KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Ayrıca teklif sahiplerini, milletvekili arkadaşlarımızı ve konukları saygıyla selamlıyorum.

Ben de sözüme başlarken Yakup Taş Vekilimizin ailesine başsağlığı dileklerimi iletmek istiyorum ve aynı zamanda depremde hayatını yitirmiş olan 50 bine yakın vatandaşımızın aziz anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla da bütün kadınların Dünya Kadınlar Günü'nü kutluyorum ve "kadın, yaşam, özgürlük" şiarıyla alanları dolduracak bütün kadınları da tekrar saygıyla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlar, kanun teklifini bütünlüklü olarak inceledim, tek tek maddeler üzerine konuşacağım ama öncelikle şunun altını çizmek istiyorum: Türkiye, kısa tarihinin -yani Erzincan depremi bir kenara bırakılırsa- büyüklüğü en büyük, yıkıcılığı en fazla olan depremiyle karşı karşıya kaldı ve burada çok sayıda canımızı kaybettik. Aynı zamanda, üretim değerleri, ekonomik değerler kaybı yaşandı ve bunların en başında, en çok etkilenenlerin başında da tarımsal üretim geliyor. Tarımsal üretimin henüz ne düzeyde etkilendiğini, burada ne kadar bir kayıp olduğunu bilemiyoruz fakat genel olarak bakıldığında, 15 milyon civarında insanın yaşadığı bir coğrafyadan bahsediyoruz, Türkiye tarımının yüzde 15,5'unun yapıldığı bir alandan bahsediyoruz ve yine, hayvan varlığının en az yüzde 15'ten fazlasını kapsayan bir alandan ve en az 300 bin civarında çiftçinin bulunduğu bir alandan bahsediyoruz. Bu 11 il, Türkiye ihracatında yaklaşık yüzde 10'a yakın bir orana sahip ve şimdi bir teklifle karşı karşıyayız.

Esasen söylemek istediğim şey şu: Bugün, Tarım Komisyonu başka bir perspektifle, başka bir teklifle toplanmalıydı. Bu maddelerin anlamsız olduğunu falan iddia ediyor değilim, az da olsa kısmen, bizim de destek verebileceğimiz madde var. Ancak böylesine büyük bir travmayı yaşadığımız günlerde, tarımsal alan bir bütün olarak, deyim yerindeyse darmadağın olmuşken ve kuraklık gibi, başka doğal afetler gibi şeyler de üst üste eklendiğinde, Türkiye'nin bir gıda kriziyle karşı karşıya kalma olasılığının konuşulduğu içinden geçtiğimiz günlerde öncelik bu değildir, öncelik bu olmamalıydı. Örneğin, bizim Tarım Komisyonumuzun oradaki çiftçilerin üretim sürecine devam edebilmelerini kolaylaştıracak ne türden bir fikri var ya da iktidarın ne türden fikri var? Büyükbaşta 500 lira, küçükbaşta 50 lira diye bir destek açıklandı bir defalığına mahsus olmak üzere yani doğrusunu isterseniz destek demeye bile utanıyorum. Yine, mazot ve gübre desteğinin nakdî olarak ödenmesine ilişkin olarak Bakanlığın ÇKS verilerini temel alarak attığı bir adım vardı, atmayı planladı ama ÇKS verilerinin güvensiz olduğunu zaten bu teklif de söylüyor; pek çok küçük ölçekli çiftçi bunun içerisinde değil.

Aslında, küçük ölçekli çiftçilerden mevzuya bakacak olursak, orada bu deprem hadisesinden en fazla etkilenenler küçük ölçekli çiftçiler ve en zor rehabilite olabilecekler de onlar. Üretim araçları enkaz altında kaldı, traktörler kullanılamaz hâle geldi, su temin edilen kuyulardan su gelmez oldu, su yataklarında başka problemler malum yani oradaki insanlar şu anda ellerini açmış bekliyorlar. Ne yazık ki depremin ilk günlerinde söz konusu olmayan destek ve yardımın, özellikle tarım söz konusu olduğunda bugünlerde yapılmasını beklerdik. Bugünlerde oradaki çiftçilerimize dememiz gerekirdi ki "Türkiye Büyük Millet Meclisi sizin arkanızdadır, siz yalnızca üretimi düşünün; bunun için her türlü sübvansiyonu size yapmaya hazırız." Mesela mazottan ve gübreden KDV, ÖTV'nin kaldırılması artık çok geri bir talep hâline gelmiştir. Bu tarımsal girdilerin orada çalışanlara, üreten insanlarımıza bedelsiz olarak -tohum da dâhil olmak üzere- devlet tarafından verilmesi gerekli. Barınma sorununun ivedilikle çözülmesi gerekli, özellikle ahırların, ağılların durumu çok kötü ve işin bir kötü tarafı da... Bitki üretimi yapan belki pozisyonunu değiştirebilir, başka bir yere gidebilir ama hayvancılık yapan hayvanlarını bırakıp bir yere gidemiyor. Onlarca şöyle telefon geldi: "Ya, biz fide üretiyoruz, meyve ağacı fidesi üretiyoruz ve bunlara bakamıyoruz; elimizden çıkarmak istiyoruz." Yani öldü fiyatına hem hayvanlar hem fideler bu şekilde satılır oldu. O sebeple, olması gereken şey, Tarım Komisyonunun ivedilikle ele alması gereken şey, deprem bölgesindeki bütün yaralara ek olarak tarımsal yaraların da bir an evvel tedavi edilmesidir, bu yaraların bir an evvel sarılmasıdır.

Teklifin bütününe baktığımızda, değerli arkadaşlar, şimdi, küresel iklim değişikliğinden, nüfusun artışından, kaynakların kıtlığından bahsediliyor ve buna ilişkin de bazı öneriler yapılmış fakat bu öneriler de bütünlüğü gören öneriler değil. Yıllardır, en azından beş yıldır konuşuyoruz, bizim tarım politikamız antikapitalist bir bakış açısına sahip. Dolayısıyla, esasen, üreteni temel almayan -mesela sözleşmeli tarım gibi- aslında sözleşme yapan tarım firmalarının, çok uluslu firmaların daha fazla kazanmasını temel alacak olan öneriler, derde derman olacak öneriler değil.

Burada denilmiş ki "Bakanlık denetim yapsın." Yani neyin ekileceğine, nasıl ekileceğine Bakanlık karar versin. Bu, aslında muhalif kesimlerin, bizlerin yıllardan beri "planlı tarım" diye anlattığımız şeyin bir küçük örneği, daha doğrusu, karikatürü olmuş. Şimdi, çiftçinin ürün desenine göre hangi havzada ne ekeceğine, nasıl ekileceğine Bakanlık karar verecek de Bakanlığın plansızlığına kim karar verecek? Yani mesele, yalnızca bir merkezden iklim koşulları, su rejimi, verim kalitesi, toprağın niteliği vesair gibi değişkenleri dikkate alarak birinin karar vermesi de bir taraftan, Bakanlık buna karar verecek, anladık da mesela Bakanlığın ithalatçı tarım politikasını ortadan kaldırmaya dönük kararı kim verecek? Tabii, soruda bir ironi var; kimse karar vermeyecek, Bakanlık karar verecek. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bu planlama meselesi bir bütün olarak kamusal bir niteliğe sahip olmadıktan sonra, örneğin Bakanlık ithalatçılığı bir tarım politikası olarak ele almaktan vazgeçmedikten sonra, küçük ölçekli çiftçiliği destekleyen, piyasayı regüle eden, uluslararası tarım tekelleri karşısında yerli üreticiyi yalnız bırakan tutumu ortadan kaldıracak bir yaklaşım olmadıktan sonra yereli planlasanız ne olacak? Dikkat edilirse, aslında bütün bu yolların açıldığı ana meydan tarım politikaları; tarım politikalarının sermaye maksatlı, sermaye birikimini artırmaya dönük niteliğinden kaynaklı.

Şimdi, sözleşmeli tarımdan az önce bahsettim, tekrar altını şöyle çizmek isterim: Siz, sözleşmeli tarımı eğer bu tarzda yaparsanız, bir defa piyasa regülatörü mekanizmalarının olmadığı yerde, çiftçi örgütlenmesinin olmadığı yerde, çiftçilerin sendikada ya da kooperatiflerde örgütlülüğünün olmadığı yerlerde yapacağınız şey çiftçileri tarla bekçisine dönüştürmektir; emin olun. En azından bir etki değerlendirme raporuna ihtiyacımız yok mu Sayın Başkan?

Şimdi, 2002'den bu yana belli alanlarda sözleşmeli tarım uygulamaları var. Yani ne oldu bu kadar zaman içerisinde, ne elde edildi, faydası neydi, zararı neydi buna ilişkin bir kontrolün yapılması gerekmez mi? Biz yaptık kendi durduğumuz yerden. Sözleşmeli tarım, dışarıdan bakıldığında meseleleri çözüyor gibi görünüyor olsa da arz talebi buluşturuyor gibi görünüyor olsa da aslında, son tahlilde sonuçları son derece korkunç. Madde geldiğinde bundan bahsedeceğim.

Mesela "Tarım arazilerinin üretiminin artırılması için kiralanması." deniyor. Bu, evet, olabilir ama niye hazinenin elindeki arazilerin topraksız köylülere bilabedel, yalnızca kullanım hakkı kaydıyla, değişim hakkı değil kullanım hakkı kaydıyla verilmesi gündeme gelmiyor? Buna ilişkin bir adım atıldı geçtiğimiz yıl, herhangi bir sonuç doğmadı o adımdan. Yani on binlerce topraksız köylü var, mevsimlik tarım işçileri var, aslında bunlar çok önemli bir üretim gücü fakat desteklenmeyi bekliyor ve kamunun elinde olağanüstü araziler var, bu arazilerin de bu kapsam içerisinde olması niye düşünülmez, doğrusunu isterseniz anlayabilmiş durumda değilim.

"Orman suçu" kavramının biraz daha genişletilmesi, ormana ilişkin birtakım vurgular falan var ama bunlar da somut çözüm üretmekten uzak. Ya, şöyle bir problemimiz var: İktidar mahfilleri her ne kadar başka bir şey söylüyor olsa da ne yazık ki burada ormanlık alanlarımızın giderek azaldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, ormanlık alanlarda çeşitli istisnalara bağlı olarak maden ocakları açmak, birtakım tesisler yapmak -geçen sene buna ilişkin bir yasa görüşmüştük- bunların en azından belli bir süre yasaklanması lazım, orman alanlarının rehabilite edilmesi mutlak olarak zorunlu. "Ormanlık vasfını kaybetmiş." diye bir kavramı kabul etmek mümkün değil, vasfını kaybetmişse bu vasfı tekrar yerine koymak kamunun vazifesidir.

Ezcümle şunları söylemek istiyorum, maddelerde de tekrar konuşacağım için daha da fazla uzatmayayım: Kafası son derece karışık bir teklif. İçinde tek tek dediğim gibi önemli şeyler olsa da kafasının karışıklığı birincisi, mevcut politik konjonktürü, toplumsal durumu görmüyor olmasından kaynaklı. İkincisi, üretimi artırırken üretimi artırmanın yolunun ve yönteminin nere olacağı net olmamasından kaynaklı. Hâlâ neoliberal tarım politikalarına destek vererek, hâlâ çiftçiyi sermaye karşısında yalnız bırakan politik tutumları sergileyerek Türkiye'de üretimi artırmak mümkün değil ya da üretimi artırmak mümkün olsa da -çok zorladınız ve üretimi artırdınız- üretimi yapan insanları mutlu etmek, insanları toprağında yaşar kılabilmek mümkün değil.

O sebeple bu kanun teklifinin bütün olarak kamucu ve planlamacı, demokratik bir perspektifle yeniden ele alınması gerekir diyorum.

Teşekkür ediyorum.