KOMİSYON KONUŞMASI

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, değerli milletvekilleri; bir de Sağlık Bakanlığı bütçesine doktor olmayan birinin gözüyle bakın istedik belki arada değişiklik olur diye.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin Sağlık Bakanlığınca ruhsatlı ilk bitkisel ilacının ne olduğunu içinizde bilen var mı? Sağlık Bakanlığında da yok büyük bir ihtimalle. Lityazol Cemil Sayın Bakanım. 1936 yılında ruhsatlandırıldı. O zamanlar, Aydınlı olan ve o bölgede doktorluk yapan Doktor Cemil Şener aynı zamanda köylerde ve kırsalda da hastalık taraması yaparken bir bölgede böbrek hastalıklarının olmadığını görüyor. Soruyor: "Ya, her gittiğim yerde millet taş ocağı gibi, sizde niye böyle bir hastalık yok?" "Biz şevketibostan yeriz." diyorlar. Onun üzerine, gidiyor Doktor Cemil Şener, sonuç olarak Lityazol diye bir ürün geliştiriyor, tamamen bitkisel, şevketibostandan. Sağlık Bakanlığı o zamanlar Nevroz Cemale verdiği gibi, Lityazolün, Nevrozun peşine buluşu yapan doktorların da isimlerini ekliyor imiş, dolayısıyla ona da Lityazol Cemil demiş.

Lityazol Cemil sadece Türkiye'de değil, Belçika'da, İsviçre'de, Almanya'da, Fransa'da da satılan, şöyle küçücük, 5 santimetrelik prospektüsünün içerisinde Türkçe, Almanca ve Fransızca açıklamaları bulunan bir ilaç. Açıklaması da şundan ibaret: "Böbrek taşlarını düşürür, kumları döker." İçiyorsunuz, gerçekten düşürüyor ve döküyor. Bu ilaç çıkartılmıyor. Hikâyesi birazcık dramatiktir, uygun bir sohbette aktarırım bunu, bütün arkadaşlara aktarırım tabii.

Sonuç olarak, Nevroz Cemal de pek fazla sürdüremiyor üretimini. Daha sonra çıkartılan ilaçlar da pek fazla dünyada tutulamıyor. Yani, Türkiye'nin bitkisel ilaç konusundaki hikâyesi geliyor, bu olayda tıkanıyor. Ancak, şu anda dünyanın her tarafından hâlâ Lityazol Cemil soruluyor, Lityazol Cemil. O ilacı kullanmış bir insan olarak biliyorum, 1978-1979 yıllarında böbrek sancıları çekerken dediler ki: "Lityazol Cemil." Sonra Lityazol Cemil bitti, kalktı piyasadan. Neler neler neler geçirdik, yok kırdırmalar, yok lazerle kırdırmalar falan diye, her iki senede bir uğraşıp duruldu.

Şimdi, değerli arkadaşlar, tıbbi ve aromatik bitki potansiyeli açısından dünyanın ilk 8 ülkesi arasında yer alan Türkiye, maalesef, bu alanda yok.

BAŞKAN - Affedersiniz Sayın Bakanım.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Yemek ve sohbet arasında galiba bu konuşmaların yapılması pek anlamlı olmuyor Sayın Başkanım.

BAŞKAN - Çok haklısınız.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Millet sohbetini yapmaya ve yemeğini yemeye gelmiş gibi davranıyor gördüğümüz kadarıyla.

BAŞKAN - Değerli milletvekilleri, lütfen efendim, sükûneti sağlayalım.

Bu arada, çok affedersiniz, Sağlık Bakanlığımız Komisyon üyelerimizin sağlığını düşündüğü için sağlıklı bir ikram yapmış herhâlde, meyve ikramı, onlara teşekkür ediyoruz ama tabii bunun sükûneti bozmaması lazım.

Buyurunuz efendim, lütfen devam edin.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Ortamı yumuşatmak için söylenmiş bir laftır Başkanım.

Teşekkür ederim.

Dolayısıyla, dünyanın ilk 8 ülkesi arasında olan Türkiye, maalesef, tıbbi ve aromatik bitkilerle ilgili olarak gereksinim duyduğu neredeyse bütün hammaddeyi ithal ediyor. İthal ettiğimiz tıbbi ve aromatik bitki ürünlerinin ekstreleri veya yağları arasında ilk sırayı nane yağı işgal ediyor. Türkiye harıl harıl nane yağı ithal ediyor. Her türlü alanda kullanılıyor. Gıdada kullanılıyor, ilaçta kullanılıyor, kozmetikte kullanılıyor ama Türkiye bunu ithal ediyor. 2'nci sırayı oluşturan, toplam olarak aldığınızda 1'inci sıraya çıkan yağ grubu ne biliyor musunuz? Narenciye ürünlerinin kabuklarının yağları. Portakal kabuğu yağı, limon kabuğu yağı, turunç kabuğu yağı. Dünyanın her tarafında limon kolonyası olarak kullanılan, limon yapraklarından elde edilen "petitgrain" Türkiye'de yok, "petitgrain" elde eden bir tane Allah'ın kulu da yok. Şimdi, olaya bu açıdan baktığınızda özellikle koruyucu hekimlik açısından Türkiye'nin elindeki potansiyelinin kullanılması hâlinde ikinci aşamada tedavi edici hekimlikte kullanılan ilaçlardan yüzde 26 civarında tasarruf edileceği hesaplanabiliyor. Hesaplanıyor veya kesin demiyorum ama bu konuda iddialar var. Bu yapılabiliyor.

Şimdi, Sayın Bakanın sunumu sırasında söylediği en temel olaylardan birisi koruyucu hekimlikte obezitenin alıp başını gitmesi. Değerli arkadaşlar, bizim toplumumuz geçmiş dönemlerde ağırlıklı olarak ekmek ile bulgurla beslenir yani buğday türevleriyle beslenir ve bu toplum yıllarca, nüfus olarak çoğalması da dâhil, pek fazla doğurganlık sorunu çekmeden bugünlere gelebildiyse ve temelde de ağırlıklı olarak beslenebiliyorsa bunun bir sırrının olması gerekir. O zamanki insanlarda bir obezite mobezite gibi bir şey görmüyorsunuz, özellikle şeker hastalıkları da yok. Bu araştırıldığında ortaya çıkan olay buğdayın rüşeymi. Buğdayın rüşeymini büyük ölçüde biliyorsunuzdur. Buğdayın yüzde 3'ünü oluşturur, buğdayın çimlenen kısmıdır, Anadolu'da buna "buğdayın cücüğü" denir ve buğdayın insan için yararlı olan bütün her şeyi, omega 3, omega 6, omaga 9, e vitamini, d vitaminleri, hatta ve hatta şu anda doğurganlıkta kadınlarımızın en fazla gereksinim duyduğu folik asit yani b vitamini, b 9, bütün bunların hepsi o buğdayın yüzde 3'lük cücüğünde var ve antioksidan kapasitesi nedeniyle de onunla beslenenleri koruyor. Olayımız bu. Buğdayla beslendik yıllarca ve belki de onun sayesinde, dağdan taştan topladığımız doğal ürünleri de onun üzerine eklersek, doğal yetiştirilmiş, genetiğiyle oynanmamış domatesi de onun yanına koyduğunuz zaman alın size sağlıklı bir yaşam.

Şimdi, genetiğiyle oynanmış domatesler, domates midir neyin nesidir belli olmayan şeyler ve rüşeymi ayrılmış buğdayla yapılan beslenme. Niye buğdayın rüşeymi ayrılıyor? Belki çocukluğunda yaşamış olanlar vardır, ben ilk beyaz ekmeği siyah ekmeğin yanına katık olarak konulan bir sofrada gördüm.

YUSUF BEYAZIT (Tokat) - Şehir ekmeği.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Evet. Köy ekmeği orada duruyordu, bizim esmer ekmeğimiz, onun yanında da beyaz, pandispanya gibi bir ekmek vardı. Herkes onu, onun içerisine koyup yiyordu. Böyle bir olayın Türk toplumunun başına nasıl bir bela oluşturacağını o zaman göremedi kimse, göremedi. Buğday rüşeyminin buğdaydan ayrılması ve un yapılması konusu ayrı bir olay. Bu, şu anda gelinen nokta itibarıyla belki bir zorunluluk. Sayın Bakan, yeniden kepekli ve rüşeymli ekmekler üretimi konusunda projeler yapıldığını söyledi. Sayın Bakanım, bu olay olmuyor. "Neden olmuyor?" derseniz. Eğer evde ekmek yapan analarınızı hatırlayanlar var ise, annem hamuru yoğurduğu zaman el kadar maya koyar içerisine, üzerini kapatır, üzerine kalın bir şey serer, hatta kış ise bir de sobanın arkasına sürer, o hamur ancak ertesi gün yani on dört-on altı saat sonra mayalanır. Bir tek nedeni var: Buğday rüşeyminin -ki onun içindeydi- antioksidan kapasitesi mayalanmaya karşı direnir çünkü mayalanma bozulmadır.

Şimdi, halk ekmek fabrikalarını bir düşünün, milyonlarca ekmek pişiriyor. O milyonlarca ekmeğin pişmesi için hamuru on altı saat mayalamaya kalkarsanız şehrin yarısı kadar da mayalama alanı yaparsınız. O nedenle, bu olay zordur. Böyle bir olay karşısında ne yapılıyor? Rüşeymini alıyorsunuz buğdayın, geriye kalan beyaz öğün, içerisine parmak ucu kadar suni, yapay maya, üç saat sonra fıkır fıkır. Ama içinde ne var? İçinde hiçbir şey yok, tamamı nişasta bazlı şeker. Hani Karatay Hoca ikide bir televizyona çıkıp da bir dilim ekmeğin üstüne şeker diziyor ya, kesinlikle doğrudur. Sadece şeker yiyorsunuz. Ha, şekere de gereksinim var yani insanların başka enerjisinin olmadığı veya başka kaynağı olmadığı zaman onları da tüketecek. Bu durum karşısında yeniden rüşeymli ekmekler yapılıyor ise eğer bunun uzun süreli olması gerekiyor bir de aynı zamanda çünkü dört ay, beş ay sonra unu yaparsanız eğer acıyor. Onun acıması işte bu öğütülen buğdayın rüşeyminin buna karışmasından kaynaklanıyor. Ee, dört ayda acıyorsa o zaman bizim sanayi böyle bir olayın içerisine girmiyor. Geriye bir tek ekmek organizasyonu kalıyor. Yeniden semt fırınlarını koyup, oralarda mayalama olanağı müsait, mayalanan hamurlarla ekmek yapılabilecek ve özel olarak öğütülmüş unların kullanılmasını sağlayacak organizasyonları örgütlemek. Sağlık Bakanlığının görevi elbette ki ekmek pişirmek değil. Bu görevler yerel yönetimlerin ve özel sektörün elbette ki. O zaman, buna uygun olarak zorunlu düzenlemeleri yapmak zorunda Sağlık Bakanlığı. "Bunun dışında olmayacak, şöyle, şöyle, şöyle yapacaksınız." diye tanımlamak zorunda.

Değerli arkadaşlar, aslında şu anda Türkiye'deki sağlık sorunlarının temelinde gıda maddelerinin yattığını herkes biliyor, konuşuyoruz bunun üstünde. Bu, gıdanın yokluğundan ya da toplumun açlık çekmesinden dolayı değil, böyle algılamayın. Türkiye'de gıda yeteri kadar var. Her ne kadar dünya kadar ithalat falan yapılıyorsa da istenildiği anda bu ülke bütün nüfusunun hepsini besleyebiliyor. Burada herhangi bir sorununuz yok. Bütün sorun, bu gıdaların insanlara sunuluş biçiminde. İnsanlara sunulan bu gıdalar aşırı rafine. Bizler 2 kere rafine falan diye reklam yapılan şeyleri kullanıyoruz.

Örneğin, zeytinyağında rafinaj ne demek? 380 derecede inert ortamda fıkır fıkır kaynatmak demek. Ne kalıyor geriye?

Onun dışında, un... O çelik değirmenlerde öğüte öğüte en sonunda, böyle yağ gibi zaten, zerre kadar lifi kalmayan, yediğiniz anda olduğu gibi kana karışan bir şey hâline geliyor.

Onun ötesinde, özellikle bu market sistemleri raf ömrü bir yıldan az olan ürünlerin satışını kesinlikle ve kesinlikle sağlamıyor çünkü o büyük mağazaların birisine ürün sokmak istiyorsanız onun paketlenmesi, üretilmesi, gelmesi vesairesi zaten altı ay sürüyor. Miadına altı ay kalmış veya daha az kalmış bir ürünü kimse tüketmiyor. Ne yapacaksınız bu durumda? Raf ömrü iki yıl olan ürünler geliyor. Raf ömrünü iki yıl yapmak için o ürünlerin içerisine doldurulan kimyasallar işte şu anki toplumun baş belasıdır. Temel sorunumuz bu. Aşırı rafine edilmiş gıdalar, raf ömrünü uzatmak için içerisine doldurulan ürünler toplumun temel belası hâline geldi. Obezitenin, özellikle de sürekli olarak insanların insülin direncine sahip olmasının temel nedenleri bunlar olmaya başladı. Bunun kesinlikle ve kesinlikle halledilmesi lazım.

Bütün dünya bu yapay koruyucuların -ki onlar vücutlar tarafından serbest radikal olarak algılanıyor yani nereye koyacağını bilemiyor vücut- yerine doğal koruyucular yaratma çabasında. Bu doğal koruyucuların temelinde de, işte, biraz önce söylediğim tıbbi ve aromatik bitkiler yatıyor. Tıbbi ve aromatik bitkilerin Türkiye'ye sağlayacağı bir diğer avantaj daha var, o da, özellikle Sayın Bakanın söylediği sağlık turizmiyle ilgili olarak, Türkiye'de geliştirilmeye çalışılan sektörün aroma terapi grubunu oluşturuyor. Siz o sağlık turizminin içerisine bu doğal terapi ürünlerini falan eklediğiniz zaman kalitenizi inanılmaz derecede yükseltiyorsunuz.

Şimdi, birkaç tane arkadaşımız söyledi değerli arkadaşlar. Türkiye'de tıbbi ve aromatik bitkilere atfedilen, Anadolu'da "kocakarı ilacı" olarak denilip de arkasından değiştirile, değiştirile, değiştirile bir nevi düzenbazlığa kadar dönüştürülmüş olan bitki karışımları var. Bunlar ciddi anlamda tehlike yaratan unsurlar, kesinlikle katılıyorum bu arkadaşların endişesine. Yalnız, bununla ilgili olarak yapılması gereken de bir şeyler var. Bu ürünlerden elde edilen ekstrelerin, kesinlikle, özellikle toksisite testlerinin yapılması -yani insanlarda dozajı belirleyecek olan testler bunlar, biliyorsunuz bütün ilaçların hepsi belirli bir aşamaya kadar tedavi edici, sonra zehirleyici- gerekiyor. Bunu yapabilecek olan kuruluş sadece ve sadece Sağlık Bakanlığıdır. Bunu "Kendileri yapsınlar, yaptırsınlar." demeye başladığınız andan itibaren bu işin içerisinden çıkamıyorsunuz, bu olmuyor. Siz bunların içeriklerinde ne olması gerektiğini, örneğin kekik yağı elde ediyor, bunun içerisinde...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Temizel, lütfen toparlayalım.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Bunun içerisinde örneğin yüzde 50 karvakrol olsun diyorsanız eğer o kadardır, toksisitesini yaptım, şu kadar damla kullanılır diyorsanız o kadardır ve bunun elde edilmesi için de GMP'li alanlarda yani sağlıklı, tozsuz ortamlarda üretilmesi gerekiyor diye kuralı koyduğunuz andan itibaren bu olay biter. Ne merdiven altı üretim kalır, ne de sahte üretim kalır. İçeriği sizin belirlediğiniz gibi mi? Tamam. GMP'li alanda üretilmiş mi? O da tamam. Toksisite testi yapıldı, o da tamam. Eğer bunun üzerine bir de klinik testlerini yaptırırsanız Türkiye'de dışarıdan ithal ettiğiniz ilaçların belki de yüzde 40'ına, yüzde 35'ine gereksinim kalmayacağı ortaya çıkar. Eğer böyle bir olay gerçekleştirilirse, Türkiye açısından, tahminlerinizin ötesinde önemli şeyler sağlayabiliriz, yapabiliriz de.

Almanya'da hangi annenin çantasını açarsanız içerisinden büyük bir ihtimalle şöyle küçük, kahverengi plastik bir şişe çıkar, "camomile" yazar üstünde. "Camomile" papatya ekstresidir. Uzun süre Trakya'da üretildi o papatyalar, sonra bizdeki fiyatları falan fazla bularak Bulgaristan'da üretilmeye başlandı. Çocukları düştü, bir yerini kanattı, hemen anında onu sürerler. Bitkiseldir, diğer dezenfektanlar gibi hücreleri mücreleri falan öldürmez.

İran bundan altı yedi sene önce ordusunda her askerinin çantasına bir tane kantaron yağı koydu, bir kantaron yağı. Kantaron yağını Egeli olup da, hatta Anadolulu olup da bilmeyen yoktur. "Camomile"den çok daha kalitelidir, çok daha önemlidir ama bunun bu amaçla kullanılmasıyla ilgili olarak yapabileceğimiz bir şey yoktur. Özet olarak...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Sabrınızı daha fazla zorlamak hiç istemiyorum...

BAŞKAN - Estağfurullah efendim, hakikaten, Sayın Temizel, hem istifade ediyoruz hem de hakikaten çok açıklayıcı oluyor ancak takdir edersiniz ki daha konuşmak isteyen başka arkadaşlarımız var, onlara, onların hukukuna hürmeten istirham edeceğim, lütfen toparlayalım.

Buyurunuz.

ZEKERİYA TEMİZEL (İzmir) - Peki.

Sayın Bakanım, son olarak, bir konuyla ilgili olarak -bu özel bir talep değil, benim hayatta hiç özel talebim olmadı çünkü- kanser hastalarının ilaçlarının hastanelerden dağıtılması olayıyla ilgili olarak gelen talepler... Allah vermesin kimseye, kanser hastası olunmadan onların sıkıntısını falan bilmek mümkün değil. Bu insanları -ki bunların sayısı artık böyle az, 1, 2, 5, 10, 100, 200 filan değil- binlerce insanı belirli periyotlarla hastanelerde doldurma olgusunu -daha önce ben birkaç defa rica ettim, benim yüzümden uzatıldığını sanmıyorum ama uzatıldı, ertelendi, geldi- eğer bunu artık ertelemiyorsanız bu çok büyük bir sorun yaratacak. O insanları o hâlleriyle hastanelerde ilaç alacağız diye kuyruklara sokmayın, bu olmaz. Bu kesin olarak olmaz.

İkinci bir olay da belirli hastalıkları nedeniyle özellikle yaşı ilerlemiş olanlarda veya yaşı ilerlememiş olanlarda da hastanelere yatanlar belirli bir aşamadan sonra tedavisi bitti, bakım hastası oldu noktasına geliyorlar, bakım hastası. Bu ne anlama geliyor, biliyor musunuz? Alın hastanızı, gidin. Ama bu arada, burasında bir hortum var, kolunda serumu var, yan tarafında da bir tane oksijen makinesi var. Gidip onları alacaksınız, o hâlleriyle eve geleceksiniz, bir hasta yatağı kuracaksınız kurabiliyorsanız eğer, serumunu da duvara asacaksınız, işte o bakım hastasına evinizde bakacaksınız.

Şimdi, bu kadar modernleştiğimiz, bu hâle geldiğimiz sağlık sisteminde biz bakım hastalarıyla ilgili olarak bir çözüm üretmemiş oluyor isek hastalarla ilgili olarak ürettiğimiz çözümlerle övünecek durumda değilizdir. İnşallah bu konuda da övünecek bir hâle geliriz.

Teşekkür ediyorum.

Bütçenizin sizlere hayırlı olmasını diliyorum, sağ olun.