KOMİSYON KONUŞMASI

DİRAYET DİLAN TAŞDEMİR (Ağrı) - Teşekkür ederim Başkan.

Bende herkesi saygıyla selamlıyorum ve başarılar diliyorum.

Bugün Kültür ve Turizm Bakanlığının bütçesi üzerinde konuşuyoruz. Yani bilindiği gibi Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarına beşiklik etmiş, çok dilli, çok kültürlü ve çok inançlı bir coğrafyayız aslında. Tüm kültürler iç içe geçerek, birbirini etkileyerek, farklılıklarıyla birlikte bin yıllarca bir arada aynı coğrafyada yaşamayı başardı. Bu zenginlik, çeşitlilik ve farklılıkları daha çoğulcu, daha demokratik ve eşit bir perspektifle ele almak yerine maalesef bu farklılıklar daha çok asimilasyoncu, inkârcı bir perspektifle ya yok edilmeye çalışılıyor ya da asimile edilmeye. Kadim halklar ve inançlara dair tarihî kitaplarda, edebî metinlerde, müfredatlarda aslında önümüze çıkan şey ne biliyor musunuz? Kürtler zararlı; Ermeniler, Araplar, Rumlar hain; Aleviler inançsız. Ya topluma böyle anlatılıyor, tanıtılıyor ya da yokmuş gibi davranılıyor, kültürleri, inançları, kimlikleri yok sayılıyor. Oysa Ezidiler, Kürtler, Aleviler, Süryaniler, Türkmenler, Keldaniler, Farslar, Araplar, Ermeniler, Rumlar binlerce yıl bu coğrafyada yaşadılar, bu coğrafyada ürettiler, bu coğrafyada mevcut olan kültürel varlıkların günümüze taşımasında ciddi emek sarf ettiler. Bu halkların kimliklerini, inançlarını, kültürlerini yok saymak aynı zamanda kendimizi de yok saymak, kültürel anlamında kuraklaşmak, çölleşmek anlamına gelir.

Coğrafya isimlerini yasaklamak, insanların kimliğini inkâr etmek, kültürlerini asimile etmek; hâlâ bu siyasette, maalesef, AKP döneminde de diretildiğini görüyoruz ama bu politikanın çok ciddi acılara neden olduğunu da biliyoruz. Bakın, bugün dünyadaki, Orta Doğu'daki çatışmaların, savaşların asıl nedeni, asıl zemini aslında tam da bu inkârcı, yok edici, düşmanlaştırıcı siyaset tarzıdır ya da yürütülen politikalardır. Bu yaklaşımdan, bu politikalardan kaynaklı milyonlarca insan yaşamını yitirdi, çok ciddi anlamda hak ihlalleri yaşandı, demokratik değerlerden çok ciddi anlamda uzaklaşıldı hem Orta Doğu'da hem dünyada hem de ülkemizde. Yine, kültürel varlıklara neşterler vuruldu, insanlar yerlerinden göç ettirildi, sürgüne yollandı. Bu inkâr ve asimilasyon politikalarının aslında diğer halklar gibi bugün en fazla mağduru ve muhatabı olan yine Kürtler ve Alevilerdir. Özellikle Kürtler ve Alevilere yönelik bu asimilasyoncu, inkârcı politikaların gün gittikçe daha fazla derinleştiğini, bunda ısrar edildiğini bizler görüyoruz.

Bakın, Şark Islahat Planı'ndan kayyum siyasetine kadar aynı mantık güncelliğini koruyor. Daha önce "Kürtler var mıdır, yok mudur?" tartışılıyordu uzunca bir dönem. Kürtlerin varlığı kabul edilmedi, Kürtlerin varlığının kabul edilmesi bile çok büyük acılara, çok büyük bedellere mal oldu maalesef. Şimdi, Kürtler var, evet ama bu sefer de "Kürtlerin dili var mıdır, Kürtlerin kültürü var mıdır?" tartışması yürütülüyor. Koca koca profesörler -yani artık profesör mü denir o da tartışılır- televizyonlara çıkıyor bu konuda fikir beyan ediyor. Diyor ki: "Kürtlerin dili olabilir ama-bu sefer- karmadır -bu sefer- uygarlık dili değil -bu sefer- sanat dili değil -bu sefer- felsefe dili değil." tartışmalar yürütüyor yani bu kadar asimile edilen, bu kadar baskı altına alınan bir dile yönelik bu tür tartışmaları açmak da bizim açımızdan ırkçılıktır, faşizmdir.

Bakın, yine, bu politikalardan kaynaklı insanlar sokakta özellikle Kürtçe konuştuğunda tedirgin oluyor; artık sadece Kürtler değil özellikle mülteciler -hani bu son dönemki politikalardan da kaynaklı- Arapça konuştukları için kendilerini tedirgin hissediyorlar, saldırıya maruz kalıyorlar; konuşması gereken dilin sadece Türkçe olması gerektiği dayatması söz konusu. Yani Sayın Bakan, bakın, bu konuda Bursa'dan bir örnek vereyim size. Bursa'da bir okulun merdivenlerinde şöyle yazıyor: "Ya Türkçe konuş ya da sus." daha önce "Vatandaş Türkçe konuş, çok konuş." deniliyordu şimdi ise "Ya konuşmayın ya da susun." deniliyor yani bu, aslında bu politikaların... Hani hep daha çok AKP övünüyor ya "İşte, biz bunu kaldırdık, şu yasayı iyileştirdik, şu iyileştirmeleri getirdik." deniyor ya, aslında bu örnekten de anlaşılacağı gibi çok da değişen bir şey yok, formatlar değişebilir ama zihniyet bir şekilde kendini sürdürüyor.

Bakın, Diyarbakır "Nevroz"unda bu dönem biz bir şeye tanıklık ettik ilk defa. Neydi biliyor musunuz? Giyilen yöresel kıyafetler kadınların, gençlerin üzerinden çıkarıldı. İlk defa binlerce yıldır kullandığımız bu kıyafetleri "Nevroz" alanına almadılar. Çocuklar, kadınlar gözaltına alındı. Yani böyle bir politikaya da biz bu dönem "Nevroz"da şahit olduk.

2016 yılında bütün belediyelerimize kayyum atandı. Biliyorsunuz, belediyelerimiz gasbedildi. Bu kayyumlar iktidara geldiğinde ya da belediyelerimizi ele geçirdiğinde yaptığı ilk icraatların başında ne oldu biliyor musunuz? Kürtçe tabelaları indirmek, Kürtçe park isimlerini değiştirmek, yine sokak isimlerini değiştirmek oldu, cadde isimlerini değiştirmek oldu. Kürtçe tiyatroları yasakladılar, kreşleri yasakladılar, eğitim kurumlarını kapattılar, özellikle Kürtçe sanatsal faaliyetlerin hepsini durdurdular, yerine kendilerine göre başka faaliyetler geçirdiler. Hâlen Mecliste Kürtçe "bilinmeyen dil" olarak kullanılıyor. Geçen bütçe görüşmelerinde Meclis Başkanlığının bütçesi görüşülürken Meclis Başkanına da bu eleştiriyi sunduk, biz dedik ki: "İşte, 'bilinmeyen dil' 'x' olarak geçiyor." Dedi: "Hayır olur mu, ben bir değişim yaptım. Şu an artık tutanaklarda 'bilinmeyen dil' ve 'x' olarak geçmiyor aksine dipnot olarak '*' olarak geçiyor." Yani işte, aslında bu işin özeti bu, yapılan iyileşme "x"ten, "bilinmeyen dil"den "*"a dönüşmüş durumdayız, yani bunu da büyük bir başarı olarak takdir etmemiz istendi.

Bakın, 92'de yayın hayatına başlayan tek Kürtçe gazete Azadiya Welat. Azadiya Welat 90'lardan günümüze kadar çok fazla baskıya maruz kaldı, çok fazla kapatılma girişimleriyle yüz yüze kaldı, gazeteciler tutuklandı, gazete binaları bombalandı ama Azadiya Welat hiçbir zaman kapatılmadı, ta ki kanun hükmünde kararnameyle Azadiya Welat kapatıldı. Yine, Kurdi-Der, İstanbul Kürt Enstitüsü, Mezopotamya Kültür Merkezi kanun hükmünde kararnamelerle AKP eliyle kapatıldı. Yani bunları saymakla bitmiyor hani çok zaman da almasını istemiyorum ama Ali Boçnak 76 yaşındaydı, sadece Kürtçe mevlit okuduğu için cezalandırıldı ve Patnos Cezaevinde Ali Boçnak yaşamını yitirdi. Bakın, yani hiç yüzünüzü böyle şey yapmayın ama bunlar hakikat, istiyorsanız araştırabilirsiniz.

Yine, bakın, Alevilere yönelik bu asimilasyoncu politika da gittikçe hız kazanıyor. İşte, AKP yine 2009-2010 yılları arasında 7 kez Alevi açılımı yaptı, çalıştaylar gerçekleştirildi. Elbette ki bütün bu çalıştaylarda ve tartışmalarda Alevilere yönelik herhangi bir iyileşme ya da Alevilerin talepleri karşılanmadı; bu karşılanmadığı gibi, bir de Alevilerle dalga geçer gibi, bir torba yasada bir kültürel folklormuş gibi ele alındı. Sonra, Cumhurbaşkanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kurulacağını söyledi, sonra ardından kanun hükmünde kararnameyle bu da kuruldu.

Şimdi, Alevilerin inançlarını nasıl yaşayacağına, nerede yaşayacağına sizler, bir bakanlık, Meclis ya da devlet karar veremez, Cumhurbaşkanı da buna karar veremez; buna sadece ve sadece Aleviler karar verebilir. Ama torba yasanın içine koyuyorsunuz, Meclise getiriyorsunuz, milletvekilleri elini kaldırıyor indiriyor ve bir inançla ilgili karar veriliyor. Aleviler "Cemevini ibadethane olarak görüyorum." diyorsa ibadethanedir, bunun tartışması mümkün değildir. Aleviler bizim açımızdan eşit yurttaşlardır ve eşit yurttaşların bütün haklarından da yararlanmalıdır.

Yine toplumsal hafıza, ortak belleği oluşturan bu birikimleri kuşaktan kuşağa aktaran şey kültürel varlıklardır Sayın Bakan. Ama Türkiye'de resmî tarih anlatısının dışında bırakılan kültürel değerler, bilinçli bir şekilde ya da sistematik bir şekilde ya ihmal ediliyor ya da tahrip ediliyor.

Bakın, siz, bütçe sunumunda dediniz ki: "2002'de iktidara geldiğimizde Dünya Mirası Listesi'nde olan varlık sayımız 9 idi ama işte, bizim iktidarımız döneminde bu sayı 19'a çıkarıldı." Ama UNESCO'nun Dünya Mirası kriterlerinin 10'undan 9'unu karşılayan Hasankeyf'i sular altında bıraktınız. Dicle Vadisi'ni, canlıların yuvası olan Dicle Vadisi'ni sular altında bıraktınız. Niçin? Elli yıllık ömrü olan bir tane baraj için. Her tarafa beton döktünüz, tarihî Hasankeyf'ten sadece birkaç tarihî varlığı tutup yeni Hasankeyf'e taşıdınız.

Yine, bakın, oraya, Hasankeyf'e, daha önce binlerce turist ziyaret yapıyordu; esnaflar o konuda, refah düzeyinde çok ciddi bir aşamadaydılar. Ama siz ne yaptınız? Kenti sular altında bıraktınız. Şu an gidin bir Hasankeyf'e, önceki yıllara oranla bir canlılık var mı? Tam bir hayalete dönüşmüş durumda Hasankeyf. Ama şimdi festivaller yapıyorsunuz; gerçek Hasankeyf'i sular altında bıraktınız, hayalî Hasankeyf'e de turist çekmeye çalışıyorsunuz; böyle bir garabet yaşanıyor. Bakın, Hasankeyf gibi yine Allianoi sular altında bırakıldı.

Yine, yolsuzluklarla gündeme gelen Mardin Büyükşehir Belediyesi, UNESCO Dünya Mirası'na girmeye, en azından Geçici Liste'ye aday olan Dara Antik Kenti'ni imara açtı ve bir rantçı ve bir yandaşa peşkeş çekme hesapları yapılıyor.

"Kentsel dönüşüm" adı altında Sulukule, Tarlabaşı, Ayvansaray, Fikirtepe Mahalleleri başta olmak üzere, Süleymaniye, Zeyrek, Sultanahmet, Boğaziçi, Validebağ Korusu, Kapadokya peribacaları yol inşaatı gibi Dünya Mirası alanı veya sit alanındaki uygulamalarla yeşil alanlar, doğal alanlar ve tarihî sit alanları yok edilerek boşaltılıyor. Bin altı yüz yıllık Başkale'de bulunan Surp Bartholomeos Manastırı yok olmayla karşı karşıya. Assos tarihî kenti kendi kaderine terk edilmiş durumda.

Kültürel varlıkların tahrip edildiğini, kentlerin terk edildiğini biliyoruz. Bu politikalardan vazgeçilirse aslında daha demokratik, daha hoşgörülü, refah düzeyi daha yüksek bir ülke de oluruz. Ama 2002 yılında birçok kentte sit alanlarının statüleri değiştirilip, bazı sit alanları imara açıldı; tıpkı Dara Antik Kenti'nde olduğu gibi. Oysa bu uygulamalara bir an önce son verilmeli, bu alanların denetimine sivil toplum örgütleri de dâhil edilmelidir.

Yine, ören yerlerini aslında gözümüz gibi korumamız gerekiyor ama Sayın Bakan, gelin görün ki ören yerleri de definecilere terk edilmiş durumda; buraların güvenlikleri çok ciddi anlamda alınmıyor, eline kazmayı, küreği alan gidiyor, istediği yerde kazı yapmaya çalışıyor. Yine, devam eden arkeolojik kazılar tahrip ediliyor. Binlerce yıl geçmişi olan bu eserler, bu ören yerleri, bu anlamda ciddi bir tahribat yaşıyor.

Yine biliyorsunuz, buralarda, kaçak kazılarda ve müzelerde dönem dönem işte, kayıplar oldu, eserler çalındı deniliyor. Bu konuda da özellikle yurt dışına kaçırılan eserlerin geri getirilmesi konusunda nasıl bir politika izleniyor? Bunu da merak ediyoruz. Yine Zeugma Müzesinden çalınan eserler vardı, yargıya da konu olmuştu; bu konuda bu eserlerin akıbetini ne oldu? Onu da cevaplarsanız sevinirim.

Asimile edilen, inkâr edilen kültürel varlıklara yaklaşım -az önce biraz kısa bir özetini de vermeye çalıştım- maalesef AKP döneminde de değişmedi. Bu sorunlar gittikçe daha çok derinleştirildi. AKP'nin bu konuda bir yaklaşımı var, aslında birçok konuda genel tutumu öyle. Yani özellikle kültürel varlıklar ve kültürel miras konusuna da baktığımızda işte, genel yaklaşım şu: Turist gelsin, görsün; biz de biraz daha fazla para kazanalım ama bu konuda da yine diğer kültürel varlıklar arasında da bir ayrımcılık söz konusu.

Kültür ve Turizm Bakanlığının Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı 211'i müze, 145'i düzenlenmiş ören yeri olmak üzere 356 müze olduğu ifade edilmiş. Yine, TÜİK verilerine göre Türkiye'de 2020 yılında Bakanlığa bağlı ücretli müze ve ören yerlerini ziyaret edenlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 74,6 azalmış. Bu azalmanın nedenleri nelerdir?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI MEHMET NURİ ERSOY - Yanlış.

DİRAYET DİLAN TAŞDEMİR (Ağrı) - Değilse düzeltirsiniz Sayın Bakan.

Bakın, müze fiyatlarında da biletlerde de ciddi bir artış olduğunu biliyoruz. Yani dünyanın dört bir yanında...

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI MEHMET NURİ ERSOY - Bizde Müze Kart var, onunla giriliyor.

DİRAYET DİLAN TAŞDEMİR (Ağrı) - Zaman gidiyor, siz sonra açıklarsınız, düzeltirsiniz.

Yani bakın, Avrupa'dan, Çin'den, dünyanın dört bir yanından insanlar geliyor aslında bu kültürel varlıkları görmek istiyor ama Türkiye'de maalesef insanlar bu olanaklardan yararlanamıyor çünkü asgari ücretle geçinmek zorunda kalan insanların bir de bu yerleri ziyaret etmek gibi bir durumu da söz konusu olmuyor.

Yine, son dönemlerde birçok sanatçı çok zor şartlarda yaşıyor, çok zor şartlarda mesleklerini icra etmek zorunda kalıyor. Bunları da destekleyecek mekanizmalar çok zayıf. Bu konuda örneğin sokak sanatçıları çok zor şartlarda mesleklerini icra ediyor, hem sokakta mesleğini icra ederken ırkçı, ayrımcı saldırılara maruz kalıyorlar hem de dönem dönem belediyeler tarafından engelleniyorlar.

Kafe çalışanları güvencesiz şartlarda çalışıyor. Uzun çalışma saatleri başta olmak üzere birçok hak ihlaline uğruyorlar. Bu insanlar sigortasız çalıştırıldığı için de işten çıkardıklarında işsizlik parası almıyorlar. Pandemi döneminde maalesef birçoğu intihar etti. Yine, enstrümanlarını satan sanatçılar, müzisyenler olduğuna biz tanıklık ettik. En son da müzisyen Onur Şener çalıştığı yerde sadece istenilen parçayı çalmadığı için maalesef katledildi. Yani aslında Kültür Bakanlığı hem müzisyenler hem sanatçılar hem de kültürel varlıklara yaklaşımda eşit bir yaklaşım, adil bir yaklaşım sergilemiyor. Genelde daha ayrımcı bir tutuma maruz kalıyor sanatçılar.

Bakın, Kültür Bakanlığının yaptığı faaliyetlere, söylemlere baktığımızda genelde kültürel alanda da kendi hegemonyasını kurmaya çalışıyor. Bu hegemonyayı kurmak için de aslında kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi sanat icra etmeyen herkesi de baskıyla, asimilasyonla aslında kendi denetiminde tutmaya çalışıyor. Hani, bu kültürel hegemonyayı ne kadar başardığınız da tartışmalı çünkü dönem dönem sizin kimi temsilcileriniz de bunu başarmadığınız için sık sık hayıflanıyor. İşte, yandaş sanatçılara her alanda olanaklar tanınıyor, bunlar için, her anlamda destekler sunuluyor ama muhalifse; sizi, iktidarı eleştirmişse o sanatçılara yönelik baskılar artıyor. İşte Kürtçe söylediği için Rumca söylediği için sanatçıların konserleri yasaklanıyor, iptal ediliyor. Bunların başında, işte, Aynur Doğan, Mem Ararat, Metin-Kemal Kahraman, Melek Mosso, Pinhâni, İlkay Akkaya'nın konserleri bir kısmı Kürtçe şarkı söyledikleri için, diğer bir kısmı da işte iktidara yönelik dönem dönem kimi eleştirilerde bulundukları için yasaklandı.

ODTÜ Uluslararası Bahar Şenliği, Zeytinli Rock Festivali, Munzur Doğa Kültür Festivali yasaklandı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde seksen yılı aşkındır kutlanan geleneksel İnek Bayramı'na bile soruşturma açıldı. Trabzonspor'un şampiyonluk kutlamalarına katılan Yunan sanatçısı sahneye çıkarılmadı. Yani öyle ki hızınızı almadınız, Güney Kore'den gelen bir grup vardı, K-pop; onu bile yasakladınız.

Yani dönüp baktığımızda, AKP döneminde şarkı söylemek, eğlenmek, festival düzenlemek neredeyse yasak hâle getirildi. Şimdi, yaşam biçime müdahale tartışmaları bu anlamda gündeme gelince, iktidar genelde her seferinde "Hayır, biz kimsenin yaşam biçimine müdahale etmiyoruz; biz herkesin yaşam biçimine, kimliğine, kültürüne, inancına saygılıyız." diye propaganda yapıyor ama icraata dönüp baktığımızda, aslında gerçeğin hiç de böyle olmadığını, kendisine yakın, kendi dünya görüşüne yakın olanların -birçok alanda böyle, sanat alanında da böyle- bunların önü açılıyor ama diğerleri yasaklanıyor, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.

Çok zamanım kalmadı, ben aslında turizmle ilgili de birkaç şey söylemek istiyordum. Bakın, yani turizme dair hedeflerden söz ettiniz, evet, yani büyük hedefler ortaya koydunuz ama turizm işçilerinin yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin bu büyümeye paralel bir düzenleme söz konusu değil. Tıpkı tarım işçileri gibi sezonluk çalışan, sigortasız, güvencesiz, sendikasız çalışan çok ciddi bir emek sömürüsünün yaşandığı bir turizm sektörü var ve turizm emekçileri bunları yaşamak zorunda kalıyorlar. Turizm emekçileri günde on dört veya on altı saat çalışıyorlar. Yine, 3 milyon turizm emekçisinin olduğunu biz biliyoruz. İşte, bunların sadece 927 bini sigortalı, geri kalan 2 milyonuysa güvencesiz şartlarda çalışıyor. Bunların yıllık ve haftalık izinleri belirlenmemiş, dolayısıyla sadece işverenin insafına bırakılmış durumda.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Son bir dakikanız.

DİRAYET DİLAN TAŞDEMİR (Ağrı) - Güvencesiz çalışan bu turizm emekçilerinin aslında emekli olma durumlarının da bu şartlarda çok gerçekleşme imkânı yok. Yani sadece yılın belli dönemlerinde -tıpkı tarım işçileri gibi- çalışıyorlar, yılın geri kalan belli dönemlerinde de işsizler ve iş aramak zorunda kalıyorlar, çok ciddi sorunlar yaşıyorlar. Yani bu alanda da -tarım işçilerinin alanında olduğu gibi- çok ciddi bir emek sömürüsüyle maalesef yüz yüzeler.

Yine, ILO'nun 172 sayılı 1991 yılında kabul ettiği Turizm Çalışanlarının Çalışma ve Yaşam Koşullarının İyileştirilmesi Sözleşmesi yirmi sekiz yıldır imzalanmadı. Sayın Bakan, siz bunu imzalamayı düşünüyor musunuz? Onu sormak istiyorum.

Yine, turizm alanında, evet, emek sömürüsünün çok yoğun olduğunu söyledim ama bu alanda özellikle kadınlar ve genç kadınlar çok ciddi hak ihlallerine uğruyorlar, mobbinge uğruyorlar, emekleri sömürülüyor.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Son cümlenizi alalım, süreniz doldu.

DİRAYET DİLAN TAŞDEMİR (Ağrı) - Bu konuda da cinsiyet eşitliğini -en azından bu alanda da- bu perspektifi güçlendirecek bir politikaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Teşekkürler.