yanlışların sorumluluğunu toplumun sırtına yükleyerek büyük bir faiz bütçesi hazırlıyor, bir taraftan da yine seçimin bütün yükünü toplumun sırtından gidermeye çalışıyor.
Şimdi, incelediğimiz kadarıyla şu anda mevcut bütçenin en önemli ve büyük kalemlerinin arasında faize ayrılan kalem 566 milyar lira. Az önce Bakanın sunumunda yaptığı değerlendirmede Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının toplam bütçesi 149 milyar lira. Şimdi, bu 149 milyar liranın içerisine personel giderlerini, çoklu bir Bakanlık olduğu için içerdeki bütün giderleri hesapladığınızda aslında neredeyse burada esas hizmet vermesi gereken alanların hiçbirine hizmet vermemiş oluyor. Aslında bu konuda da bir bütçe hazırlamamış oluyor gördüğümüz kadarıyla çünkü aradaki farka baktığınız 566 milyar lira ve 149 milyar lira, neredeyse 4 katına yakın bir faiz bütçesi var bu, şu anda, mevcut 2023 bütçesinin içerisinde.
Evet biz aslında halkın, kadınların, yoksulların, emekçilerin, çocukların bütçesi olmadığını ifade ettiğimizde, bir, bu verilere dayanarak söylüyoruz bir de gerçekten bütçenin yapım süreciyle ilgili daha önce de defalarca eleştiri yapmıştık, defalarca aslında bu bütçe yapım sürecinde toplumu da dâhil etmenin, kendisiyle ilgili meselelerde kendi görüş ve önerilerinin de alınması konusunda çokça değerlendirmeler yapmıştık. Aslında bir dönem Mecliste özellikle toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçe çalışması olabilmesi için KEFEK'te bir Komisyon kuruldu ama maalesef o, rafa kalktı ve yine burada bütçenin tümüne baktığımızda Bakanın sunumunda da son dakikaları sıkıştırdığı bir "kadın" kısmı vardı ama onun haricinde bu bütçenin tümünde aslında kadının adı yok.
Biz tam da aslında iktidarın yapması gereken, Bakanlığın yapması gereken işi yaptık, iki yıldır yoksulluk kampanyası gerçekleştirdik "Kadın yoksulluğuna hayır, kadınlar için adalet" diye Türkiye'nin dört bir yanından her kesimden kadına ulaştık; tarım işçisi kadınlardan engelli kadınlara, KHK'yle ihraç edilmiş kadınlardan göçmen kadınlara, Kürt kadınlardan Roman kadınlara, tekstil işçisi kadınlara gibi yani aslında toplumun bütün kesimlerindeki kadınlara ulaştık geçen sene ve iki yıldır artık bir gelenek hâline getirdiğimiz toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe çalıştayları gerçekleştiriyoruz. Burada bu bütçeyi nasıl toplumsal cinsiyete duyarlı hâle getirebiliriz tartışmasını yürütüyoruz ve çözüm yöntemlerini açığa çıkartıyoruz.
Ben bunda çok geniş bir değerlendirme yapmayacağım, bununla ilgili Filiz Vekilimiz hem orada çıkan sonuçları hem de aslında ne yapabileceğimiz konusundaki verileri sizlerle paylaşacak. Çünkü bunun için keşfetmeye gerek yok, bu konuda deneyimlerimiz var. Bizim özellikle kayyum atanan DBP ve HDP belediyelerimizde bu konuda çokça aslında deneyim, tecrübe ve örnek var karşımızda.
Aslında kadınların bütçesi hâline getirmek çok zor değil ama tabii iktidarın bunu istemediğini çok iyi biliyoruz. Çünkü iktidar, AKP neredeyse başa geldiği, iktidar olduğu günden bugüne hiçbir zaman zaten kadın-erkek eşitliği konusunda bir iddiasının olmadığını ifade etti yani kadınların, erkeklerin eşit olmadığını en fazla adil bir yaklaşım olabileceğini, fıtraten bunun mümkün olmayacağını ifade etti. Bir dönem bir demokratikleşme adımları, Avrupa Birliğiyle yakınlaşma süreci içerisinde birtakım adımlar atılmış olsa da aslında ilk günden bugüne neredeyse bütün kadın kazanımlarını, kadınların toplum içerisindeki varlığını yavaş yavaş geriye çeken bir yaklaşım içerisinde oldu sadece birkaçını sayacağım söylemler değil, bunlar yapılan düzenlemeler ve işler.
Şimdi, 2007 yılında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'da bazı maddeler değiştirildi. Bu maddeyle engelli bakım hizmeti kamusal sorumluluk alanından hane içerisinde devredildi, bu çok övünülen bir şey yani "Biz engelli yardımı yapıyoruz, sosyal yardım yapıyoruz." diye Bakanın da ısrarla altını çizdiği meseleydi ama şöyle bir handikabın olduğunu biliyoruz biz zaten o engellilerin, yaşlıların bakım hizmeti alması gerektiğini evet düşünüyoruz, bakım hizmeti almalı ama burada esaslı mesele bu bakım hizmetinin kadınlara bir yükümlülük, bir görev olarak verilmesi. O insanlara yardım yapılırken bir de bir bakım koşulu aranıyor ve hatta mümkünse evde bu bakımı gerçekleştirenler kadınlar oluyor ve kadınlar bu bakım işlerini yaptıkları için sanki istihdama katılmış ve çalışıyormuş gibi istatistiki verilerin paylaşıldığını biliyoruz. Tam da buna itiraz ediyoruz biz; engelli, yaşlı ve çocuk bakımı kamusal alanlarda olmalı yani bu, kadına bir görev ve sorumluluk olarak yüklenmemeli; kreşler açılmalı, yaşlı bakım merkezleri açılmalı, engellilerin toplumsal yaşam içerisinde varlıkları desteklenmeli yani eve kapatan bir engelli politikası gerçekleştirilmemeli çünkü engellilerin bu konuda çokça eleştirilerinin olduğunu biliyoruz.
Bakın, Türkiye'de sokağa çıktığınızda neredeyse 1 engelliyle karşı karşıya kalmıyorsunuz çünkü engellilerin yardım almasının temel kriterlerinden bir tanesi evde bakım, evde olacak, evde durduğu müddetçe bu bakımdan yararlanabilecek; doğalında aslında engelliler bu bakımdan yararlanınca eve kapatılmış oluyorlar, evin dışına çıkmamış oluyorlar ve kadınlar bu meseleden daha çok etkileniyor çünkü 2 defa bir ayrımcılıkla, 2 defa bir eşitsizlikle yüz yüze kalıyorlar. Kadın engelliler bu yaşadıkları eşitsizlik nedeniyle aslında toplumdan izole olmuş oluyorlar ve aslında bir biçimde daha fazla eşitsizlikle yüz yüze kalıyorlar.
Yine, bakın, en son 2009 yılında bir şiddet verisi açıklanmış. Yine, bugün yapılan sunumda da kadına yönelik şiddet verileri açıklanmadı yani biz bir istatistiğe ulaşamıyoruz. Evet, belki kamuoyunda, basında takip ettiklerimiz var, kamuoyuna yansıyan biçimde bazı istatistikleri takip edebiliyoruz. Buna göre bizim en azından edindiğimiz istatistik, 2008 ile 2021 yılları arasında en az 3.765 kadın, erkek şiddeti sonucunda yaşamını yitirmiş. 2022 Eylül sonuna kadar -burada da zaten pankartlardan bir tanesinde o var- en az 248 kadın yaşamını yitirmiş, en az 145 kadın şüpheli bir biçimde yaşamını yitirmiş. Biz bu şüpheli ölümlerin aslında birazcık arkasını kazdığımızda büyük çoğunluğunun benzer bir biçimde katledilme, cinayet olduğunu biliyoruz ama bunun açığa çıkması için kadınların büyük bir çabasının, büyük bir emeğinin, büyük bir itirazının olması gerekiyor.
İçişleri Bakanının Meclise sunduğu bir veri var yine bu meseleyle ilgili çünkü Bakanlık yine koruma tedbirleri, mekanizmalarla ilgili çokça değerlendirmeler yaptı. İçişleri Bakanlığına göre 2016-2021 yılları arasında öldürülen kadınların yüzde 8,5'i katledildikleri sırada koruma tedbiri altındalarmış. Bakın, en son kamuoyuna çokça yansıyan bir olay vardı, onu sizinle paylaşacağım: Kadın, koruma tedbiri için defalarca gidip başvuruda bulunuyor, defalarca koruma tedbiri talebinde bulunuyor ama gerçekleştirilen bu koruma tedbirlerini her defasında ihlal ediyor bu erkek ve en nihayetinde kadın katlediliyor. Şimdi onu bulabilirsem sizinle paylaşacağım: Hülya Şevvalcı. Yani bu bir örnek tabii ama çokça örnek var karşımızda. İzmir'de de bir kadın benzer bir biçimde koruma tedbiri altındayken katledilmişti, hatta annesi yaptığı açıklamada isyanını dile getiriyordu. Bakın, defalarca koruma tedbiri için başvuru yapmış, defalarca bu erkek koruma tedbirini ihlal etmiş ve en nihayetinde, 5'inci ihlalden sonra Kaffar Yeğin 22 Ekim tarihinde kadını iş yerinde katletmiş yani koruma tedbiri altındaki kadını.
Şimdi, mekanizmaların işlenme meselesi... Evet, görünürde mekanizmalar var ama kadınlar gittiklerinde aslında bu mekanizmalara çok sağlıklı bir biçimde ulaşamıyorlar; defalarca aramalarına rağmen, koruma tedbiri olmasına rağmen hızlı bir müdahale olmuyor. Kadınlar gittiklerinde evet, görünürde var ama kendi ana dilleriyle, gerçekten bir ayrımcılığa uğramadan, orada kendileri suçlanmadan bu mekanizmalardan yararlanamıyorlar. Bununla ilgili kamuoyuna ve basına yansıyan onlarca örnek var. Ama dediğim gibi, bakın, Bakanlık en son 2009 yılının ilk yedi ayında öldürülenlerin rakamını kamuoyuyla paylaşmış, bunu da yine o dönem DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan'ın -şu anda da bizim HDP Mersin Milletvekilimiz- verdiği soru önergesi üzerine bir cevapla ifade etmiş. O dönem öldürülen kadın sayısı 953. Şu anki istatistikleri bilmiyoruz çünkü şu an biz basın üzerinden bunları takip ediyoruz. Neden paylaşılmadığı konusunda da bir fikrimiz yok. Aslında bir fikrimiz var çünkü kadın cinayetleri ya da kadın katliamları, kadına yönelik şiddet iktidara göre azalmış, hatta İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddeti artıran bir meseleymiş, geri çekildiğinde bu şiddet vakalarında büyük oranda azalma olmuş gibi aslında bir politika gerçekleştiriyor ama sahada bu mücadelenin içerisinde olan kadınlar işin esasının böyle olmadığını çok iyi biliyorlar. Kadınlar çoklu şiddet biçimiyle yüz yüzeler, sadece fiziki şiddetten söz etmiyoruz, sadece katledilmekten söz etmiyoruz. Kadınlar ekonomik olarak şiddete maruz kalıyorlar, kadınlar etnik kimlikleri nedeniyle -sadece kadın değil, bir de kimlikleri nedeniyle- ayrımcılıkla yüz yüze kalıyorlar, engelli olmaları nedeniyle ayrımcılıkla yüz yüze kalıyorlar; kadınlar, özellikle göçmen kadınlar, mülteci kadınlar oluşturulan bu nefret atmosferi nedeniyle çoklu eşitsizlikle yüz yüze kalıyorlar.
Devam edeyim, yine, AKP'nin politikalarından. 2009'da ilk defa, AKP, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde aile içi şiddet konusunda açılan bir davada mahkûm edildi. Aslında bu, İstanbul Sözleşmesi'nin bir alt zemini olarak da ifade ediliyor çoğu zaman, tabii ki kadınların büyük mücadelesi vardı ama bu da İstanbul Sözleşmesi'ne götüren adımlardan bir tanesiydi. 2012'de HSK, -HSYK o zaman- kadına yönelik şiddet eylemlerinin, şikâyet olmadığı durumlarda cezalandırılmaması ve basit yaralama suçunun da uzlaşma kapsamına alınması konusunda bir talepte bulunmuş.
Şimdi, biz, kadına yönelik şiddet vakalarında, kadınların ne kadar zor gidip şikâyette bulunduğunu çok iyi biliyoruz, kadınlar için çok kolay değil çünkü kadınların büyük bir çoğunluğu en yakınından şiddet görüyor; eşinden, kardeşinden, babasından yani hane içerisindeki erkeklerden şiddet görüyor ve koruma mekanizmaları onlara çok da istenilen düzeyde sağlanmadığı için dönüp tekrar o şiddet ortamına geri dönme olasılıkları var. Onun için, kadınlar çok rahat değil, kadınların gidip şikâyette bulunması. Bu uzlaşma meselesini daha da problemli bir hâle getirir ama her dönem bu tartışma dönüp dolaşıp tekrar önümüze geliyor.
2012'de 4+4+4 kademeli eğitim yasasına geçildi. Şimdi, bu kademeli eğitim yasasında o zaman da çokça itirazlar yapılmıştı; bakın, bu kademeli eğitim kız çocuklarının okullaşmasını en fazla engelleyen bir mekanizma hâline gelecek, kız çocukları okullaşmadan uzaklaşacak diye eleştiriler yapılmıştı. Bakın, Bakanlık burada 80'inci sayfada kız çocuklarının nasıl okullaştığı, bu konuda nasıl destekler verildiği konusunda birtakım belirlemelerde bulunmuş ama Millî Eğitim Bakanlığı da bir veriyi kamuoyuyla paylaşmış, buna göre, 866 bin kız çocuğu okula gidemiyor yani hiç okula gidemiyor. MEB istatistiklerine göre, ilkokulda 195 bin, ortaokulda 298 bin, lisede 373 bin olmak üzere toplamda 866 bin; bu, okula gidemeyenler ama bir de uzaktan eğitim meselesi var. Açık öğretim meselesi de aslında kız çocuklarının okula gidememesinin bir nedeni hâline gelmiş durumda. Bunu da eklediğimizde -çünkü burada toplam rakam 636 bin 270, bu sayıyı da eklediğimizde- neredeyse 1,5 milyon kız çocuğu aslında okul yüzü görmüyor.
Şimdi, tabii, bunun çoklu nedenleri olduğunu biliyoruz. Bir; aslında bu dediğim gibi, 4+4+4 sisteminin getirdiği handikap. İkincisi; kız çocuklarının birçoğu evin içerisinde de cinsiyetçi iş bölümlerine maruz kalarak -aslında evin yükümlülüğü biraz kız çocuklarının da tıpkı kadınlar gibi, omzuna yüklenmiş durumda- yine, ekonomik krizin, yoksullaşmanın da büyük bir neden olduğunu ifade edebiliriz. Biz, geçen sene, yoksulluk kampanyamızda burada, çok yakında, Ankara'da, Konya'da tarım işçilerini ziyaret etmiştik. O dönem uzaktan eğitim corona nedeniyle devam ediyordu, çocukların birçoğu tablet ve bilgisayar, internet ortamına ulaşamadığı için -ve büyük çoğunluğu kız çocuklarıydı- okullaşmadan uzak kalmışlardı. Ekonomik kriz söz konusu olduğunda maalesef yine ilk gözden çıkarılanlar kız çocukları olabiliyor.
Yine, şimdi, çocuklarla ilgili birçok düzenlemenin ve çalışmanın olduğu söylenmiş ama bir de çocukların aslında çocuk işçiliği meselesinin bu süreç içerisinde nasıl, ne kadar arttığının da hepimiz şahitliğini yapıyoruz çünkü gittiğimiz, ziyaret ettiğimiz her yerde özellikle kız çocukları, çocukların tümünün bir biçimde işçi olarak çalıştırıldığını gördük, bu tarım meselesinde de vardı ama diğer bütün alanlar açısından da vardı. Şimdi, TÜİK verilerine göre, çocuk işçilerin yüzde 70,6'sı erkek, yüzde 29,4'ü kız çocuğu olmak üzere, 770 bin çocuk işçi var. Buraya çırak, kalfa gibi mesleki eğitimleri de katmıyor. Şimdi, bu toplamı değerlendirdiğimizde, aslında, ifade ettiğimiz gibi, burada ne kadınların can güvenliği, kadınların eşit, özgür bir ortamda yaşayabilecekleri konusunda bir düzenleme ya da bir bütçeleme söz konusu; ne çocukların korunması, çocuğun üstün yararını gözeten bir yaklaşım söz konusu ne engellilerin ne de toplumun diğer kesimlerinin. Burada çok güzel kitapçıklar yapabiliriz, çok güzel söylemlerde bulunabiliriz ama işin esası çok daha farklı.
Bakın, bunların tümü yaşanırken bunun karşısında büyük mücadele eden de kadınlar var. Bu kadınlar da saldırı ve yönelimle karşı karşıya kalıyorlar. Ya, biz şunu isterdik: Kabinenin tek kadın Bakanı... 25 Kasımda Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'nde kadınlar sokağa çıktıkları için polis şiddetiyle yüz yüze kalıyorlar. Dünyanın tümünde kutlanan 8 Martta, kadınlar kendi taleplerini ifade etmek için sokağa çıktıklarında, gece yürüyüşü yapmak istediklerinde polis şiddetiyle yani erkek şiddetinin başka bir biçimi olan devlet şiddetiyle yüz yüze kalıyorlar ve Bakanlıktan tek bir cümle duyamıyoruz; hatta, neredeyse "İyi olmuş." denilen açıklamalar peşi sıra sıralanırken, sanki orada marjinal bir grup varmış; toplumun tümünün, kadınların talepleri değilmiş gibi bir yaklaşımla oradaki talepler de bastırılıyor; bırakın böyle bir düzenleme, böyle bir politika gerçekleştirmeyi. Kadınlar 8 Martta, 25 Kasımda taleplerini dile getirdikleri için mahkeme salonlarında yargılanıyorlar.
Rosa Kadın Derneği, Diyarbakır'da kadına şiddetle mücadele eden derneklerden bir tanesi. Aslında Bakanlığın, en fazla eşgüdümlü çalışması gereken Bakanlıklardan bir tanesi. Çünkü orada -şunu net söyleyelim- kadınlar, devlete ya da resmî mekanizmalara güven problemleri yaşadıkları için, çoğu zaman gittiklerinde geri döndürüldükleri ya da işte, o "kutsal aile" denilerek, "ailenin birliği bozulmasın" işte "aileyi koruyalım" adı altında bir yaklaşımla tekrar şiddet gördükleri evlere geri gönderilme telkiniyle karşı karşıya kaldıkları için, koruma tedbirleri yeterli düzeyde uygulanmadığı için, kadınlar, daha bağımsız kadın örgütlerinden destek alıyorlar. Bunlardan bir tanesi de Rosa Kadın Derneğiydi. Rosa Kadın Derneğine defalarca operasyon yapıldı; defalarca aktivistleri, çalışanları gözaltına alındı, Bakanlıktan tek bir cümle duymadık.
Şimdi, buna benzer bir biçimde Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, yine benzer bir biçimde... Bu arada, bu verilerin bir kısmı Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun verileri, bir kısmı da yine basın üzerinden Bianet ve diğer basın kuruluşlarının yaydığı bilgiler. Şu anda Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu kadına yönelik şiddetle mücadele ettiği için, bu verileri kamuoyuyla paylaştığı için, iktidarın politikasını benimsemediği için kapatma davasıyla yüz yüze. Geçenlerde 2'nci davası görüldü ama önümüzdeki günlerde bu meselede kapanmayla yüz yüze kalan bir dernek. Bununla ilgili Bakanlıktan herhangi bir cümle duymadık.
İşte "Feministlik ahlaksızlıktır." dendiğinde, işte "Erkekler kadınlar eşittir." iktidar "Değil!" dediğinde, "Fıtraten eşit olamaz." dediğinde, sürekli kadının yerini ev olarak, aile olarak tanımlayan bir tabloyla karşı karşıyayken Bakanlık da ailenin daha çok geliştirilmesi üzerine eğitimler vermesiyle övünüyor. Şu an esaslı çalışmalardan bir tanesini, bu katalogda bunu görüyoruz: "Kadınlar aile içerisinde nasıl davranacak?" ya da "Aile ve evlilik ilişkisi daha sağlıklı nasıl giderilecek?" Gerçekten esas problem bu mu? Yoksa bu ülkede her gün en az bir kadın katledilirken; kadınlar derin bir yoksulluk, işsizlikle yüz yüzeyken, emek sömürüsünün en büyüğüyle yüz yüzeyken...
BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Son yarım dakikanız.
AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - ...esas problem gerçekten bu ülkede kadın-erkek eşitliğini, kadınların özgürlüğünü oluşturmak mı diye sormak lazım Kabinedeki tek kadın Bakana?
Teşekkür ederim.